Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 09 Haziran 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Enstitü

 

Varlığın öz enerjisi: MUHABBET

Big Bang şeklinde ifade edilen bir ilk patlama anı olduysa, bunun gerisindeki fizikî enerjiden çok daha arka plandaki sonsuz cemal ve kemalin açığa çıkışı esas vaveylanın sebebi olmalı. Âlemlerin Rabbi'nin isimlerindeki sonsuz güzelliğin kabuğunu kırdığı esnada o müthiş gürültü kopmuş olmalı. Bu da varlığın asıl enerjisinin isimlerin güzelliği olduğunu ortaya koyuyor. O halde varlığı açığa çıkaran sonsuz bir güzellik, dolayısı ile sonsuz bir sevgi arayışı.

Benliklerimiz aslında varlığı çözebilmek ve maddî yapının gerisindeki hazine olan Âlemlerin Rabbi'nin güzel isimlerini açabilmek için bir anahtar hükmündedir. Hatta bizde ve benliğimizde hangi özellik varsa, o Kâinat Sultanı'nın bir özelliğini anlamaya yöneliktir diyebiliriz. Bu yönüyle hayatımız bir anahtar külçesi gibidir. Ancak çoğunlukla benlik bu aslî hizmetinden uzaklaşır ve hep kendine yönelik olarak işler. Açmaktan çok büyümek ve şişmek, başkalarını yutmak gibi bir fonksiyon üstlenir. Bir anahtarın büyümesi kapıyı açmaktan uzaklaşması ve en hayatî fonksiyonunu yerine getirememesi anlamına gelmektedir. Başarı ve dünyevî gelişmeler üzerine oturtulan bir benlik ve kimlik anlayışı da bu anlamda kimliğin ve benliğin çok uzağında yer almakta ve insanlara atfedilen değerler ve fertlerin kendilerini değerli ya da değersiz algılamaları tamamen maddî kazanımlar alanına sınırlı kalmaktadır. Böyle bir tanım çerçevesinde şekillenmiş benlik ve kişilik için maddî kayıplar önemine ve miktarına bağlı olarak yıkım anlamına gelebilmektedir. Bu türden engelleri aşabilmenin yolu varlığı ve benliği gerçek tanımları ile algılamak ve benliğin sınırlarını şeffaflaştırıp kaldırarak "bizler" oluşturmaktır. Aynen omuz omuza ve hiç birinin sınırları belirgin olmayacak şekilde bütünleşmiş beden hücreleri gibi... Bu sosyal hayatta aileden başlayıp kâinatın bütününe kadar uzanan bir biz algısına vesile olmalıdır.

"Be"n yok, "biz" var anlamında "Ene yok nahnu var!" ibaresi aslında bütün kâinatı kuşatacak bir barış anlayışını doğuracak temel prensiptir. "Biz" özünde barışın kavramıdır ve barış kavramıdır. Yalnızca kendi hanesini değil, mahalleyi ya da apartmanını "biz" olarak algılayan komşular arasında kavga ya da sürtüşme ihtimali çok düşük olacaktır. Oysa kendi hanesinde bile "biz" anlayışı gelişmemiş, hatta benliği ile çatışma halinde kendisiyle bile barışık olmayanların oluşturduğu toplumlar, fertleri çatışma kaynağı olan toplumlar olacaktır. Zaman eğer çatışmaların, menfaat kavgalarının ve savaşların zamanı ise bunun zemininde sınırları daraltılmış ve siyasî menfaatler doğrultusunda manüple edilmiş "biz" tanımlarının büyük önemi olmalıdır. Barış insanının "biz" tanımı adeta sınırsızdır. Yalnızca düşmanlık kavramına düşmandır. Ötekilik dışında "öteki" şeklinde tanımladığı kavram yoktur. Bu yönüyle, gerçek barış insanıdır. Ülkemizin bugünkü temel probleminin belirli bir değer yargısı ya da ideolojinin tanımladığı insan tipinin dışındakileri ötekiler olarak algılayan anlayıştan kaynaklandığına şahit oluyoruz. Başörtülü, çarşaflı, sakallı, cüppeli, gerici, yobaz ya da komünist, dinsiz, solcu gibi kavramların karşısında reaksiyonla şekillenmiş "biz" anlayışlarının "biz"im ülkemiz şuuru ile kenetlenip ortak bir milli benlik ve ülküler geliştirebileceği düşünülebilir mi? Bu tarz ben merkezli "biz" kavramlarını netleştiren ve kendi değer yargıları dışındakileri ötekileştiren ve sürekli çatışmaları kaşıyan yaklaşımlar kime hizmet edebilir? Ülke menfaatini düşünen hangi akıl sahibi bu yaklaşımlara yol açabilir ya da yanında yer alabilir?

Ülkede ve dünyada gerçek "biz" anlayışını yayacak ve yaşayacak olanlar üstadlarının tabiri ile "muhabbet fedaileri", husûmetin hasımları olan Nur Talebeleri olmalıdır. Zaman, şartlar ve pek çok mânevî emare onlar üzerindeki bu büyük vazifeye işaret etmektedir. Ancak onların da ben etrafında şekillenen günümüz hayatının atmosferinden zaman zaman etkilendikleri gözlenmektedir. Grup taassubu ile ve kısmen mânevî hizmetlere giren siyasî yaklaşımlarla "biz"in çapı daraltılmakta, aynı dâvânın farklı taraflarından tutan iki grup birbirlerini öteki olarak algılayabilmektedirler. En dar daireden en geniş daireye kadar irtibatlı olunan her alandaki "biz" duygusu çok güçlü olmalı, ancak bu dairenin dışındakileri ötekiler haline getirmemelidir. Her güçlü topluluk benliği ya da şahs-ı mânevî içinde bulunduğu daha geniş alanı da "biz" olarak algılamalıdır. Meselâ, gazetemiz etrafında halka olmuş cemaatimiz kendi içinde çok sıkı şekilde kenetlenmeli ve Yeni Asya ailesinin mensubu olmanın gururunu iliklerine kadar hissetmeli ve bu duygu çok güçlenmelidir. Bu halkayı kuşatan bir sonraki halka Risâle-i Nur'u hayatına gaye edinmiş ve Külliyattan çıkardığı hayat yorumu çerçevesinde Üstada talebe olmaya çalışan gruplardır. Bunu kuşatan halka Hz. Muhammed (a.s.m.)'a ümmet olmaya çalışan Kur'ân'ı kendi yorumu çerçevesinde hayatına rehber yapmaya çalışan insanlardır. Daha sonra kitap ehli olanların halkası gelmektedir. Sonraki halkalar ise bütün insanlıktan varlık âleminin tamamına uzanmaktadır. Bunlar aslında iç içe birbirini tamamlayan birbirini anlamlandıran gerçeklerdir. kâinatı anlamlandıran ve muhabbet hasıl eden Hz. Muhammed (a.s.m.) ile her şey alâkadar ve her işleyiş her insan onunla irtibatlıdır. Bu anlamda bütün insanlık ona ümmet olmalı hangi dinde olursa olsun o dini Muhammedi bütünlük içinde anlamlandırmalıdır. Bunun zemini de Muhammed'in (a.s.m.) hasıl ettiği muhabbet olmalıdır. Günümüzde Muhammedî ahlâkın yayılması ve Sünnet-i sSeniyyenin yayılması ile vazifeli nur talebelerinin her tavrı, fiili ve sözü muhabbet muhtevalı olmalı ve muhabbeti ifade etmelidir. Haklı ve hakkı ifade eden eleştiriler içinde de muhabbetimiz hep belli olmalıdır. Hz. İbrahim'in (a.s.) içine atıldığı ateşi söndürmeye çalışan kuşun gagasıyla taşıdığı suyun inceliğinde...

09.06.2006


 

Sosyal Bilimler ve Risâle-i Nur-I

EDEBİYAT

Edebiyat, Arapça edep kelimesinden türetilmiş bir kelimedir. Lügat mânâsı itibariyle terbiye, güzel ahlâk ve uygun tavırlar, zerafet, naziklik, hicab, haya, örtünmesi gereken yerleri örtmek mânâlarına gelmektedir. Bir bilim dalı olarak edebiyat, hikâye, temsil, ahlâk, şiir ve lisan öğrenmeye alet olan dilbilgisi, anlam bilgisi, lügat vs. ilimleri ihtiva eder.

Said Nursi, "edeb"in bütün çeşitlerinin Peygamber Efendimiz'de (asm) toplandığını, belirterek edebiyatın edep ile olan ilişkisine dikkat çekmiş ve bunu şu ifadelerle dile getirmiştir; "Edipler edepli olmalı, hem de edeb-i İslamiye ile müteeddip olmalı." (Divân-ı Harb-i Örfî).

Risâle-i Nur'da edebiyatla ilgili olarak şu kavramlara yer verildiğini görmekteyiz: Belâgat, beyan, i'caz, îcaz, fesahat, bedi, teşbih, istiare, kinaye, mecaz, mübalâğa ve ma'ani. Bu kavramların her birisi Risâle-i Nur'da en güzel şekilde kullanılmıştır.

Arap yarımadasında edebiyatın revaçta olduğu bir zamanda nazil olan Kur'ân, meşhur ediplerin Kâbe duvarına astıkları "Muallâkat-ı Seb'a" unvanıyla anılan en meşhur eserlerini sildirtmiştir. Hz. Muhammed (a.s.m.) Kur'ân'la muarazaya şiddetle dâvet ettiği halde Arap edipleri, bir kelime ile dahi mukabelede bulunamadıkları gibi Kur'ân'ın bir benzerini yapmaktan âciz kaldıklarından sükûta mecbur olmuşlardır. Onların bu mecburî sükûtları acizliklerini meydana çıkarmış, Kur'ân'ın i'câzı güneş gibi doğmuştur.

Zamanımızda ise, Kur'ân'ın medeniyet anlayışı ile muarazaya kalkışan dinsiz felsefe ve bu çerçeve içinde yer alan edebiyat anlayışına karşı, Kur'ân'ın mucizeliğinin ispatı, Bediüzzaman'ın adeta hayatının gayesini oluşturmuştur. Risâle-i Nur'un bu gayeyi gerçekleştirmek üzere telif edildiğini söyleyebiliriz.

Üslûb, cümleyi ya da mısrayı meydana getiren kelimeler arasındaki ince sır olarak tanımlanabilir. Bediüzzaman, Muhakemat adlı eserinin üçüncü kısmında, unsur-ı belagat içerisinde üslûb konusu üzerinde durur. Kendisinin üslûbu da, kendine has özellikler taşır. İstiklal Şairimiz Mehmet Akif Ersoy, edebiyatçıların bulunduğu bir ortamda; "Victor Hugo'lar, Şekspir'ler, Decart'lar edebiyat ve felsefede, Bediüzzaman'ın bir talebesi olabilirler." demiştir.

Bediüzzaman'ın, Kur'ân-ı Kerim'in, insanlar tarafından yazılmış tüm eserlerin üzerinde ilâhî bir kitap olduğunu ispat etmiştir. Kur'ân'ın içindeki mânâları keşfetmek üzere telif ettiği Risâle-i Nur Külliyatı da, başka hiçbir kitaptan alınmamış Kur'ân'dan başka kaynağı olmayan bir edebiyat şaheseridir.

Günümüzdeki medeniyet anlayışı içerisinde yer alan edebiyatın özünde; sevdiğini kaybeden öksüz bir yetimin içine düştüğü ruh sıkıntısını iptal etmek için kendisini sarhoş eden şeylere yöneltmenin ve dostlardan ayrılış karşısında çaresiz kalan insana bir teselli verememenin ezikliğinin yattığını ifade eder. Kur'ân'ın edebiyat anlayışında ise, dostlardan ayrılık sebebiyle meydana gelen hüznün tekrar kavuşma ümidi ile tatlı bir hüzne dönüşmekte olduğunu belirtmektedir. Medeniyetin nefsin heveslerini teşvik ettiğini, Kur'ân'ın ise, insanın ruhunu, kalbini, aklını, nazik ve hoş bir şekilde dostlarına, sevdiklerine, Cennete kavuşturacak ve Allah'ın cemalini görmeyi sağlayacak neşeli bir yola götürdüğünü izah eder.

FELSEFE

Risâle-i Nur, felsefenin Kur'ân ile barışık, Kur'ân'ın hikmetlerinin anlaşılmasına yardımcı olan, insanın olgunlaşmasına yarayan ve sosyal hayatın daha iyi işlemesine hizmet eden kısmına taraftardır. Buna karşılık felsefenin Kur'ân'ın hakikatleriyle çatışmaya kalkışan, insanı tabiat bataklığına, dalalete ve imansızlığa götüren kısmına ise karşı çıkmaktadır.

Varlıklara ve olaylara; (Allah'a, peygambere, ahirete) iman çerçevesinde bakıldığında her şey Allah'ın varlığının, birliğinin, isimlerin ve san’atlarının tecellisi olarak görülür. Felsefe ise, tabiata bakışında sebeplere itibar eder. Her şey çokluk ve karışıklık içinde görünür. Buna göre her iki bakış açısı birbirinden farklıdır. Usûlü'd-din ve Kelâm ilminin bakış açısı, felsefeye göre daha genel ve geniş olup, sonuçları itibariyle daha önemlidir. İlahî ilimler (Ulûm-ı Âliye-i İlahiye ve Uhreviye) gerçek hikmeti ortaya koymaktadır.

Kur'ân'ın hikmetine göre, ene denilen benlik, Allah'ın mutlak ve her şeyi kapsayan sınırsız sıfâtlarını, işlerini, fiillerini, tecellilerini bir derece bildirecek, gösterecek bir mîzan, bir ölçü birimi niteliğindedir. Mânâsı kendinde olmayan ve başkasının mânâsını gösteren (mânâ-yı harfî) o benliğin; birisi hayra ve vücuda, diğeri şerre bakan ve yokluğa (ademe) giden iki yüzü vardır. Hayra bakan yüzde fâil değildir, yalnız feyze kabildir. Vereni kabul eder; kendi icad edemez. Şerre bakan yüzde ise o fâildir, fiil sahibidir.

Esasen ene ve tabiat, hayrı kabul etmek, şerre merci olmak için, yani güzelliği görülmeyen zâhirî çirkinlikler bunlara isnad edilip Zât-ı Mukaddese-i İlahiyenin tenzihine vesile olmak için perde olarak yaratılmıştır. Bunlar fâil ve masdar değillerdir, olsa olsa ancak münfail ve mahaldirler. Yalnız hayr-ı mutlaktan gelen hayrı güzel bir surette kabul etmeyerek şerre sebep olmak gibi bir tesirleri vardır.

Benlik başkasının mânâsını gösteren şekilde kullanıldığında kâinatın varlık sebebinin ne olduğu anlaşılır. Kendisi dışındaki bilgiler kendisine geldiğinde; o bilgiler karanlığa ve anlamsızlığa dönüşmez, nur ve hikmet olarak kalır. Kulluk vaziyeti takınan insan yücelir ve kâinata güzel bir takvîm olur.

Eğer o benlik, yaratılış hikmetini unutup, kulluk vazifesini terk ederek kendini mâlik bilirse, hem emânete hıyânet, hem kendisine de zulmetmiş olur. "Kendime mâlikim." diyen birisi, "Her şey kendine mâliktir." demek zorunda kalır ki, bütün olumsuzluklar, kötülükler buradan doğar.

"Ne güzel yapılmış." yerine, "Ne güzeldir." deyip varlıklardaki güzelliği onları yaratan kusursuz güzellik sahibi san’atkârına vermeyerek, varlığın kendisine mal etmek, onlara taparcasına bağlanıp adeta putlaştırmak Allah'a kullukla tamamen zıt bir durumdur.

İnsanın varlık sebebini "Vâcibü'l-Vücuda benzemek" olarak gören felsefe görüşü de, insanı Firavunlaştırmış, esbâbperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi insanlığı mahveden çok çeşitli şirk yollarına sürüklemiştir. İnsanın özüne konmuş olan acizlik, zayıflık, fakirlik ve ihtiyaç, eksiklik ve kusur kapılarını kapatıp, ubûdiyetin yolunu tıkamıştır. Tabiata saplanıp, şirkten tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlardır.

Diyânete itaat etmeyen felsefe, acı ve ıztırap veren bir cehennem ağacı gibi insanlığın yarısından fazlasının üzerini kaplamıştır. Çünkü kuvveti teşvik ederek "kuvvetli olanın haklı olduğuna" hükmetmiştir. Zulmü mânen alkışlamış, zâlimleri cesaretlendirmiştir. Öfke kuvveti dalında, küçük büyük Nemrudlar, Firavunlar, Şeddadlar; akıl kuvveti dalında dehriyyun, maddiyyun (materyalizm), tabiiyyun (tabiatçılık) gibi insanlığın huzur ve saadetini bozan cereyanlar çıkmıştır.

Peygamberler ise, insanlığın gayesini fazilete dayanan güzel ahlâk olarak göstermişler ve bunun yolunun da acizliğini bilip Allah'ın kudretine sığınmaktan, zaafını görüp Allah'ın kuvvetine dayanmaktan, fakrını görüp Allah'ın rahmetine güvenmekten, ihtiyacını görüp Allah'ın zenginliğinden yardım ummaktan, kusurunu görüp Allah'ın affediciliğinden af dilemekten ve noksanlığını görüp Allah'ın kemâlini anlamaktan geçtiğini ifade etmişlerdir.

Kur'ân'ın hikmet anlayışına göre; "Haklı olan kuvvetlidir." Yani; "Kuvvet haktadır." Bu şekilde bir esas zulmü keser, adaleti sağlamaya vesile olur. İnsanlığın temel gayesi de menfaat değil, fazîlet ve Allah'ın rızasıdır. İnsanın hayattaki gayesi, nefsin gayrimeşru, zararlı arzularına ve tecavüzlerine set çekip, ruhu yücelmeye teşvik ve ulvi duyguları tatmin etmek ve insanı olgunlaştırmaktır. Hayatta düsturu "mücadele" değil, "yardımlaşma"dır. Sosyal hayatın bağları ırk, milliyet yerine; din, sınıf ve vatan birliğinden kaynaklanan yapıcı ve olumlu bağlardır. Bu bağlarla bağlı olarak gerçekleşen sosyal bir hayatta da bireyler arasında yardımlaşma ve dayanışma sağlanır. Böylece insan ebedî mutluluğu elde eder.

HUKUK

Günümüz hukuk literatüründe hak kavramı ile ilgili olarak; devletin maddi yaptırım gücü kullanarak hakkın yerine getirilmesini sağlaması çerçevesinde yapılan tanımın, hakkın yerine gelmesinde yetersiz kalması gerçeği karşısında, hakkı tamamen bu tanım çerçevesinden ibaret kabul etmek ne derece doğrudur?

Bediüzzaman'ın adaleti ibadet çerçevesinde değerlendirdiğini ve hak kavramını iman ve tevhit esasları çerçevesinde tanımlayarak sağlam bir temel üzerine oturtmuş olduğunu görmekteyiz. Bu bakımdan "Hukuk-ı ibad, hukukullah hükmüne geçmiyor ki, hak olabilsin. Belki nefsanî haksızlıklara vesile olur." ifadesinin irdelenmesinde yarar vardır.

İnsanın iman etmesi, Allah'ın hukukunun gereğidir. İmansızlık hali ise Allah'ın hukuku yanında bütün varlıkların hukukuna da tecavüzdür. "İmânâ ait bilgilerden sonra en lâzım ve en mühim a'mâl-i salihadır. Sâlih amel ise, maddî ve mânevî hukuk-u ibâda tecavüz etmemekle, hukukullahı da bihakkın ifa etmekten ibarettir." (Mesnevî-i Nuriye). Cenâb-ı Hakk'ın emirlerine ve nehiylerine uyulması imanla olur. İbadet de îmanî hükümleri takviye ve inkişaf ettirir. Bu da insanı nizam altına sokar. İnsanın Allah'ın hikmet ve kudretiyle kainatta vazettiği nizama da uymasıyla tam bir düzen sağlanmış olur.

İşârâtü'l-İ'câz adlı eserinde Kur'ân'ın esaslarını zikrederken tevhit, nübüvvet, haşir ve adalet yanında, adalet ve ibadeti birlikte zikretmektedir. İnsanın yapısında ince duygular çeşit çeşit meyiller ve arzular vardır. Hayatında adeta her şeye ihtiyaç duyar, onları elde etmek ister. İşte bunun için insanların toplum halinde yaşaması, aralarında işbölümü yapması, düzenli işleyen sosyal bir ortamın oluşması, zulüm ve tecavüzlerin önlenmesi gerekir. Bu da ancak Allah'ın iradesinden gelen şeriat şeklindeki küllî bir akıldan istifade edilerek gerçekleştirilebilir. Kendi kişisel menfaatlerini terk ederek, insanlara hakka ve hukuka uymayı tavsiye eden Peygamberler Allah'tan gelen emir ve nehiylerin tesirini, icrasını, tatbikini temin ederler. Son Peygamber olan Hz. Muhammed (asm) de bunun en güzel numuneleri ve ölçüleri mevcuttur.

Hukuk kuralları dünyevî mânâda yaptırım kullanılmasına yöneliktir. Din kuralları ise, insanın adalet duygusunu taşıyan vicdanına ve aklına hitab ederek başkasının hakkına tecavüz etmemeyi sağlamaktadır. İman kalpte mânevî bir yasakçı bırakır. Başkasının hukukuna tecavüz meylini kırar. Zira haşre ve hesap gününe, zerre miktar hayır ve şerrin hesabının görüleceğine ve her hak sahibinin hakkını alacağına ve bunun soncunda Cennete ve Cehenneme gidileceğine inanmak, insanın kendi içinde mânevî bir murakabe sistemi getirir.

Adaletin hakikatinin Allah'ın ezelî kelâmından gelen emirlerden kaynaklandığını, bu emirlerin insanın ruhuna tesir ederek, nefis ve hevesten gelen başkasının hak ve hukukuna tecavüz meyline karşı ulvî duygularını harekete geçirdiğini ve böylece menfi duyguların etkisiz hâle geldiğini açıklar. Çünkü insanın fiilleri, kalbin ve hissin temayüllerinden çıkar. O meyiller, ruhun özelliğinden ve ihtiyaçlarından gelir. Ruh da, iman nuru ile harekete geçer. Hayır ise yapar, şer ise kendini çekmeye çalışır. Kör hislerden kaynaklanan fena meyiller, nefisten çıktığında, imanın kalpte ve kafada bıraktığı manevî yasakçı onu durdurur ve yanlış yola götüremez.

Allah'ın emir ve nehiylerden kaynaklanan insanın ruh, akıl, ve vicdanı ile mahiyetindeki ulvî duygularını harekete geçiren bu olumlu etki, imansızlıkla kaybedilirse, adalet de temel dayanağından yoksun kalmış olur. Artık millet veya toplum yararı ve maslahatı gibi kavramlar adaleti sağlamada yetersiz kalır. Kuvveti elde eden hâkim güçler, adalet perdesi altında zulümlerini ve garazlarını gerçekleştirme zemini bulurlar. Böyle bir durumda hakka ve hukuka tecavüz eden ve suç işleyen insanların hapse atılmaları da toplumda beklenen faydayı sağlamaz. Yani bu tecavüzleri durduramaz. Gerçek anlamda adalet, dünya barışı ve insanların mutluluğu ancak Kur'ân'ın gösterdiği yol ile olabilir.

"Nasıl 'hukuk-ı şahsiye' ve bir nevi hukukullah sayılan 'hukuk-ı umumiye' namıyla iki nevi hukuk var. Öyle de, mesâil-i şer'iyede bir kısım mesâil, eşhâsa taallûk eder; bir kısım umuma, umumiyet itibarıyla taallûk eder ki, onlara 'şeâir-i İslâmiye' tabir edilir. Bu şeâirin umuma taallûku cihetiyle, umum onda hissedardır. Umumun rızası olmazsa, onlara ilişmek, umumun hukukuna tecavüzdür."

Suçun ve cezaların şahsiliği prensibi

"Birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mesul olamaz." (En'âm Sûresi, 6:164; İsrâ Sûresi, 17:15; Fâtır Sûresi, 35:18; Zümer Sûresi, 39:7.) ifadesi İslâmiyetin temel prensiplerinden birisidir. Bu prensip emniyetin ve âsâyişin de temel taşıdır. Bir hanede veya bir gemide bir mâsum ile on câni bulunsa, bu kaide gereğince, o mâsumu kurtarıp tehlikeye atmamak için, o mâsum çıkıncaya kadar gemiye ve haneye ilişmemek lâzımdır."

Günümüzün geçerli siyaset anlayışında ise, bir suçlu yüzünden pek çok mâsumlara zarar verilebilmektedir. Bir suçlunun o suçla ilgisi olmayan dostları veya akrabaları da suçlu görülüp cezalandırılabilmektedir. Bu durum, sosyal hayatın düzenini bozan, kaos ve kargaşaya yol açan dehşetli bir zehir gibidir. On câni yüzünden doksan mâsumu tehlikeye atmak, gazab-ı İlâhînin celbine vesile olacağı gibi, bu hal aynı zamanda dış düşmanların da parmak karıştırmalarına müsait bir zemin hazırlamaktadır. Bu sebeple siyasilerin bu kaideye uygun hareket etmeleri çok önemlidir.

Adalet-i mahza

"Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir." (Maide Sûresi 32) âyetine göre; bir masumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir fert bile umumun selâmeti için feda edilmez. Cenâb-ı Hakk'ın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rızası bulunmadan hayatı ve hakkı feda edilmez. Fert rızasıyla kendini umumun selameti için feda edebilir ki, bu onun için fazilettir.

Adalet-i izafiye

Küllün selâmeti için, cüz'ü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenüşşer diye bir nevi adalet-i izafiyeyi yapmaya çalışır. Fakat adalet-i mahzanın uygulanması mümkün iken adalet-i izafiye yoluna gidilirse zulüm olur.

—Devam edecek—

09.06.2006


 

Jawaharlal (Cevahirlal) Nehru

Jawaharlal Nehru, Kasım 1889'da Allahabad'da doğdu. Eğitim görmek üzere İngiltere'ye gitti. Harrow ve Cambridge'de kimya, zooloji ve botanik alanında eğitim gördü. Bu eğitiminin akabinde iki yıl da hukuk eğitimi aldı. Bu arada İngiliz ve Avrupa edebiyatı ile tarihi üzerinde incelemelerde bulundu. Hindistan'a dönmeden önce İngiliz barosuna da kaydını yaptırdı. Hindistan'a dönen Nehru avukatlık yapmaya başladı.

Hindistan'da iş hayatını sürdüren Nehru 1916 yılında Keşmirli Brahman bir ailenin kızı olan Kamala Kaul ile evlendi. Bir yıl sonra bir kızı oldu. Siyasete ilgi duyduğu için mesleğini bırakarak politikaya atıldı. O sıralarda İngiliz sömürgesi olan Hindistan'da bazı olaylar çıkmaya başlamıştı. Amritsar'da halkın üzerine ateş açan İngiliz polisi 379 kişiyi öldürdüğü gibi, 1200 kişiyi de yaraladı. Nehru bu katliamdan sonra siyasete atıldı.

Nehru ile birlikte ailesi de aktif olarak politikanın içinde yer alarak gazete çıkarmakta ve babası tarafından idare edilmekteydi. Meydana gelen söz konusu gelişmelerden sonra, İngilizler, Hindistan'da büyük bir tutuklama girişimini başlattılar. Nehru da babası ile birlikte tutuklandı ve altışar ay hapis cezasına çarptırıldılar. Bir süre hapis yattıktan sonra serbest bırakıldılar.

Siyasete atıldıktan sonra Gandhi'nin yardımcılığını yapan Nehru, zamanla parti içindeki konumunu daha da güçlendirdi. (Kongre) Partinin 1923 yılında yapılan kongresinde genel sekreterliğe seçildi. Eşinin rahatsızlığı sebebiyle 1926 yılında Avrupa'ya gitti. Bu gidişi sırasında birçok siyasetçi ile tanışıp fikir alış verişinde bulundu. Hindistan'daki mücadeleleri için taraftar bulmaya çalıştı. Ayrıca, 1927 yılında Brüksel'de toplanan, Ezilen Uluslar Kongresi'ne de katıldı. Buraya gelen Asya ve Afrika temsilcileriyle tanıştı. Bu tarihten sonra, mücadele tarzında bir radikalleşmenin olduğu görüldü.

1928 yılında Moskova'ya giden Nehru, Sovyet idarecileriyle görüşmelerde bulundu. 1929 yılında mensubu bulunduğu Kongre Partisi'nin kongresi yapıldı. Bu kongrede Gandhi tarafından başkanlığa aday gösterildi ve parti başkanlığına seçildi. Bir yıl sonra da Gandhi tarafından kaleme alınan Bağımsızlık Bildirgesi'yle, Hindistan'da "sivil itaatsizlik" kampanyası ve hareketi başlatıldı.

1929 yılında yaşanan buhrandan sonra İngiltere Hint para biriminin değerini düşürmesi üzerine, Hintli üreticiler çok olumsuz etkilendiler. Yoksulluktan kırılmakta olan halkın sıkıntısı daha da arttı. O sıralarda İngilizlerin tekelinde olan tuz üretimi ve satışını öngören yasa, Gandhi'nin yönlendirmesiyle protesto edildi. Hintliler, İngilizlerden tuz almak yerine kendi tuzlarını kendileri temin ve üreteceklerdi. Bu girişim İngiliz ekonomisi için büyük bir zarar demekti. Başta Gandhi ve Nehru olmak üzere çok sayıda Hintli tutuklanıp hapse atıldı. Bu eylemler sırasında Nehru'nun babası ve eşi de tutuklananlar arasına dahil oldu.

Nehru, hapiste bulunduğu sırada eşinin sağlık durumu daha da bozuldu. İngilizler, siyasetten uzak kalması kaydıyla serbest bırakmayı teklif ettilerse de kabul etmedi. 1935 yılında serbest bırakıldı ve İsviçre'de tedâvi görmekte olan eşinin yanına gitti. Bir yıl sonra eşi Lozan'da öldü. 1936 yılında yapılan seçimlerde partileri seçimlerde çoğunluğu sağladı.

1938 yılında Avrupa'ya bir gezi düzenleyen Nehru İspanya, İtalya ve Çekoslovakya'ya gitti. Gezileri sırasında, yaklaşan dünya savaşı ve gelişmeleri hakkında görüşmelerde bulundu. Bağımsızlık verilmesi kaydıyla devletinin savaşa girmesi gerektiğini savundu. Diğer taraftan İngilizlerin Hindistan genel valisi tarafından, Hindistan'ın İngiltere'nin yanında savaşa girdiği Eylül 1939 yılında ilân edildi. Karar Kongre Partisi tarafından protesto edilince Nehru yeniden tutuklandı.

Nehru, İkinci Dünya Savaşı'nın bitmesinden sonra Haziran 1945'te serbest bırakıldı. Hapis hayatı on üç yıl sürmüştü. Bu tarihten sonra Hindistan'ın bağımsızlığı için yapılan görüşmelere katıldı. Görüşmeler devam ederken Hindularla Müslümanlar arasında çatışmalar çıkmaya başladı. Bilindiği gibi o sıralarda Pakistan'da Hindistan sınırları dahilinde ve İngilizlerin sömürgesi idi. Bu çatışmalar sırasında beş yüz bine yakın insan hayatını kaybetti. Bu çatışmalar iki ayrı devletin kurulmasını zorunlu hâle getirdi. Nitekim 15 Ağustos 1948 tarihinde Hindistan ve Pakistan ayrı iki bağımsız devlet olarak kuruldular.

Hindistan'ın bağımsızlığını elde etmesinden sonra başbakan olan Nehru, aynı zamanda Dışişleri Bakanlığını da üstlendi. 1950 yılında anayasanın kabulünden sonra cumhuriyet ilân edildi. 1952 yılında yapılan seçimlerin Kongre Partisi tarafından kazanılması üzerine başbakanlığını devam ettirdi. 1954 yılında Çin ve Hindistan arasında dostluk antlaşması imzalandı.

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra dünya iki büyük kutba ayrılırken, Hindistan bu iki bloğun dışında kaldı. Hindistan üçüncü dünya ülkeleri ile birlikte hareket etti. Daha sonra kurulan Bağlantısızlar Hareketi'nin oluşumunda, Hindistan önemli rol oynadı. Tito, Nasır ve Nkrumah ile birlikte Nehru da bu blokun oluşumunda önemli rol üstlendi. Ancak, bağlantısızlar hareketi söz konusu liderlerin ölümünden sonra devam etmedi ve dağıldı.

Nehru, 1947 yılından itibaren ölümüne kadar başbakanlığı sürdürdü. Dış siyasette daha çok Sovyetlerin paralelinde bir politika izledi. Pakistan ile aralarındaki Keşmir meselesini halledemediği gibi, Çin karşısında da büyük sıkıntılar yaşadı. Çin'in Hindistan topraklarını işgal etmesine engel olamadı. İşgale karşı İngiltere ve ABD'ye yanaşması ise Bağlantısızlar Hareketi'ni rahatsız etti.

Gandhi'den sonra, ülkenin ikinci güçlü adamı olan Nehru herhangi bir askerî pakta girmedi. Amerika'nın askerî yardımını kabul etmedi. 27 Mart 1964'te Yeni Delhi'de öldü. Bir Babanın Kızına Mektupları ve Dünya Tarihine Bakışlar adlı eserleri yayımlanmıştır.

Nehru'nun ismi, Risâle-i Nur'da M. Sabir İhsanoğlu'nun Pakistan'dan gönderdiği (30.03.1957 tarihli) mektup vasıtasıyla geçmektedir. Mektup'ta, Nehru'nun Müslümanlara karşı takındığı tavrın bilinmemesinden yakınılmakta ve "…Hindistan dahi bir emperyalisttir. Nehru ve başka Hindûlar, İslâmiyet'in düşmanıdırlar. Maalesef, Müslüman devletler bunu bilmiyorlar. Nehru, Keşmirli Müslümanları öldürtüyor. Said Nursî'ye gidip Hindli Müslümanlar hakkında söyle ki, kendi memleketinde buna karşı yazılsın. Said Nursî Hazretlerine burada çok hürmet vardır. Onu severiz, onun sıhhat ve uzun hayatı için duâ ederiz. İslâm dünyasında Said Nursî'nin eşi yoktur…" (Tarihçe-i Hayat, 1996, s. 622) ifadelerine yer verilmektedir.

09.06.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004