Neler aldığımı bilmeden verdim. Hani emanetti ya elimdekiler, ellerimle tutarak vermek, emanetle başka bir emaneti teslim etmek çok garipçeydi.
Hani âcizdim de bu kadar da değil. Güzel olan bunca fakirliğime rağmen bana vermeyi hissettirmesiydi ve o sevinci lütfetmesiydi.
Aslında veren O’ydu, bense ne kadar da çok veriyorum sanıyordum. Bir de üstelik verdiklerimi (!) sayıyordum. Bunları biliyordu elbet ve haberdardı en ince hislerime kadar. Utanmazken ve ince hesaplar peşindeyken Habibi (asm) buyuruyordu “…saymadan ver ki Allah da sana saymadan versin.” Bu ne demekti ve nasıl cömertçe bir müjde? Sonsuz ve tükenmez rahmet hazinelerinden sayamayacağım kadar ikramı vardı.
Ağaçlar kalem, denizler mürekkep olsa iç âlemimi yazmakla bitiremezdim de daha cismim ve etrafım varken sayarak vermek zalim ve cahil nefsimin aldanmasıydı. Nasıl da fısıldıyordu şeytan, hevama harcadıklarıma –ki şefkatle bu cahillikten uyandırıyordu tekrar tekrar- haklı ve rızaya bıraktıklarıma açgözlü baktırarak.
Nasıl unutur insan kendini? Hani mülk olduğunu ve mülk Sahibi’nce tasarruf edildiğini. O’na has işte, yalnız O’na has ki, Sahib-i Mutlak O iken, hür kılmış ve hak tanımış da sabırla bekliyor, hatırlasın Kendisini kulları ve va’d ettiklerini kazanmaya çabalasınlar. Emanetti sözlerim ve ağzımda oynayan dilim, emanetti emaneten dikilmiş favori gömleğim. Öyle bir haldeyken sahip sandım da gururla verdim emanetimi. Uyanınca ne garipçeydi böyle vermeklere sevincim.
Mevhum bir veriş bile ne kadar lezzetliydi. Paylaşmak, vakit ayırmak, güç harcamak, hareket etmek ve çoğalmak, bereketlenmek hep verilmişliklerin birikimiydi. Güzel neticeler, faydalı şeyler oluyordu ve insan kendini fark ediyordu; âciz ve fakir diye. Hakikî kudret ve gâni nasıl olurmuş, birazcık kıyaslıyordu ve utanarak hamdediyordu artık. Artık iltica ve yakarış artık gururdan sıyrılış sırasıydı. “Allah ve rasûlü kalana kadar verenler” kervanına dahil olmaya koşuyordu şaşkınca. Nasıl veremezdi ki emanetti her şey.