Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 02 Haziran 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

AYET

O peygamberler ki, Allah'ın emirlerini tebliğ eder, yalnız Ondan korkar ve Allah'tan başka hiçbir kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah kâfidir.

Ahzâb Sûresi: 39

02.06.2006


HADİS

Kim bir zâlime yardım ederse, Allah o zâlimi ona musallat eder.

Câmiü’s-Sağir, c. 3, No: 3578

02.06.2006


Asıl musibet, dine gelen musibettir

Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlâhiyeye iltica edip feryad etmek gerektir. Fakat dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler. Bir kısmı ihtar-ı Rahmânîdir. Nasıl ki çoban, gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler ki, zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunâne dönerler. Öyle de, çok zâhirî musibetler var ki, İlâhî birer ihtar, birer ikazdır. Ve bir kısmı keffâretü’z-zünubdur. Ve bir kısmı, gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve zaafını bildirerek bir nevi huzur vermektir. Musibetin hastalık olan nevi, sabıkan geçtiği gibi, o kısım, musibet değil, belki bir iltifat-ı Rabbânîdir, bir tathirdir.

Rivayette vardır ki, “Ermiş bir ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşüyor; sıtmanın titremesinden günahlar öyle dökülüyor.”

Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm, münâcâtında, istirahat-i nefis için duâ etmemiş. Belki zikr-i lisanî ve tefekkür-ü kalbîye mâni olduğu zaman, ubudiyet için şifa talep eylemiş. Biz, o münâcatla birinci maksadımız, günahlardan gelen mânevî, ruhî yaralarımızın şifasını niyet etmeliyiz. Maddî hastalıklar için, ubudiyete mâni olduğu zaman iltica edebiliriz. Fakat muterizâne, müştekiyâne bir sûrette değil, belki mütezellilâne ve istimdatkârâne iltica edilmeli. Madem Onun rububiyetine razıyız; o rububiyeti noktasında verdiği şeye rıza lâzım. Kazâ ve kaderine itirazı işmam eder bir tarzda ah, of edip şekvâ etmek, bir nevi kaderi tenkittir, rahîmiyetini ithamdır. Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmeti itham eden, rahmetten mahrum kalır. Kırılmış elle intikam almak için o eli istimal etmek nasıl kırılmasını tezyid ediyor; öyle de, musibete giriftar olan adam, itirazkârâne şekvâ ve merakla onu karşılamak, musibeti ikileştiriyor.

Lem’alar, 2. Lem’a, s. 18

Lügatçe:

Musibet-i diniye: Dinle ilgili, dine yönelik tehlikeler, belalar.

dergâh-ı İlâhiye: İlâhî dergâh, sığınak.

iltica: Sığınma.

ihtar-ı Rahmânî: Cenâb-ı Hakkın şefkat ve merhametiyle yaptığı ikaz.

keffâretü’z-zünub: Günahların kefareti.

iltifat-ı Rabbânî: Terbiye ve idare eden Cenâb-ı Hakkın bir lütfu.

tathir: Temizleme.

istirahat-i nefis: Vücudun istirahati.

zikr-i lisanî: Dil ile yapılan zikir.

tefekkür-ü kalbî: Kalb ile yapılan tefekkür.

ubudiyet: Kulluk, ibadet etme.

muterizâne: İtiraz edercesine.

müştekiyâne: Şikâyet edercesine.

mütezellilâne: Zelil bir şekilde.

istimdatkârâne: Yardım dilercesine.

rububiyet: Allah'ın terbiye ve idare ediciliği.

işmam: Hafif olarak hissettirme, koklatma.

şekvâ: Şikâyet.

rahîmiyet: Merhamet edicilik.

tezyid: Ziyadeleştirme, arttırma.

Bediüzzaman Said NURSİ

02.06.2006


Bediüzzaman’ın Mardin hayatı üzerine bazı tesbitler

Büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Said Nursî’nin Mardin’de geçirmiş olduğu hayat devresi ile ilgili olarak yapılan araştırma eserlerinde, ayrıntılı ve açıklayıcı bilgilere—yeterince—ulaşılamamıştır. Bediüzzaman’ın hayatı konusunda, birinci elden bilgiye kardeşinin oğlu Abdurrahman Nursî tarafından yazılan ve yayınlanan ‘’Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatı’’ adlı 1919 yılı basımı eserle ulaşıyoruz. Ancak bu eserde de Bediüzzaman’ın Mardin’de geçirmiş olduğu devrede yaşanan hadiselere ve sürgün olayının detayına ilişkin tarih bilgilerine ulaşamıyoruz. 1958’de Nur Talebeleri tarafından yayınlanan Tarihçe-i Hayat’ta da, adı geçen eserdeki bilgiler hiçbir ilâve yapılmadan aynen aktarılmıştır. Her iki eserde de Bediüzzaman’ın Mardin’e geliş tarihi belirtilmemiştir. Ancak 1974’te basılan Necmettin Şahiner’in Bediüzzaman’ın kronolojik hayatının anlatıldığı eserde, Mardin hayatı ile ilgili olarak hayatta olan şahitlere dayanılarak iki hatıra nakledilmiş ve Bediüzzaman’ın Mardin’e geliş tarihi olarak da 1892 tarihi gösterilmiştir. Daha sonra Abdülkadir Badıllı tarafından hazırlanan üç ciltlik ‘’Mufassal Tarihçe-i Hayat’’ta ise, bu tarih 1895 olarak kayda geçmiştir. Bizce de Badıllı’nın tesbit ettiği tarih daha sağlıklıdır. Çünkü Risâle-i Nur Enstitüsünce yapılan en son araştırmada Bediüzzaman’ın doğum tarihi 1878 yılı olduğuna göre ve Mardin’e 16 veya 17 yaşlarında geldiğine göre, geliş tarihi 1894 veya 1895’tir. Bu tarih de H. 1312 yılına tekabül etmektedir. Şahiner’in 1892 tarihini tesbit etmesi Bediüzzaman’ın doğum tarihini 1876 yılı olarak kabul etmesinden kaynaklanmaktadır.

Bediüzzaman’ın siyasî hayata ilk girişi 1895 yılında Mardin’e gelmesiyle başlamıştır. O yılda Mardin birçok karışıklığa sahne olmuştur. Bazı aşiretler Ermeni köylerine saldırmış, öldürme ve yaralama neticesinde Ermeniler şehir merkezine sığınmışlardır. Mardin’in ileri gelen din âlimleri onlara sahip çıkmış, sağduyulu davranarak ileride oluşabilecek büyük bir kaosun önüne geçmişlerdir. Bediüzzaman’ın bu konudaki rolünü kesin bilemiyoruz. Ancak tarihî belgeler incelendiğinde, bazı bilgilere ulaşabileceğiz.

Molla Said, Mardin’de bulunduğu sıralarda biri Cemaleddin-i Afganî Hazretlerine, diğeri Sünusî tarikatına bağlı iki dervişle karşılaşır. Bu iki seyyahın İslâm Birliği düşüncesi, ona yol gösterici olur. Aynı zamanda hürriyet düşüncesi de Mardin’de alevlenir. Namık Kemal’in “Rüya” adlı makalesi eline geçer ve böylece onun hürriyet ve fikir mücadelesini takdir eder ve daha sonra Münâzarât adlı eseriyle bu düşüncelerini anlatmaya çalışır.

Bediüzzaman’ın Mardin hayatı, yayınlanan eserlerden edindiğimiz bilgilere göre, çok hareketli ve çalkantılı geçmiştir. Onun medrese talebeleri ve âlimlerle münâzâraları neticesinde kendini kabul ettirmesi, Meşrûtiyet ve Hürriyet düşüncesi ile ilk tanışması ve en önemlisi de ilk defa siyaset hayatına Mardin’de başlaması kayda değerdir. Evet, Bediüzzaman ilk defa devlet sistemi ile tanışacak, devletle yüzleşecek ve bilinmeyen sebeplerle ‘bir mutasarrıfın pençe-i kahrıyla’1 Bitlis’e sürgün edilecekti.

Bediüzzaman’ı sürgüne yollayan mutasarrıfın adı eski tarihçelerde belirtilmemektedir. Ancak Şahiner’in adı geçen ilk baskı eserinde Nadir Bey ismi geçmektedir. Bu kaynağa dayanarak, daha sonra yapılan bütün araştırmalarda bu isim yazılmıştır. Halbuki Nadir Bey, Mardin’e 1919 yılında mutasarrıf olarak atanmıştır. O tarihte ise, Bediüzzaman İstanbul’dadır. Şahiner, kitabının son baskısında hatasını anlamış olmalı ki, mutasarrıfın ismini vermemiştir.

Bediüzzaman H. 1312 yılında Mardin’e geldiğine göre, o zaman Diyarbakır vilayetine bağlı bulunan Mardin Sancağı mutasarrıfının Selanikli Mehmet Enis Efendi* olduğunu "Diyarbekir Salnameleri"nden öğreniyoruz. Daha sonra Diyarbakır’a vali olarak atanan ve Enis Paşa olarak bilinen Rumeli Beylerbeyi unvanına sahip bu zât, mutasarrıf olduğu 1895 yılında, yağmacı kabileler köylere saldırmış, saldırıya uğrayan halk da şehir merkezine sığınmıştır. Mardin’in âlimleri ve ileri gelenleri Ermenileri himaye etmeye ve yardımcı olmaya çalışmışlardır. Bu arada Patrik Azaryan Efendi, mutasarrıfın ‘pençesi’nden2 Kazasyan Havsep Efendi tarafından kurtarılmıştır. I. Meşrûtiyet döneminde, Diyarbekir mebusu olarak Meclis-i Mebusan’a seçilmiş bulunan Havsep Efendi, 640.000 altın zarara uğramış, ‘valinin doymak bilmez iştahının, zindanda ölüme mahkûm ettiği bu bahtsız adam’ oğlu Diran ve yeğeni ile İstanbul’a gitmişti.3

Devlet arşivlerinde Ermeni meselesi ile ilgili bir belgede; Vali Enis Paşa’nın Diyarbakır’da görevli olduğu 1896 senesinde, Ermeni meselesinde karışıklık yaşandığı bahanesi ile Fransa Büyükelçiliği tarafından sadrazamlık makamı vasıtasıyla Paşa’nın görevinden azli istenildiği anlaşılmaktadır.

Bediüzzaman’ın mutasarrıf Enis Paşa tarafından sürgün edilmesi olayının perde arkası ve gerçek mahiyetini öğrenebilmemiz için 1895 senesinin mutasarrıflık ve adlî yazışmalarını incelemek gerekir. Onu da işin uzmanlarına havale ediyoruz. Şayet bu belgelere ulaşabilirsek, Bediüzzaman’ın devletle ilk tanışmasını ve Selanikli Enis Paşa ile aralarında hangi meselelerin konu edildiğini öğrenmiş olacağız.

Bediüzzaman’ın Mardin’den sürgünü ile ilgili bir iddia da şöyle:

Mardin’de yaşamış bulunan büyük âlimlerden Şeyh Yusuf Efendi (1873-1956) gençliğinde Şehidiye Camii’nde Bediüzzaman’la tartışmaya girdiği, onu ‘’Delâil-i zâhire hakkında milleti şüpheye düşürmekle’’ suçladığı, sertleşen tartışmanın sonunda Said Nursî’nin Mardin’den sürüldüğü anlatılmaktadır.(4) Bediüzzaman’ın sürgünü, sadece bu olayla açıklanamaz. Yine belirtmeliyiz ki, devlet arşivlerindeki ilgili belge ve bilgilere ulaşılmadan bu konuda kesin bir hükme varamayız. Özellikle yakın tarih araştırmacılarına büyük bir iş düşmektedir.

DİPNOTLAR:

1- Tarihçe-i Hayat, s. 39, Y. Asya Neş.

2- Garip bir tevafuk: Tarihçe-i Hayat’ta geçen “bir mutasarrıfın ‘pençe-i kahrı’” ifadesi ile Chermetant’ın 1896 tarihli mektubunda geçen “pençe” tabiri Selanikli Mutasarrıfın açık bir özelliğini ortaya seriyor.

3- Mardin Aşiret-Cemaat-Devlet. Tarih Vakfı 2001: 326’dan iktibasen Chermetant t.y:86

4- A.g.e., 2001:367

* Selanikli Mehmet Enis Efendi’nin ismi direkt olarak Risâle-i Nur’da geçmemektedir. Tarihçe-i Hayat’ta, “Molla Said çok genç yaşta iken siyasî hayata atılır, vatan ve millete hizmete başlar. İlk hayat-ı siyasiyesi Mardin’de başlamıştır. Bunun üzerine bir mutasarrıfın pençe-i kahrıyla, elleri bağlı, muhafız nezaretinde Bitlis’e nefyedildi…” (Tarihçe-i Hayat, 1996, s. 39) denilmektedir. (...) 8 Eylül 1892’de ikinci kez Mardin Mutasarrıflığına tayin edilen Enis Efendi, 13 Nisan 1896 tarihine kadar bu görevi sürdürmüş, 1 Ekim 1895’ten itibaren de ilâveten Diyarbakır Vali vekilliğini de yapmıştır. Dolayısıyla Bediüzzaman’ı Bitlis’e sürgün gönderen, Enis Efendi’den başkası değildir. Ayrıca, bu tarihlerde, Mardin’in durumunun karışık olması, özellikle Enis Efendi’nin buraya tayin edilmesi ve otoriter kimliğinin ön plana çıkması, tarihçede verilen bilgileri doğrulamakta ve kuvvetlendirmektedir. (Yeni Asya, 01.04.2005, Enstitü sayfası, Portre)

Mehmet Selim MARDİN

02.06.2006


Cevşenü'l Kebir’den

— 93 —

1. Ey her şeyin Evveli ve Âhiri,

2. Ey her şeyin İlâhı ve Sanatkârı,

3. Ey her şeyin Râzıkı ve Hâlıkı,

4. Ey her şeyin Yaratıcısı ve Sultânı,

5. Ey her şeyi Daraltan ve Genişleten,

6. Ey her şeyi ilk defa Yaratan ve öldükten sonra tekrar İâde Eden,

7. Ey her şeye gerekli sebepleri Yaratan ve bir ölçü Takdir Eden,

8. Ey her şeyi terbiye ve idâre Eden,

9. Ey her şeyi Döndüren ve Değiştiren,

10. Ey her şeyi Dirilten ve Öldüren,

Sen bütün kusûr ve noksan sıfatlardan münezzehsin, Senden başka ilâh yok ki bize imdat etsin. Emân ver bize, emân diliyoruz. Bizi Cehennemden kurtar.

02.06.2006


Zübeyir Gündüzalp'in kaleminden

Münekkit ve kusur sayıcılardan olma!

* A benim güzel dostum! Çok kere olduğu gibi, bugün gene çok tenkitler ettin. Kusurlar, hatalar saydın. Acaba gıyabında tenkitler yaptığın, gıybetini ettiğin Allah’ın kullarının o yaşa kadar olan iyiliklerinden, hayra hizmetlerinden, güzel huylarından, zararsız hallerinden ne kadarını yâd ettin, kaç tanesini saydın? Münekkit ve kusur sayıcılardan olma. Korkarım ki, zulümkâr olursun.

* Çok tenkitçilerin, gıybetçilerin, herkesin kusurlu işlerini sayanların meclislerine yanaşma. Bu kötü ahlâk sana da bulaşır. Hem çabuk bulaşır. Zira bu fena huyun muharriki nefistir. Nefsânî şeyler, nefisleri kolayca harekete geçirir.

02.06.2006


İlâh

Allah (c.c.), bütün kâinatın İlâhıdır. Kendisine tesbih ve tazim edilen, yüce tutulan, büyük olduğu bilinen, Kendisi için fedâ olunan, izzet ve yücelik sahibi olan tek varlık Allah Teâlâdır.

Peygamber Efendimizin (a.s.m.) bildirdiği İlah ismi1 Kur’ân’da da geçen isimlerdendir. Kur’ân Cenâb-ı Hakkın birlik vasfını, Allah’tan başka yaratıcı ve mâbud olmadığını ve Allah’ın şirki reddettiğini İlâh ismi ile bildirir ve tevhidi İlâh ismi ile ispat eder: “O doğunun ve batının Rabbidir. Ondan başka İlâh yoktur. Öyleyse Onu vekîl tut”2 buyuran Kur’ân, bir diğer âyette, “Allah ki, kendisinden başka İlâh olmayan, Hayy ve Kayyûm olandır”3 buyurmaktadır.

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, toprağın her bir zerresi bütün bitkileri tanıyormuş gibi muhît bir ilim ve kudretle işlemektedir. İnkâr ve isyan yoluyla toprağın Cenâb-ı Hakla nisbetinin kesilmesi halinde, toprak zerreleri adedince ilâhlar kabul etmek lâzım gelecektir. Bu ise binlerce defa bâtıl bir hurâfeden başka bir şey değildir. Şu halde, bir olan Cenâb-ı Hakkın bütün kâinatın tek İlâhı olduğu, aklın zarûrî bir sonucudur.4

Cenâb-ı Hakka niyâz ve duâsında, “İlâhımın sonsuz kemâl sahibi ve kâinattaki bütün kemâllerin Onun kemâlinin delilleri ve işâretleri olduğunu bilmem, kemâl olarak bana yeter”5 diyen Bedîüzzaman, peygamberliğin ulûhiyeti gösteren bir ışık olduğunu ve ulûhiyetin peygambersiz olmayacağını; binâenaleyh peygamberlik kurumunun, kâinat İlâhının en açık delîli bulunduğunu kaydeder.6

(Risale-i Nur’da Esma-i Hüsna)

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Daavat: 86

2- Müzemmil Sûresi: 9

3- Bakara Sûresi: 255

4- Bakara Sûresi: 255

5- Şuâlar, s. 84

6- Sözler, s. 63

02.06.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004