02 Şubat 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

İslam YAŞAR

Re'fet Barutçu


A+ | A-

Vefatının 35.yılında rahmete vesile olması niyazıyla...

İşte, işte bak!..”

“Kim?”

“Bediüzzaman.”

“Nerede?”

“Ön safın, sağ tarafında.”

Beyazıt Camii’nde namazdan sonra okunan Kur’ân’ı dinlerken Re’fet, Ziya’nın gösterdiği tarafa baktığı anda onu fark etmiş, bir daha da nazarını ondan ayıramamıştı. Zîra o, bakıldığında görülmeyecek, görüldüğü zaman da çabucak ayrılınacak gibi değildi.

Kıyafetinden hâline, tavrına kadar her şeyi farklı idi. Heybetli bir şekilde diz üstü oturmuş, ellerini önünde kavuşturmuş, âdeta Asr-ı Saadette imiş gibi huşû içinde okunan Kur’ân’ı dinliyordu.

O zamana kadar ismini çok duydukları için birkaç gün önce Sahaflar Çarşısı’ndan biyografisini alıp okudukları ve hayran kaldıkları zâtı hiç beklemedikleri bir zamanda orada görünce şaşırmışlardı.

Kitabı okurken, eserde hayatı anlatılan zatın ‘kurtarıcı bir ruha sahip olduğunu’ hisseden Re’fet, onu görünce de gayri ihtiyarî aynı şeyleri düşünmüş ve büyük bir şahsiyetle karşı karşıya olduğunu anlamıştı.

Kur’ân tilaveti bitince yanına gidip tanışmak istediğinden onunla birlikte kalkmış ve o tarafa doğru gitmişti. Bediüzzaman çizmelerini giyerken yanına yaklaşmıştı ama o kendisinden önce çıkıp kapının deri perdesi kapandığı esnada gözden kaybolduğu için tanışamayınca çok üzülmüştü.

Daha önce hiç yaşamamış gibi bir hisse kapılmıştı o anda.

***

1886 yılında İstanbul’da doğmuştu Re’fet Barutçu.

Ömrünün otuz beş yılını geride bırakmış, o zaman içinde aile mektebinin ardından mekteb-i âliyeyi, mekteb-i harbiyeyi de bitirip orduya katılmış ve yüzbaşı rütbesine kadar yükselmişti.

Lâkin o âna kadar içinde hep bir şeylerin eksikliğini hissetmişti. Ailesinden iyi bir terbiye görmüş, çocuk denecek yaşta Kur’ân’ı hatmetmiş, yaşadığı muhitin mütedeyyin insanlarından hep müsbet telkinler almışsa da o eksikliği bir türlü telâfi edememişti.

Kendisinin “Çocukluğumdan beri hakâik-i diniyeyi çok merak eder ve her fırsattan istifade ederek tetkikât ve tetebbuâtta bulunurdum. Ne yazık ki, emelime muvaffak olamazdım. Bu sebepten yeis ve nevmîdiye duçar olurdum” diyerek de dile getirdiği gibi ruhundaki boşluğu dolduramamıştı.

Onun için icaplarını hakkıyla yerine getirdiği askerlik mesleğinden artan zamanlarını günlük malâyâni meşguliyetlerle harcamaktan ziyade kitap okuyarak değerlendirme cihetine gitmişti.

O yıl mütarekenin imzalanmış olmasının da tesiriyle herkes her vesile ile siyasî, içtimaî meseleleri konuşurken, o zihinlerde iz bırakan büyük insanların hayatlarını merak etmiş ve bulabildiği biyografileri alıp okumaya başlamıştı.

Zaten o merak saikasıyla almıştı Said Nursî’nin biyografisini de. Yeğeni Abdurrahman’ın yazdığı pembe kaplı küçük kitabı bir gecede okumuş, heyecanını arkadaşı Ziya ile paylaşarak onun da hislerini harekete geçirmişti.

O gün Beyazıt Camii’nde başladığı hâlde, orada bitmeyip yıllar boyu zihnini meşgul eden o ânın serencamının gerisinde, işte böyle bir ruh boşluğu, merak hissi ve sorup öğrenme azmi vardı.

Daha sonra, o ânın heyecanını hatırladıkça canlanan merak saikası Re’fet’i, gittiği her yerde Bediüzzaman gibi bir âlim aramaya veya öyle âlimlerin yazdığı eserleri bulup okumaya sevk etti.

1930 yılında, bir akrabasını ziyaret etmek maksadıyla Isparta’ya geldiğinde de aynı arayışın içinde olduğundan, zamanının çoğunu yakınlarının yanında durmaktan veya şehrin güzel yerlerinde gezmekten ziyade kütüphanede geçirmeyi tercih etti.

Onun sık sık kitap değiştirdiğini gören memurun, aldığı kitabı neden sonuna kadar okumadığını sorması üzerine, o kitapların ruhunda hissettiği boşluğu doldurmadığını söyleyince söz âlimlerden açıldı.

“Buralarda Bediüzzaman gibi bir âlim yok ki” dedi esefle.

“Var!..” dedi memur da. “Bediüzzaman Barla’da yaşıyor.”

“Ben onu mütareke yıllarından tanıyor ve o zamandan beri arıyorum.”

“O hâlde git, ziyaret et.”

Memur çok kararlı konuşmasına ve onu ziyaret etmenin zorluğuna dikkat çekip yollarını söylemesine rağmen Re’fet, sözü edilen zâtın kendisinin aradığı âlim olup olmadığını anlamak için ona bir mektup yazdı.

Akrabalarına olanları anlatıp, eğer o zât kendisinin İstanbul’da gördüğü Bediüzzaman’sa gidip onu ziyaret etmek istediğini söylediği zaman onlar, resmî makamlar tarafından takip edilip hesaba çekileceğini hatırlatarak vazgeçirmeye çalıştılar.

O günlerde Said Nursî’den “Kardeşim ben sizi tâ o zaman talebeliğe kabul etmiştim. Ben sende asker ruhu görüyorum” gibi kerametvârî ifadelerin yer aldığı cevabî bir mektup gelince dünyalar onun oldu.

Resmî tehditleri bir kenara bırakıp fiilî tehlikeleri göze alarak Bekir Ağanın temin ettiği ata bindi ve onun rehberliğinde Barla’ya doğru yola çıktı. Giderken rastladığı çobanların, çiftçilerin, köylülerin ‘Hocaya selâm söyleyin’ diye seslenmelerine şahit oldukça hayret etti.

Onun, zamane hocaları gibi devlet ricaline, hükümet erkânına yakın olmaya çalışmak yerine, ahâli ile kaynaşmayı tercih ettiğini ve bunu başardığını görmekten ayrı bir memnuniyet duydu.

Said Nursî’yi, Barla yakınlarındaki Paşakayası mevkiindeki bir bahçe içinde kuş cıvıltılarının, su şırıltılarının, yaprak hışırtılarının arasında, tabiatla ve kitapları ile haşir neşir olurken buldu.

O anda, âdeta aradan hiç zaman geçmemiş ve on yıl önce Beyazıt Camii’nin kapısından çıktığı sırada ardından yetişmiş gibi heyecanıyla yanına yaklaşıp yılların hasretini bir nefeste dindirmek hevesiyle ellerine sarıldı. Bu samimi muhabbetine ondan da ayniyle mukabele gördü, iltifatına, ikramına mahzar oldu. Gün boyu orada onun yanında kalarak hayatının en müstesna ve müsterih anlarını yaşadı.

Daha önce, onunla karşılaştığında aklına gelen her şeyi sormayı düşündüğü hâlde, o zamana kadar zihninde uçuşan sorular bir yana, soru sormayı bile hatırlamadığı için hiçbir şey soramadı.

Lâkin onun muhitinden bir daha ayrılmama kararlılığıyla geri dönerken merak hisleri hareketlendi, istifham bulutları şekillendi, Isparta’ya vardıktan hemen sonra da soru sağnağı başladı.

İlk soruları Risâle-i Nur’un ilgili bahislerini okuyarak cevaplandırmaya çalıştı ise de kalbi mutmain olmayınca bizzat Nur’un menbaından öğrenmenin daha doğru olacağını düşündü ve ona mektup yazarak bazı sorular sordu.

Bediüzzaman’ın, yazdığı cevabî mektupta Re’fet’in sorduğu meseleleri son derece muknî bir şekilde izah etmesi, onun soru sorma iştiyakını arttırdı ve daha sık mektup yazarak zihnine takılan her şeyi sormaya başladı.

Sorduğu sorulardan bazıları Sevr ve Hut, İsm-i Âzam gibi mühim bahislerin yazılmasına vesile oldu ise de pek çoğu, risâlelerde cevabı bulunan meseleler olduğu için Said Nursî, o eserlere atıfta bulunan kısa cevaplar vererek Risâle-i Nurları okumasını teşvik etti.

Muvazzaf subay olarak İstanbul’da, Mısır’da, Yemen’de ve memleketin değişik yerlerinde yıllarca vazife yaptıktan sonra yüzbaşı iken genç yaşta emekli olan Re’fet Bey de Isparta’ya yerleşerek Risâle-i Nur hizmetleri ile meşgul olmaya başladı.

Bir yandan Hüsrev Efendi ile Risale-i Nurları istinsah ederken, diğer yandan yazı çalışmalarını aksatacak kadar çok mektup yazıp soru sorduğu için Üstadının ‘Yazı yazmakta tembel, suâl sormakta çalışkan’ şeklindeki tarizlerine maruz kaldı.

Bu lâtif tariz de onun soru sorma hassasını durduramayınca zaman zaman Bediüzzaman “Sizin gibi hoşsohbet bir kardaşımı haksız olarak suâl sormamaya ve sükûta davet ediyorum. Çendan bu davete mazurum, belki mecburum” diyerek onun cevabı risâlelerde bulunan meseleler hakkında kendisine mektup yazıp soru sorarak zamanını zayi etmesine mani olmaya çalıştı.

Re’fet Bey, ikaz muhtevası taşıyan bu davet üzerine yaptığı hatanın farkına vardı. Zarurî hâllerin dışında soru sormayı bıraktı ve risâleleri daha çok yazıp okuyarak Üstadının ‘Maşallah şimdi siz ümid ettiğim tarzda risâleleri takip ediyorsunuz” şeklindeki taltifini kazandı.

İçinde bulunduğu samimiyetin tezahürü olan bu gibi beşerî hâller onu Üstadına daha da yaklaştırdı. Bediüzzaman da, onun üvey oğlu Bedreddin Uşaklıgil’i mânevî evlât olarak kabul edip kızına verdiği Rengigül ismini Zeynep olarak değiştirecek kadar onunla ve ailesi ile ilgilendi.

Çok yönlü ve mahir bir insan olan Re’fet Barutçu da bütün hasselerini hizmete hasrederek Said Nursî’nin, ‘aklen Hulusî, kalben Sabri, vicdanen Hüsrev hükmünde Re’fet’ iltifatına mahzar oldu.

Kendisini uzun bir arayışın neticesinde bulduğunu ve onun sayesinde hayatının bu sıfatları taşıyacak hâle geldiğini bildiği için, “Biz sizi bulmasaydık ne yapardık Üstadım?” dedi bir seferinde.

Buna mukabil Said Nursî, onun şahsında bütün talebelerini kastederek “Ben sizi bulmasaydım ne yapardım? Siz beni bulduğunuz için bir sevinseniz, ben sizi bulduğuma bin sevinmeliyim” diyerek hakikî illetin rahmet-i İlâhiye olduğuna ve birbirine minnettâr olmaya bedel birbirine tebrik ve duâda bulunmanın daha doğru olacağına dikkat çekince, onun tevazuda da emsâlsiz olduğunu anladı.

Said Nursî, Isparta’daki talebeleri arasında bazı sıkıntılar zuhur edince Re’fet’e yazdığı mektupta “Uhuvvet için bir düsturu beyan edeceğim ki; o düsturu cidden nazara almalısınız. Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizaçkârâne ittihad gittiği vakit mânevî hayat da gider. Tesanüd bozulsa, cemaatin tadı kaçar” diyerek aralarındaki uhuvveti tekrar tesis etmeleri gerektiğini hatırlattı.

O hadise sırasında Hafız Ali’nin, ‘kendisine rakip olacak bir diğer kardeşi hakkında gösterdiği samimi hiss-i uhuvveti’ takdirkârâne ifadelerle nazara vererek tesanüdü bozacak hareketlerden kurtulmanın yollarını gösterdi.

Neticede Bediüzzaman Said Nursî ve Nur Talebeleri ile Yüzbaşı Re’fet Bey arasında öyle bir imtizaçkânâne ittihat meydana geldi ki, Eskişehir, Denizli, Afyon hapishâneleri bile ‘vahdet ve ittihadın neticesi olan’ bu hayatın âhenkli işleyişini bozamadı.

Tâ, Bediüzzaman vefat edene kadar.

***

“Onsuz dünya yaşamaya değmiyor.”

Re’fet Bey, böyle dedi Said Nursî’nin vefat haberini aldığında. O zamana kadar nice ölüm hadisesine şahit olmuş, sevdiği pek çok insanı kaybetmişti. Koskoca cihan devletinin bile inkırazını yaşamış, hepsinden farklı bir acı duymuştu ama hiç birinde kendini öksüz, yetim hissetmemişti.

Halbuki “Ölüm idam değil, firak değil, belki hayat-ı ebediye mukaddimesidir, mebdeidir. Ve vazife-i hayat külfetinden bir paydostur, bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Berzah âlemine göçmüş kafile-i ahbaba kavuşmaktır” vecizesini ezberleyerek ölüm hakkındaki ilk dersini ondan almıştı.

O zamana kadar başkalarına belki de yüzlerce kez verdiği bu dersi şimdi kendisine verme zamanının geldiğini anladı ve kadere rıza gösterip ölümün yüzüne gülerek yüreğini yakan hasret ateşini bir nebze de olsa hafifletmeye çalıştı.

Gerçi orada birlikte hizmet ettiği pek çok Nur Talebesi vardı ama Re’fet, Üstadının vefatından sonra kendisini Isparta’ya bağlayacak bir sebebin kalmadığını düşünerek İstanbul’a taşındı.

Said Nursî, kendisi ile görüşmek isteyenlere Risâle-i Nurları okumalarını tavsiye ettiği için o da hasretini Nur hizmeti ile dindirme cihetine gitti ve bir yandan Beşiktaş’taki Dibekçi Camii’nde imamlık yaparken diğer yandan isteyenlere Kur’ân öğretti; risâle okudu, yazdı, anlattı ve her seferinde Beyazıt Camii’nin kapısındaki o ânın heyecanını yaşadı.

Zamanında Üstadından “Herbir has talebenin mühim bir vazifesi, bir çocuğa Kur’ân öğretmek olduğu” dersini almış biri olarak, yaşı doksana baliğ olduğunda bile “Kavaklarda oturan bir genç benden kendisine Kur’ân öğretmemi istese veya Üstadımın küçük bir risâlesini talep etse, her gün Beyazıt’tan oraya gidip gelirim” diyecek kadar şevkli ve heyecanlıydı.

Bediüzzaman’sız geçen on beş sene, Re’fet Barutçu’ya hep Beyazıt Camii ile Barla arasında yaşadığı hasret dolu zamanı hatırlattığından, ruhunu saran hicran ateşine vuslat ümidiyle mukavemet etti.

Nihayet, 2 Şubat 1975 yılında hayatının firak safhası bitti, vuslat faslı başladı.

O ânın serencâmı şimdi berzahta devam ediyor.

02.02.2010

E-Posta: [email protected]



Hakan YALMAN

Gençlik ve mânevî hizmetler


A+ | A-

Şekerci Han, gençlerimiz ve manevi problemleri açısından, önemli bir açılım oldu. Sanki Mescid-i Nebevî ruhuyla ortaya çıkan eser, hizmetin geleceğine yönelik önemli bir adım oldu.

Karpuzun, içindeki çok sayıda çekirdekle adeta esmâ-i İlâhiyeyi bütün zeminde duyurmaya lisan-ı hâl ile niyet etmesi gibi bizler de havadaki zerreler ve bu zerreleri mânâlara dönüştüren kulaklar ve idrakler adedince aynı mânâyı yaşatmak istiyoruz. Bu dâvâya gönül vermiş insanların samimiyet ve gayretleri sonucu her alanda büyük gelişmeler kaydedildi. Küçük bir beldede bir avuç insanın el yazısı ile kopyalamak şeklinde başladığı, ancak bütün dünyaya haykırmak niyeti ve duası ile yola çıktığı günden bu güne büyük mesafeler katedildi. Kilitli dolaplar içinde, mum ışıklarında hapisler, sürgünler, işkenceler göze alınarak yazılması ile insanlara ulaştırılması noktasındaki o samimî niyet ve duâların sonucudur ki, bugün dünya genelinde Risale-i Nurlar okunuyor.

Batı kendi hayat standartlarını bütün dünyaya yaymaya ve kendi değer yargılarını dayatarak tek tip global bir kültür oluşturmaya yönelirken, hedef kitle olarak çoğunlukla gençleri ön plana çıkarmakta ve onların nefis mücadelesinin merkezinde yer alan hazlara yönelik ruhunu istismar edebilmektedir. Oluşturulan eğlence ortamları, şehevî arzuları galeyana getiren her türlü aracın kullanılması, düşünceden uzaklaştıran bütün oyalayıcı araçların kullanılması gençlikte var olan güçlü bir benlik, acz ve fakrını hatırlatacak hastalık, sıkıntılar ve ölümlerle nisbeten seyrek olarak yüzleşmesi ve kendinden uzak bilmesi, bunları unutturma amacına yöneliktir. Gençlik ruh hâli ise buna çok yatkın ve bu yönden aldatılmaya fazlası ile müsaittir. “Cazibedar bir fitne” terimi bu mânâyı karşılıyor olmalıdır. Bediüzzaman bu probleme vurucu darbeyi, Hazret-i Muhammed’den (asm) aldığı dersle ölümü ve gençliğin geçici olduğunu hatırlatmakla vurmaktadır.

Gençliğin temel probleminin; ruhunu şekillendiren iç âleminde varlığı anlamlandıran temel bir tanımın bulunmaması olduğunu söyleyebiliriz. Benliğin tanımı ve varlığın tanımı karşılıklı iki ayna gibidir. Birbirine ışık tutar, birbirini yansıtır ve ruhta anlam boyutunu genişletirler. Varlığı anlamlandırmak için öncelikle sağlam bir duruş ve pozisyonu iyi belirlemiş olmak şarttır. Bu, benlik tanımının ilk ve belki de en önemli basamağıdır. Kimlik oluşturmak ve bu kimliği sağlam esaslar üzerine oturtmak her alanda dalgalanmaların ve fırtınaların sahnesi olan dünyada fert için bir tutamak, ayakta tutacak bir dayanak olacaktır.

Bediüzzaman’ın “beşerin nefs-i emmâresi” olarak adlandırdığı, ben merkezli şekillenmiş modern hayat, cazibeli ancak geçici ve günü birlik, bütünü kuşatmayan, sadece algıların alanına sınırlı, dar bakışlı çözümler sunabilir. Bunlar birer çözüm olmaktan çok göz boyama ve aldatmacadır. Duygular köreltilerek, belirli noktalardaki hassasiyetler kırılarak bu noktaya ulaşılır. Bu aldatmaca karşısında özellikle genç nesil risk altındadır. Davamıza gönül vermiş gençler, aynen Üstad gibi ‘karşılarında büyük bir yangın var ve içinde arkadaşları kalmışcasına’ imanlarını ve dostlarını kurtarma gayreti içinde olmalı ve bu koşturmaca esnasında ayaklarına dolaşanlara ehemmiyet vermemelidirler.

02.02.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Kâinatı kuşatan kanunlarSÜLEYMAN KÖSMENE


A+ | A-

Mehmet Ali Akten: “Otuzuncu Söz’de izahı yapılan ‘Ene’, İkinci makamında geçen ‘Tahavvülât-ı Zerrât’, ‘İmam-ı Mübîn’, ‘Kitâb-ı Mübîn’, ‘Levh-i Mahv’, ‘Levh-i Mahfuz-u Azam’ terimleri ile Üçüncü Nokta’da geçen ‘Yedi Kânûnu’ açar mısınız?”

Kur’ân-ı Kerîm’in rehberliğinde kâinâtın gizli sırlarını açan, okuyan ve kâinât kitabını okuyabilmemiz için bize de açık bırakan Bedîüzzaman Hazretleri, Otuzuncu Söz’de, maddenin en küçük yapı taşı olan atomların başı boş olmadıklarını yedi kânûnla nazarımıza sunar. Bunları özetleyerek açmaya çalışalım:

1-Terbiye etme Kânunu: Bütün varlıkları terbiye eden Sânî-i Hakîm’dir. Cenâb-ı Hak her şey için, o şeye münâsip bir kemâl noktası ve o şeye lâyık bir varlık feyzi mertebesi tayin etmiş ve o varlığa o kemâl noktaya ulaşması için bir kâbiliyet vermiştir. Bütün bitkilerde ve hayvanlarda bu kânûn hâkimdir. Bu kânûn cansız maddelerde de geçerlidir. Çünkü meselâ âdî toprağa bakıyoruz ki, elmas derecesinde ve yüksek cevherler mertebesinde bir terâkkî ve yükseliş sergiliyor. Anlaşılıyor ki, Cenâb-ı Allah bütün varlıkları, bütün zerreleri ve bütün atomları hususî terbiyesi altında halden hale her an çevirmektedir. Her değişiklik daha ileri olgunluğa ve daha büyük kemâle doğru atılan yüksek bir adım olarak tecellî ediyor. Atomlara, terbiyesi altında sonsuz olgunluklara doğru sayısız hareketler veren bu “İlâhî terbiye kânûnu” kâinâtta her şeye hâkimdir.

2-İkrâm Kânûnu: Cenab-ı Hak, fıtrî olsun, irâdeye bağlı olsun, her hizmetin ücretini ya hizmet içinde, ya da hizmet bitiminde peşinen ödüyor. Meselâ nesillerin çoğalması işinde görevlendirdiği hayvanlara ücretlerini birer maaş gibi birer cüz’î lezzet şeklinde peşînen veriyor. Arı, bülbül ve sâir hayvanlara yaptıkları hizmete bedel bir makam veriyor. Kâinâtta hiçbir şey hizmetini bedelsiz ve ücretsiz yapmıyor. Bundan anlaşılıyor ki, kâinâtı bir “İlâhî ikrâm ve cömertlik kânûnu” kuşatmış haldedir.

3-Güzelleştirme Kânûnu: Her şey olağanüstü güzeldir. Her şeyin hakîkati ve güzelliği Allah’ın bir ismine dayanıyor, o isme ayna oluyor. O şey ne kadar güzelleşse o ismin şerefinedir. Çünkü güzelliği isteyen o isimdir. O şeyin kendisi bilse de, bilmese de o güzellik Allah tarafından istenen bir sonuçtur. Atomlar bu güzel sonuca doğru kasıtla ve bilinçle sevk edilmektedirler. Her şey bu kânûnun elinde olabilecek en güzel biçimde varlığını sürdürür. Bu hakîkat, kâinâtın bir “Güzelleştirme Kânûnuna” tâbi olduğunu gösteriyor.

4-Rahmet Kânûnu: Fâtır-ı Kerîm, varlıklara verdiği kemâli ve olgunluğu, varlıkların hayatlarının bitmesiyle geri almıyor. O olgun davranışların meyvelerini, netîcelerini, mânevî hüviyetini, mânâsını ve ruhlu ise ruhunu bâkî kılıyor. Meselâ dünyada insanı mazhar ettiği olgunlukların mânâlarını, meyvelerini bâkîleştiriyor. Hattâ bir meyve üstünde söylenen “Elhamdülillah” kelimesini, cisimleşmiş bir Cennet meyvesine çeviriyor ve Cennette tekrar ona ikrâm ediyor. Şu hakîkat bütün kâinâtı sarmış görünüyor. Bu hakîkatta muazzam bir “Rahmet Kânûnu” kendini gösteriyor.1

5-Hikmet Kânûnu: Eşsiz Yaratıcı Cenab-ı Hak israf etmiyor, boş iş yapmıyor. Meselâ güz mevsiminde vazifesi bitmiş, vefât etmiş mahlûkların maddî enkazlarını bahar yaratıklarında kullanıyor. Elbette, “Yeryüzünün başka bir şekle gireceği gün”2 âyetinin ve, “Asıl hayata mazhar olan ise âhiret yurdudur”3 âyetinin işâretiyle şu dünyada cansız ve şuursuz olmakla beraber, mühim vazifeler gören yeryüzü atomlarını; taşı, ağacı ve her şeyi hayat ve şuur sahibi olan âhiretin binalarında kullanmak hikmet gereğidir. Çünkü harap olmuş dünyanın atomlarını dünyada bırakmak veya yokluğa atmak israftır. Bu hakikat bizi kâinatı kuşatan bir “Hikmet Kanununa” götürüyor.

6-Adâlet Kânûnu: Şu dünyanın pek çok eserleri, mâneviyâtı, meyveleri, cinlerin ve insanların amelleri, amel defterleri, ruhları ve cesetleri âhiret pazarına gönderiliyor. Elbette o meyvelere ve o mânâlara hizmet eden ve arkadaşlık eden yeryüzü atomları dahî vazîfe noktasında kendine göre kemâle erdikten sonra yani hayat nuruna çok defa hizmet ettikten ve mazhar olduktan ve hayatıyla sayısız defa Allah’ı zikrettikten sonra şu harap olacak dünyanın enkazı içinde, şu atomları öteki âlemin binâsında kullanmak adâlet ve hikmetin gereğidir. Böylece bir atomun bile ebediyet hakkı zâyi edilmiyor, tanınıyor. Şu hakîkat bizi kâinâtı saran “Adâlet Kânûnuna” ulaştırıyor.

7-İlim Kânûnu: Ruh cisme hâkim olduğu gibi, kaderin yazdığı emirler ve programlar da maddelere ve kâinata hâkimdir. Maddeler, kaderin yazdığı mânevî yazılara göre mevkî ve nizam almaktadırlar. Meselâ, çeşit çeşit yumurtalar ve nutfeler, sınıf sınıf çekirdekler, cins cins tohumlar kaderin ayrı ayrı yazdığı emirler ve programlar cihetiyle, ayrı ayrı makam ve nur sahibi oluyorlar. Ve böylece sayısız varlıklara kaynak oluyorlar. Oysa bütün o yumurtaların, nutfelerin, çekirdeklerin ve tohumların maddeleri birdir, fakat çok muhtelif varlıklara kaynaklık etmektedirler. Elbette defalarca hayâtî hizmetlerde ve tesbihatlarda bulunmuş ve hizmet etmiş bir atomun mânevî cephesinde o mânâların hikmetlerini kader kaleminin yazıp kaydetmesi, İlâhî ilmin gereğidir. Bunda pek büyük bir “İlim Kânûnu” gözler önüne serilmektedir. Bu pek yüksek kânûnların görünen uçları arkalarında birer ism-i Azam ve o İsm-i Azamın büyük tecellîsi görünüyor. O tecellîden anlaşılıyor ki, sâir varlıklar gibi, şu dünyadaki atomların hareketleri ve titreşimleri dahî, gâyet yüksek hikmetler için, kaderin çizdiği sınırlar içinde, kudretin verdiği emirlere göre, hassas bir ilmî ölçü içinde hareket ediyorlar. Âdetâ başka yüksek bir âleme gitmeye hazırlanıyorlar.

Öyle ise hayat sahibi cisimler, o seyyah atomlara birer okul, birer kışla, birer eğitim yurdu hüviyetindedirler.4

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 511; 2- İbrâhîm Sûresi, 14/48; 3- Ankebût Sûresi, 29/64; 4- Sözler, s. 512

02.02.2010

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Darbecilerden hesap sorulsaydı...


A+ | A-

Aylardır hararetli şekilde tartışılan "darbe eylem planları"nı piyasaya servis edenlerin niyet ve beklentileri ne olursa olsun, yaşanan gelişmeleri yine de hayra yormak mümkün.

Konuya dair gazete ve dergilerde çıkan haber ve yorumlara baktığımızda, bizim yıllar yılı söyleyegeldiğimiz hakikatlerin şimdi akıllarda, vicdanlarda mâkes bulduğunu görüyor ve bundan memnuniyet duyuyoruz.

İşte, şimdilerde iyiden iyiye revaç bulan ve konu başlıklarını süsleyen ifadelerden birkaçı:

"27 Mayıs Darbecileri hesaba çekilseydi, cunta faaliyetleri tekerrür etmezdi; sıkıntı kökten halledilmiş olurdu."

"Eğer zamanında Susurluk'un hesabı sorulsaydı, eğer Şemdinli'nin hesabı sorulsaydı, eğer 12 Eylül cuntasına hesap sorulsaydı, bugün bunları yaşamazdık."

"Türkiye, 12 Eylül Darbesiyle hesaplaşsaydı, bu plânlar olmazdı." (Zaman, 31 Şubat 2010)

"Yedi–sekiz senedir 'Balyoz Harekât Plânı'nı gizleyenlerden de hesap sorulmalı."

* * *

Evet, bunlar güzel ve hayra alâmet gelişmelerdir.

Gerçi bu meyandaki uyanış hem geç, hem de güç oldu.

Ancak, elden ne gelir ki...

Demek, bu tür gelişmelerin "vakt–i merhun"u şimdi imiş.

Dindar, muhafazakâr, milliyetçi geçinen kesimin fikir öncüleri, yıllar yılı sırf "askere toz kondurmama" adına, cunta faaliyetlerini ya görmezden geldi, ya da yaptıklarına kılıf giydirme üslûbunu kullanmayı tercih etti.

Bu kesimden kimselerin, bilhassa 12 Eylül Cuntasının yaptıklarına karşı takındığı tavrı çok yakından gördük. Yazıp söylediklerini ibret ve hatta dehşet nazarıyla takip ettik.

Şimdilerde cunta faaliyetlerini yerden yere vuranların, 25–30 sene önce darbecilere alkış tuttuklarına, dayatmış oldukları militarist anayasaya meddahlık derecesinde taraftarlık gösterdiklerine şahit olma talihsizliğini yaşadık.

O alkışçılarla meddahların nazarında, cuntacılara muhalefet eden bizler anarşistler gibiydik. İnanılması zor, ama emin olun bizlere "vatan haini" gözüyle bakıyorladı.

Öyle ki, kiracı olarak dahi bizi evlerinde barındırmayacak kadar işi ileri götürdüler.

Şaka değil, hayal değil, gerçeğin ta kendisi bunlar. Sizi temin ederim ki, bütün bunları bizzat yaşadık ve yakînen şahit olduk. Hatta, 1987 referandumunda bile...

O kâbuslu günlerde bizi particilikle itham eden bu dostlarımız, gel zaman git zaman sıkı birer partici oldular. Onların omuz verdikleri parti aleyhine işleyen "cunta çarkı"nı görünce de, birden çark ettiler ve—30 yıl gecikmeli de olsa—bizimle aynı hedefe yüklenmeye başladılar.

Şimdi, ağzına geleni söylüyorlar. Kanlı eylem planı yapan cuntacılara demediklerini bırakmıyorlar. Üç öğün oturup lânet okuyorlar. Beş vakit ellerini açıp beddua yağdırıyorlar.

Nihayet, şöyle bir dönüp bakıyorlar ki, aynı zihniyet, 1960'ta, 1971'de, ve 1980'de aynı o lânetlik kaos planları yapmışlar, uygulamışlar ve kendilerini haklı çıkaracak gerekçeleri tamamladıktan sonra da çıkıp darbe yaptıklarını yeni yeni fark ediyorlar.

Yani, bizim tâ o zamanlar görüp söylediğimiz noktaya, şimdi yeni yeni geliyorlar.

25–30 sene müddetle itham edegeldikleri biz kardeşlerini şimdi yeni yeni anlamaya başlıyorlar. Ancak, yine de bir itirafta bulunmak yerine, geçmiş hataların üzerine yatarak gidiyorlar ki, bu durum son derece dikkat çekici bir paradoks teşkil ediyor.

Tarihin yorumu 2 Şubat 2010

Fetih sembolüne ihanet darbesi

İstanbul fethinin sembolü olan Ayasofya Camii, 24 Kasım 1934'te alınan bir Bakanlar Kurulu Kararıyla müzeye çevrildi.

482 yıllık camide yapılan üç aylık hazırlık çalışmalarının ardından, bu kudsî mâbed 2 Şubat 1935'te müze olarak ziyarete açıldı.

Radikal olduğu kadar mü'minleri rencide edici olan bu değişiklik, kànuna değil de, bir Bakanlar Kurulu Kararına dayanması, son derece düşündürücüdür.

Zira, Ayasofya'nın kànun nezdindeki statüsü 1453'ten bu yana hiç değişmedi. Burası, fetih tarihinden beri camidir; tapusunda hâlâ cami diye yazar.

Üstelik, bu mânâdaki kayıt, Sultan Fatih'in neşrettiği meşhûr vakfiyesinde de aynen ifade edilmektedir.

İstanbul'un Fatihi, istikbâlde vuku bulacak muhtemel müdahalelere karşı da tebir almaya çalışmış ve Ayasofya Vakfiyesi metnine bedduayı derc etmiştir: "Camiye çevirmiş olduğum bu mâbedi her kim ki bir başka şekle tebdil ederse, Allah'ın, meleklerin ve insanların lâneti onun üzerine olsun! Yüzlerine bakan ve onlara şefaat eden hiçbir kimse bulunmasın!"

Kànuna, tapu kaydına ve Sultan Fatih'in vasiyetine rağmen, yine de tutup Ayasofya'yı müze haline çevirmenin ardında yatan niyet ve maksat nedir?

Besbelli ki, burada gizli bir kasıt ile çok "derin" bir hesap var. .. İşin içinde, mukaddes fethin sembolüne ihanet kastı ve İslâm düşmanlarına yaranma hesabı olsa gerektir.

Bunu başka türlü anlamanın, yahut tevil etmenin imkân ve ihtimali var mı ki...

Ayasofya'yı mâbed olmaktan çıkartarak bugünkü mahzûn hale getiren zihniyet, şüphe yok ki vaktiyle Kur'ân'ı (1929) ve Muhammedî Ezanı (1932) yasaklayan zihniyetten başkası değildir.

Şükürler olsun, Kur'ân ile Ezan, 1950 yılı Haziran'ında serbest bırakılarak hürriyetlerine kavuşturuldu.

Ne var ki, o büyük fethin sembolü olan Ayasofya, henüz hürriyetine vasıl olmuş değil... Bu yüce mâbed, 75 senedir mânen kuşatma altında. Hatta, mahiyeti hâlâ anlaşılmayan Bakanlar Kurulu Kararıyla bir nevî işgal altında denilebilir.

Demek ki, Ayasofya da aynen Ezan ve Kur'ân gibi hürriyetine kavuşacağı günü bekliyor.

Ancak, bu gibi hürriyetleri temin etmek hiç de kolay değil. Böyle bir şerefe nail olmak da herkese nasip olmaz. Öncelikle cesaret, samimiyet ve liyâkat gerekiyor.

02.02.2010

E-Posta: [email protected]



Nurullah AKAY

Rahmete lâyık olabilmek


A+ | A-

Allah’ı tanımak insan olmanın en büyük gereğidir. Allah’ı bilmemek hayatı anlamsız kılar. İnsan düşününce yaratılan varlıkların kendi kendine olmayacağını ve mutlaka bir yaratıcıya ihtiyaç duyulduğunu anlayacaktır. Mükemmel bir şekilde yaratılan insan sadece elli-altmış yıl bu dünyada yaşadıktan sonra yok olup gitmek için yaratılmış olamaz. Çünkü başta insan olmak üzere yaratılan her şeyde kusursuz bir işleyiş vardır.

Kudret ve ilmi sınırsız olan bir Yaratıcının varlığından başka hiçbir şey yaratılıştaki görünen durumu izah edemez. Aklını kullanan, vicdanını devreye sokan her insan bu gerçeği kabullenmek zorunda kalacaktır. Zira bu durumun sayısız delilleri vardır.

Kâinat kitabıyla birlikte, İlâhî kelâm olan Kur’ân-ı Kerim ve yaşantısının her cihetiyle mükemmel bir hayat ortaya koyan eşsiz insan Hz. Muhammed (asm) bu durumun bariz delilleridir. Rabbimizi bize tarif eden üç büyük tanıtıcıdır bunlar... Şimdiye kadar hiçbir kimse bu göz önündeki gerçekleri çürütme gücüne sahip olamamışlardır ve görünen odur ki bu konuda hiç başarılı olamayacaklardır.

Elbette kendilerini “ateist” olarak adlandıranlar bu gerçeklere itiraz edebileceklerdir. Ama onlar şimdiye kadar olduğu gibi hiçbir zaman iddialarını doğrulayacak gerçekçi deliller ortaya koyamayacaklardır. Buna rağmen böylelerinin varlığı dünya var oldukça devam edecektir. Çünkü onlar da kendilerini haklı birer insan olarak kabul etmektedirler. Elbette “Bizim inancımız bize, onlarınki de onlara” diyerek yolumuza devam edeceğiz ve onların aydınlıklara kavuşması için çabalarımızı sürdüreceğiz.

Gerçek şu ki, insanın dünyada misafir edildiğine, başıboş olmadığına ve bir çok maksatlar için yaratıldığına inanan insanlar, bir insanın Allah’ı tanımadan gerçek bir insan olamayacağını, maddî cihetiyle insana benzediği halde, manevî açıdan insan olmanın gereklerini yerine getirmediklerinden hakiki anlamıyla bir insan olarak vasıflandırılmayacaklarına inanmaya devam edeceklerdir.

Diğer yandan, bize göre yanlış yolda olsalar da, her inanç veya inançsızlık sahibi insan, kendini herkesten daha haklı ve akıllı görmektedir. Kendi inançları veya inançsızlıkları konusunda şüpheye düşenler ise, manevî açlıklarını gidermek için yeni arayışlar içine girerler.

Bazıları girdiği inanç sisteminde huzuru bulur veya bulduğunu sanır ve hayatının sonuna kadar yeni hayatına devam eder. Bazıları da kafalarındaki yığınla birikmiş suâllere cevap buluncaya kadar arayışlarına devam ederler. Bazıları ölmeden önce vicdanını rahatlatacak bir sonuca ulaşır. Bazıları da kafasındaki sorularla ecel celladına yakalanmaktan kendini kurtaramaz.

Üzüntü verici diğer bir durum da, bazı Müslümanların, mensup oldukları inanç sisteminin haklılığından emin olmalarına rağmen dünyanın geçici güzelliklerinden kendilerini ayıramaması ve elmas değerindeki inançlarına sarılmama hatasına düşmeleridir. Yani çoğu zaman “Ol mahiler ki derya içindedirler...” misalinde olduğu gibi deryanın içinde bulunduğu halde değerinden habersiz olan balıklara benzemektedirler.

Akıl ve kalb başta olmak üzere bütün duyguların kabul ettiği bir Allah inancı, çürütülemeyen hakikatlerle dolu bir İlâhî Kitap ve insanlığın mükemmel bir medar-ı iftiharı bir Peygamberin (asm) karanlıklardan eser olmayan apaydınlık bir yolu... Dört elle sarılınması gereken gerçekler ve insanı dünyada yücelten ve ölümden sonra da ebedî bir hayat ve saadete kavuşturan hakikatler manzumesi...

Her Müslüman zaman zaman gaflete dalsa da önünde büyük bir kazanma imkânı vardır. Zamanımızın dünya yaşayışı oldukça aldatıcı bir durumda olsa da, her zaman açık olan bir tevbe kapısı vardır. Ve bizler çoğu zaman elmas değerindeki imanî zenginliklerimizi, kırılmış şişe parçası değerindeki dünyevî metalara feda etsek dahi rahmet hazinesi tükenmez bir Rabb-i Rahîmimiz bulunmaktadır... Rahmetine lâyık olabilirsek ne mutlu bize...

02.02.2010

E-Posta: [email protected]



Muzaffer KARAHİSAR

Okudu, anladı, anlattı


A+ | A-

Önceki bir yazımızda 93 yaşında Nurları tanıyan Osman Amca’dan bahsetmiştik. Huzurevinde kendi halinde yaşamakta olan Osman Amca’ya Yeni Asya Gazetesi’nin Aralık 2009’da okuyucularına armağan ettiği ‘Hastalar Risalesi’ni vermiştim. Bediüzzaman’ın ismini ve bazı kerametleri olduğunu duymuş, herhangi bir kitabını görmemiş, okumamıştı. Kitabı aldıktan sonra içinden “Bediüzzaman Said Nursî Kimdir?” bölümünü okuyup ertesi gün odama gelerek; Bediüzzaman’ın hayatının ilk defa bu kitapta yakından öğrendiğini, böyle harika bir zekâya sahip, fevkalade yaşantısı, mücadelesi ve eserleri bulunan başka bir insan tanımadığını söylemişti. Onun hayat seyrinden, çektiği sıkıntılardan ve kahramanlığından çok etkilendiğini ve ona hayran olduğunu anlatmıştı. Hiç tahsil görmemiş, ancak kitap okumaya meraklı olan yaşlı Osman Amca’nın Hastalar Risalesini okuyunca neler anlayacak, gönül dünyasında ne gibi değişiklikler olacak ve anladığını nasıl ifade etmeye çalışacak diye merak etmiştim.

Huzurevindeki salonda, yemekhanede ya da oda ziyaretleri yaparken ona Hastalar Risalesini kastederek “Nasıl gidiyor, derse çalışıyor musun?” diye takılınca söylemek istediğimi anlayıp gülümseyerek çok iyi gittiğini, kitabın bir teselli kitabı, bir hazine olduğunu söylüyordu. Hayatı boyunca çileler, sıkıntılar, hastalıklar çekmiş, musibetlere uğramış bir insan olarak onun Hastalar Risalesini nasıl anladığını, nasıl yorumlayacağını çok merak ettiğimden müsait bir zamanda oturup sohbet etmenin fırsatı kolladım.

Onun da, benim de zamanımızın uygun olduğu, sakin bir akşam üstü sohbet için odada buluştuk. Hal hatır sorup sohbet etmek ve daha sonra da Hastalar Risalesi konusunda kanaatini ve anladıklarını öğrenmek isteyecektim. Ancak onun bir an önce kitaptan bahsetmek için acele ettiği anlaşılıyordu.

Bediüzzaman’ın hak vergisi harika zekâsına, dehasına ve kahramanlığına olan hayranlığını tekrar dile getirdi. Hastalar Risalesi’nde bahsedilen hastalıklar ve musibetlerin çoğunu görüp yaşadığını anlattı. Ölümcül hastalıklara yakalandığını, beyin ameliyatı geçirdiğini, iki sene gözleri kapandığını, maddî musibetleri, sıkıntıları anlatarak hepsini yaşadığını, gördüğünü kitabı okuyunca hatırladığını bahsetti. Okuduğu kitaptan aldığı derslerle hayattaki gördüklerini birleştirip genel bir hülasa yaptı:

“Hayatta mutlu olabilmek için kendimizden yukarıda olanlara bakarak şikâyet etmemek; kendimizden aşağıda olan nice hastalara bakıp ibret almalıyız. Kitap her türlü hastalıklara karşı insanlara teselli ve moral veriyor. Hastalığın Allah’tan geldiğini, sıhhati, şifayı verecek de O’nun olduğunu, sabredilince karşılığında büyük ecirler ve sevaplar verileceğini, şikâyet etmemek gerektiğini; hastanın duası kabul olur, Allah’a ulaşır, geri çevrilmez. Hastalık, ölümü, Allah’ı hatırlatır, Cennete girmeye vesile olur. Allah insana mal verse, sağlık verse belki de azıp yoldan saparak; O’nun rızasından çıkıp hakkında şer olacak…”

Bildiklerini, aklında kalanları böyle hülasa ettikten sonra Osman Amca, elindeki kitabı göstererek “Esas şifa, çare, iksir burada. Kafadan atmakla olmaz, yerinden kaynağından okuyalım” diyerek kitabı açtı ve okumaya başladı. O yaşına rağmen bütün ciddiyet ve samimiyetiyle elindeki kitabın sayfalarını karıştırırken gözümde ve gönlümde o kadar büyümüştü ki 93 yılın onun simasına bıraktığı çizgiler, gür kaşları, ak sakalı ve ciddî bakışları bir müderris kadar etkili; sözleri ile duruşundaki samimiyetin huzurunda, rahle-i tedrisinde ders alan bir talebesi gibi önünde oturdum, eğildim, küçüldüm, eridim. Onun ilgisine, çabasına, gayretine olan hayranlığım arttı. Dünyadan ve insanlardan hiç bir şey beklemeden bir nur halesini, şifa kaynağını, hazinesini elinde tutarak bana ders veriyordu. Anlamış, idrak etmiş, sevmiş, gönül vermiş ve inanmış bir insan olarak. Bir hakikat ummanın damlasından nasiplenen bir piri fani; ondaki nimetleri, müjdeleri, güzellikleri tatmış, bizlere de ikramda bulunmaya çalışırken gösterdiği gayrete hayran olmamanın imkânı yoktu. Elindeki kitaptan yıllarca okumuş, anlamış ve ders yapmış bir hatip gibi fıtrî şekilde ders yapıyordu. Kısa misaller veriyor, okurken arada bir başını kaldırıp gözümün içine bakıyor, anlayıp anlamadığımı ya da dinleyip dinlemediğimi süzüyordu. Bütün dikkatimle ona yöneldim ve onun ağzından çıkan kelimelerin; gerçeklerle, tecrübelerin mezcedilmiş bir hülasası gibi hasta olan ruhuma, kalbime, bedenime ab-ı hayat iksiri gibi nüfuz etmesini istiyordum. Yorulmadan, usanmadan ders devam ediyordu. O dersten almış olduğumuz keyif ve lezzet en az onun kadar beni de mest etmişti. Farklı ‘deva’lardan okuyordu. Yirmi Üçüncü Deva’ya geldiğinde “Ey kimsesiz, garip, bîçare hasta!” cümlesini okurken yüzü biraz donuklaştı, sesi kısıldı ve titredi. Hafif bir öksürükle durumu geçiştirdi ve kitaptan gözlerini ayırmadan devam etti. Deva’nın sonuna doğru oradaki müjde ve teselli nedeniyle rahatladı. Sesi, nefesi, siması düzeldi. Çehresinde mutluluğun izlerini haber veren tebessüm fark edildi.

Bu sohbet gönül dünyamda, ruhumda, kalbimde yerleşmiş olan hastalıkları, acıları, elemleri bana hatırlattığı gibi çaresini de gösterdi. Çok ibretler, dersler aldım, istifade ettim. Bu hakikatları anlatmak için, Nur’a, Kur’ân’a, imana ve İslâma davet ederken; eşref-i mahlûkat olan insanların kapısını çalmak, el uzatmak, yardımcı olmak, gayret göstermek gerektiğini; insanların beli bükülmüş ihtiyarları da olsa ihmal etmemek gerektiğini anladım. Onların ilerlemiş yaşları, çektikleri sıkıntılar nedeniyle aciz vücutlarının ve teselliye muhtaç ruhlarının Nurlara daha çokmuhtaç olduklarını unutmamak gerektiğini anladım.

“Çok aciz ve çok zayıf ve çok fakir ve çok ihtiyaçlı ve kendi malikini ve hamisini ve müdebbirini ve hafîzini bulmaya pek muhtaç ve müştak olan...” insanların, Kur’ân’ın bu asra has eczalarından çaresiz görünen dertlerine çareler bulmaları temennisi ve duası ile...

02.02.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Bu ne haber, bu ne reklam?


A+ | A-

Gariplikleri ve çelişkileri anlatan meşhur bir deyim olan “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?”nu tahrif ederek “Bu ne haber, bu ne reklam?” şekilde sormamızın elbette bir besebi var.

Çok satmak ve “renkli” olmakla övünen bir gazete, hemen her gün karşılaştığımız bir hadiseyi manşetine taşımış: “Alkol faciası.” Habere göre çocuklarını ziyaret için gittikleri Almanya’dan dönen anne-baba, otogara gitmek üzere bir taksiye binmiş. Sürücüsü dahil içinde bulunan 5 kişinin tamamının alkollü olduğu bir cip, kırmızı ışıkta bekleyen bu taksiye arkadan çarpmış ve çocuklarını ziyaretten dönen anne-bana kazada vefat etmiş. Haberin devamı, benzer kazalardan sonra yaşananlarla aynı: Sürücü tutuklanmış vs.

“Burada tuhaf olan ne?” sorusu akla gelebilir. Tabiî ki haberde bir tuhaflık yok, aksine doğru bir haber. Tuhaflık, “alkol faciası”nı manşete taşıyan bu gazetenin (Posta, 31 Ocak 2010), aynı sayısının arka sayfasını bir alkollü içki firmasının reklamına ayırmış olması... Ana sayfada ‘tehlike’ye dikkat çekip, arka sayfada o ‘tehlike’nin reklamı yapılması nasıl izah edilebilir?

Her imkân ve fırsatta bu tehlike dikkat çekmeye çalışıyoruz, ama ne hikmetse Türkiye’yi ‘idare edenler’in bu konuya ayıracak zamanları yok! Göstermelik yönetmelikler hazırlanarak güya alkollü içkilerin reklamlarının yapılması engellenmeye çalışılıyor, ama fiili durumda bir değişiklik olmuyor. Alkollü içkilerin reklamları, geçmiş yıllarda bu kadar pervasız olarak yapılamıyordu. İlmin ve tıbbın ikazlarına rağmen, son yıllarda alkollü içkilerin reklamlarında gözle görülür bir artış var.

Su sorunun ikna edici bir cevabı verilebilmiş değil: “Sigaranın gazeteler vasıtasıyla reklamının yapılamadığı bir ülkede, nasıl oluyor da alkollü içkilerin reklamları yapılabiliyor?”

Kimileri diyebilir ki, “Sigara daha zararlı!” Öyle bile olsa, hiç kimse “Alkollü içki zararlı değildir” diyebiliyor mu? İnsanın aklını iptal edip adeta ‘deli’ eden aklollü içkilerin reklamlarının hâlâ devam ediyor olabilmesi Türkiye’nin en büyük problemlerinden biridir. Başka zararları görmezden gelinse bile, sadece trafik kazalarına sebep olması bile bu ‘kötü’lüğün reklamının yapılmasının engellenmesi için yeterli sebep olsa gerek.

Her şeyi anlıyoruz da, gençlerin sağlık ve ahlakî değerlerini korumak iddiasıyla kurulmuş olan dernek, vakıf ve benzeri kuruluşların bu konudaik sessizliğini anlayamıyoruz. Bir iki dernek müstesna, bu çelişkiye ciddî olarak itiraz edenlerin sesi duyulmuyor. Acaba bu konu göz ardı edilebilecek kadar ehemmiyetsiz mi?

Üstelik bu musibetle mücadele etmek isteyenlere destek olabilecek onlarca kişi, kurum ve hukukî altyapı da mevcut. En başta ihtilalcilerin ‘hediye’si de olsa, yürürlükteki anayasa hükmüne göre gençleri ‘zararlı alışkanlıklardan korumak’ devletin de vazifesi. Devlete, unuttuğu bu vazifesini hatırlatmak gerekmez mi?

Türkiye’yi ‘idare edenler’e bir defa daha sesleniyoruz: Alkollü içkilerin hiç değilse gazetelerde reklam edilmesini, tüketilmesinin teşvik edilmesini ve ‘masum’ gösterilmesine engel olur. Bu konuda yanlış yorumlanabilecek yönetmelikler yerine, doğru dürüst yönetmelikler hazırlayın. Ve her şeyden önemlisi; hazırlanan adil kanun ve yönetmelikler ciddî olarak uygulansın.

Alkollü içkilerin gazetelerde reklamlarının yapılmasını istemiyoruz, vesselâm.

02.02.2010

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Dünyanın geleceği Afrika’da


A+ | A-

Afrika Birliği’nin 14. Zirvesi bugün sona eriyor. 1999 yılında Afrika Birliği adını alan örgüt, Afrika ülkelerini birleştirmeyi, Avrupa Birliği benzeri bir birlik halinde küresel dünyada yerini almayı amaçlıyor. Bu yılki zirvede birliğin yeni bayrağı tanıtıldı. Son bir yıldır birlik başkanlığı görevini yürüten Kaddafi görevini devretti. Bu zirvede bilgi iletişim teknolojilerinin Afrika’nın geleceğindeki yeri tartışıldı.

Bu vesile ile Afrika’nın geleceğine dikkatinizi çekmek istiyoruz. Hep yoksulluk ve çatışma görüntüleriyle bize tanıtılan Afrika dünya nüfusunun yüzde 13’ünü barındırıyor. Buna karşın dünya ticaretindeki payı yalnızca yüzde 2. Gayrisafi Millî Gelirin ise yalnızca yüzde 1’i bu kıtada üretiliyor. Bu yönüyle çok umutsuz bir görüntü çizen Afrika’nın bu hale gelmesinde sömürgeci devletlerin büyük payı var. Bu kıtanın tüm değerli kaynaklarını uzun yıllar boyu Batılı sömürgeci devletler tüketti. Kaynaklar yetmedi insanlarını da köle ticaretinde kullandılar. Kıtayı terk ederken de, geriye çatışmalar, ayrılıklar ve kaos bıraktılar. Halen bir çok ülkede çatışma, dikta rejimleri egemen. BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon açılış konuşmasında “Afrika’da anayasaya aykırı hükümet değişikliklerinin yeniden ortaya çıkışı ciddî bir kaygı konusudur” diyor ve ekliyordu; “İktidarı ele geçirmek için yerleşik süreçlerin maniple edilmesine karşı tedbirli olmalıyız.” Zaten demokrasi ve hukukun üstünlüğünden yoksunluk, ülkelerin gelirlerinin iktidarı elinde bulunduran azınlık tarafından yağmalanıp, halkın yoksullaştırılmasının da temel sebebi.

Gerçekten de geçen yıl Madagaskar, Gine, Nijer ve Moritanya’da demokratik rejimlerin yerini darbelerle gelmiş iktidarlar aldı. Somali ve başta olmak üzere bir çok bölgede iç çatışmalar sürüyor.

Ama tüm bunlar dünyanın geleceğinin Afrika’da yattığı gerçeğini değiştirmiyor. Çünkü dünyanın gelecekteki en büyük sorunu gıda temini olacak. Dünyanın gıda ambarı olmaya aday tek bölge ise Afrika kıtası. Batılı ülkeler bunu fark ettikleri için, şimdiden Afrika’ya yatırım yapmak üzere sıraya girdiler. Avrupalı şirketler büyük birlikler oluşturarak tarım alanına yatırımlar yapıyor. Bu zirveye İspanya Cumhurbaşkanı Zapattero’nun da katılması, bu ülkenin kıtaya verdiği önemin göstergesi.

Tüm sömürgeciliğe rağmen Afrika kıtası çok büyük doğal kaynak rezervlerine, çok verimli ve geniş topraklara sahip. Bunları işleyecek genç nüfusu da var. Yalnızca özgürlükten yoksun halkların tümü gibi, Afrikalılar da planlı ve düzenli kalkınmaya ve çalışmaya alışık değil. Buna kıtadaki sermaye yetersizliği ve eğitimli işgücü, eksikliği de eklenince, şekeri, unu ve yağı olduğu halde helva yapmayı bilmeyenler gibi kalıyorlar. Örneğin Türkiye’den bazı belediyeler Nil nehri kıyısındaki Sudan topraklarındaki insanlara pirinç yetiştirmeyi öğretiyor. Onlarca yıldır bu imkândan habersiz ülkede çok önemli bir gelişme bu.

Bu yarışta Türkiye’nin de yerini almasının zamanı geldi de geçiyor bile. Bu zirvede en azından başbakan düzeyinde temsil edilmemiz yararlı olmaz mıydı?

Ülkemiz inşaat ve tarım alanında yeterli bilgi ve teknoloji donanımına, yeterli sermayeye sahip. Coğrafi olarak da yakınlık avantajı var. Öyleyse bu gücünü, özellikle Kuzey kısmı ile—İslâm ve Osmanlı ortak paydası nedeniyle—ortak değerlere sahip olduğu Afrika’da kullanmalı. Son yıllarda TİKA ve sivil toplum kuruluşlarının Afrika’ya yönelik çabalarını, Libya ile ortaklaşa yürütülen girişimleri, özel teşebbüsün belli ülkelerdeki yatırımlarını takdirle karşılıyoruz. Ancak organize olmayan bu çabalar yeterli değil. Türkiye, Batılı ülkelerin aksine ucuz Afrika hammaddesini satın alıp ülkemizde işleyerek dünya pazarlarına satma yerine, doğrudan Afrika’ya yatırım yaparak, burada üreterek, bu kıtanın kalkınması ve gelişimine önemli katkılar sağlama potansiyeline sahip. Dinlediğimiz başarı öyküleri de bu değerlendirmeyi destekliyor.

Öyleyse devlet ve özel sektörün el ele Afrika’ya koşmasının vakti geldi. Umarız tüm dünyanın gözünü diktiği ihmal edilmiş kıtaya hem refahın ve kalkınmanın götürüldüğüne, hem de ülkemizin kabına sığmayan girişimcilerine yeni alanlar açıldığına tanık olmayı daha çok beklemeyiz.

02.02.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Reformlar yapılmayınca


A+ | A-

Hükümet, yedi seneyi aşkın iktidarında yapamadığı veya yapmadığı reformları şimdi yeni vaad paketleri halinde gündeme getirerek halkta yine beklentiler oluşturma ve seçmen kitlelerinin giderek azalmaya yüz tutan desteğini yeniden canlandırma çabasında.

Mini anayasa paketlerinin, referanduma alışma söylemlerinin, halkoyuna gitme sürecini kısaltma girişiminin ve aylardır gündemde tutulan “demokratik açılım”ın altında yatan ana saik bu.

Meclisten geçecek bir anayasa değişikliği için yapılacak referandumun 120 gün yerine 60 günde gerçekleşmesine imkân verecek düzenleme, ilk bakışta iktidarın anayasa reformu konusundaki tutukluğunu aşmak için adım atmaya nihayet niyetlendiğinin işareti olarak yorumlanabilir.

TBMM Başkanının 10-15 maddelik bir değişiklikten söz etmesiyle başlayıp referandum süresini kısaltmaya yönelik önerge ile hızlanan süreç, Başbakanın “Anayasa değişikliklerini, Meclisi uzun süre meşgul edecek kapsamlı düzenlemeler yerine mini paketler halinde gündeme getireceğiz” mealindeki sözleriyle devam ediyor.

Aslında bunun için verdikleri en son taahhüdün tarihi, 29 Mart yerel seçiminin sonrasıydı.

Ama aradan on ay geçmiş olmasına rağmen, maalesef o istikamette hiçbir yeni adım atılmadı.

Atılmadıkça da hem iktidar, hem Meclis, hem de ülke derinleşen bir sıkışma ve tıkanma sürecine girdi. Darbe planları, operasyonlar ve suikast iddiaları gibi, demokratik hesaplaşma görüntüsü verilen gündemlerle epeyce meşgul olundu, ama gelinen noktaya bakıldığında somut kazanım olarak kayda değecek bir gelişme yok.

Peki, bundan sonra birşeyler yapılabilir mi?

Özellikle anayasa meselesinde fena halde zorlanan hükümet sözcüleri, bir taraftan Türkiye’nin bu anayasa ile hiçbir yere varamayacağını vurgulu ifadelerle dile getirmeye başlarken, diğer taraftan “Muhalefet engellediği için yapamıyoruz” diyor ve değişikliği seçime erteliyorlar.

Ama seçime kadar dahi beklemesi mümkün olmayan konular var ve bunların başında, yargı cenahında yaşanan kriz geliyor. Yargıtay’da boşalan ve aylardır doldurulamayan 34 üyelik için seçimlerin nihayet yapılmış olması, krizin sona erdiği anlamına gelmiyor. Çünkü HSYK zeminindeki çatışma derinden derine devam ediyor.

Hükümet gerek HSYK’da, gerekse Anayasa Mahkemesinde üye sayıları, seçim prosedürleri, görev ve yetkiler noktasında değişiklikler yapma niyetini daha önce de defaatle ortaya koymuştu.

Ama her defasında tepkiler üzerine geri adım attı ve konuyu rafa kaldırdı. Şimdi AB’ye de söz verdiği “yargı reformu stratejisi” çerçevesinde, meseleyi bir mini anayasa paketiyle yine gündeme getirmeye hazırlanıyor veya öyle görünüyor.

Ancak küçük de olsa bir anayasa paketini, hele AYM ve HSYK gibi rejim ve sistem açısından stratejik öneme sahip kurumlar için hatırı sayılır düzenlemeler öngören bir içerikle, anayasanın öngördüğü asgarî kabul sayısını bularak Meclisten geçirebilmesi dahi zorlaşmış gibi görünüyor.

AKP’nin Meclisteki sandalye sayısıyla, referandumsuz bir anayasa değişikliği yapması zaten mümkün değil. Referanduma götürülecek bir değişiklik için gereken asgarî sayı ise 330. Ve Şamil Tayyar’ın iddiasına göre, iktidar partisi bir anayasa oylamasında kendi içinden hiç beklemediği sürpriz fireler yaşayabilir. (Taraf, 18.1.10)

Eğer AKP, AYM’deki kapatma dâvâsında kararın açıklanmasından hemen sonra, parti kapatmaları daha da zorlaştırmak başta olmak üzere bazı düzenlemeleri gündeme getirmiş ve sonuçlandırmış olsaydı, son sıkıntılar olmazdı.

Şimdi, gerek balyoz planı, gerekse AYM’nin askere sivil yargı düzenlemesi için verdiği iptal kararı, hükümeti “birşeyler yapma” konusunda zorlayacak bir toplumsal atmosfer de oluşturdu.

Ama buna karşı direnç de keskinleşti.

Bakalım, bu saatten sonra, yaşanan tıkanıklıktan referandumlu bir çıkış yolu bulunabilecek mi?

02.02.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl