Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 21 Haziran 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Gençlik

Bir model olarak Türkiye

Bilginin kaynağı bir sorun olarak geçmişten beri karşımıza çıkmaktadır. Kimi bilginin kaynağını mutlak akla, kimi duyulara, kimi de deneyimlere ...vs. dayandırır. Felsefe ve bilim, bu konu üzerinde sürekli bir mücadele içerisinde olmuştur. Ancak bu çatışmada ortak bir nokta var ki, o da bir bilginin var olduğu. Peki bizler bu bilginin varlığını nasıl bileceğiz. Bu bilgiler bize bildiriliyor mu, yoksa bizler sadece kendi çabamızla mı ulaşıyoruz? Belki de kafaları karıştıran soru bu. Bilgiyi geçmişin üzerine bina edilen bir birikim olarak algılayan insanoğlu bunların yaşantı-tecrübe sonucu bugüne kadar geldiğini ifade etmekle beraber, asıl kaynak noktasında birbirine muhaliftir. Çünkü insanlık “Bütün isimleri Âdem’e O öğretti” âyetini kabul etmekle, bu kaynağı ya bir tek Allah’a, ya da bunu tamamen reddederek her şeyin yaşantılarla öğrenildiğini kabul ederek tabiata havale etmek zorundadır. İlginçtir Bediüzzaman Hazretleri birçok eserinde çeşitli meseleler sonunda “İlim ancak Allah katındadır” (Mülk Sûresi: 26.); “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize bildirdiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın” (Bakara 32.) âyetlerini söyleyerek bahisleri bitirir. Buradan bilginin kaynağı meselesinin çözümünü çıkarmak mümkün sanıyorum. Dünya ülkelerine genel olarak baktığımızda, bir yandan hissiyatı ön planda olan, bilimde geri kalmış bir doğu; diğer yandan aklı ön plana alan ancak dinî duyguları zayıf bir Batı görürüz. Peki bu iki gücü uzlaştıracak bir güç olabilir mi? Evet, olabilir: Türkiye.

Türkiye “Vicdanın ziyası ulum-u diniyedir. Aklın nuru fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit birincisinde taassub, ikincisinde hile ve şüphe tevellüd eder” (Münazarat) diyen Bediüzzaman gibi bir değere sahip. Bunun avantajını ona daha fazla sahip çıkmak ve fikirlerine değer vermekle dünya ülkelerine örnek teşkil ederek kullanabilir.

Ülkemizin jeopolitik konumu gereği, vicdanın ziyasını temsil eden ulum-u diniyenin, aklın nurunu temsil eden fünun-u medeniyenin imtizacıyla ortaya çıkacak olan hakikatlerin tecellî etmesine vesile olabilecek en uygun yer olduğu kanaatindeyim. Çünkü vicdanı temsil eden İslâm ülkeleri ile aklı temsil eden Avrupa’nın geçiş yolu üzerindedir.

Türkiye bu konumda ifrat ve tefrite kaçmadan, bu avantajını kullanıp ikisini bünyesinde mezc edebilirse eminiz ki dünya ülkelerine hem çok iyi model olacak hem de şimdiye kadar süregelen yanlış anlaşılmaların ve çatışmaların önüne geçmiş olacaktır. Bu anlamda Bediüzzaman Hazretleri kurmaya çalıştığı medresesinin planını yaparken, eğitim dili olarak, kitabımız Kur'ân-ı Kerîm’in indirildiği dil olan Arapça’yı vacip, kendi ülkemizin dili olan Türkçe’yi lâzım ve bugünkü sorunları adeta hissedercesine tefrikanın önüne geçmek için Kürtçe'yi caiz görmüştür.

Son olarak şunu belirtelim; Bediüzzaman, çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak için de Batıyı körü körüne tamamen taklit etmek yerine Japonları örnek verip özkültürel değerlerimize sahip çıkarak terakki edilebileceğini nazarlarımıza sunar.

[email protected]

Abdurrahman DELEN

21.06.2006


Mütebessim çehre

Ne güzeldir güleryüz, mütebessim çehre ne güzeldir. Peygamber Efendimiz (asm), “Kardeşini güler yüzle karşılamak şeklinde bile olsa, hiçbir iyiliği küçük görme” buyurmuştur (Müslim, Birr 144) .

Salât, selâm, ona (asm) ve âline olsun. Onun ümmetinden olmamızı nasip ettiği için Rabb’imize binlerce şükürler olsun. Ve bizi ona lâyık eylesin. Şimdi birçok yazar ve kişisel gelişim uzmanları “gülümseme”nin öneminden söz ediyor, yazıp çiziyorlar. Siyasetçiler, seçim afişlerinde güler yüzle poz veriyorlar. Kuşkusuz ki bunlar sebepsiz değildir. Fahr-i Kâinât Efendimizin (asm) sözleri, hiçbir zaman sebepsiz değildir. Yüzün edebi tebessümdür. Şimdi çevremizde, sokaklarda gülen insanlara çokça rastlamaktayız. Ama bunun teâmülü nedir? Sesli olarak kahkaha, tabiri caizse sırıtma, lakayt tavırlar ne kadar doğrudur? Ya da yanlış kişisel gelişim telkinleriyle kişisel pazarlamaya dönüşmesi ne kadar ahlâkîdir?

Gençliğimizin zayıf yönüdür aşırı tavırlar. Elbette ki yaşımız itibariyle daha coşkulu ve daha heyecanlıyız. Ama bu edep sınırlarını aşmaya mazeret değildir. Belki sadaka yerine geçecek mütebessim çehremizi, zelilleştirmek hakkımız değildir. Bu bilinçle Peygamber (asm) sünnetini hayatımıza geçirmeye gayret gösterelim. “İllâ Edep” düsturuyla davranışlarımızı tekrar tekrar gözden geçirelim…

[email protected]

Leyla GÖK

21.06.2006


Kavak ağacı ve rüzgâr orkestrası

Şu an tatlı bir rüzgâr dokunuyor yanaklarıma. Karşımda başına masmavi bir renge bürünmüş buluttan örtüsünü almış Ararat, her zamanki heybetiyle duruyor. Ararat’ın arkasında kendisini gösteren kızıllıklar, akşam vaktinin yaklaştığını hatırlatıyor.

Arada bir üşüdüğümü, sıcak çayımı yudumlarken de içimin ısındığını hissediyordum.

Kavak ağaçlarıyla rüzgâr, emirperverce hoş bir ezgi sunuyorlar insana. Gökyüzünde bir çift kuş raks ediyor. Eşinin etrafında dönüp dururken, birliğin güzelliğini hatırlatıyor insanlarıyla.

Derken, ezan sesini duyuyorum. Arapça okunan; fakat Türkçe karşılığı “Allah büyüktür. Allah büyüktür...” sesleri artıyor, otellerde, farklı yerlerde ezan okunuyor bir bir.

Yaratılan bütün varlıklar kendilerine verilen vazifeyi yerine getirme çabası içinde.

Caddelerin, sokakların ışıkları yanıyor. Ardından, evlerin ışıkları yanıyor teker teker. Annelerin ikazlarıyla, çocukların evlerine gitmesiyle sokak sessizleşiyor. Sokak sessizleşirken, kavak ağaçları ve rüzgârın oluşturduğu orkestradan yükselen “hû hû” sesleri daha çok duyuluyor. Bununla birlikte, içimde derin bir coşkunun varlığını hissediyorum. Bir bitkinin, rüzgârın eşliğinde böylesine derinden “hû” demesi karşısında sessiz kalıyor insan. Budaklar açılarak, aynı ritimde olmasa da, “hû” demeye çalışıyor.

[email protected]

Zeynep AKKUŞ

21.06.2006


Her şeye rağmen hayat

İnişler-çıkışlar, varlıklar-yokluklar, sevinçler-hüzünler derken; hayatın bir yokuşunu daha tırmanıyorum bugünlerde. Kimi zaman yaşadığım ve yaşama ihtimalim olan şeyleri yüreğime ve beynime yük yaptığım için, bu ağırlıkları taşıyamayan ayaklarım takılıp kalıyor ilerlemeyi en çok istediğim anlarda. O zaman da nefesim yetişmiyor, bedenim bir süre sonra hiçbir canlılık emaresi göstermiyor. Varılacak o son nokta ve yollar, gözümde büyüyor. Sanki her adımda biraz daha uzaklaşıyor, biraz daha puslu görüyorum hayallerimi. Oysa bu dünyaya adımımı attığımda, engeller ve zorlukların farkına varmıştım her ne kadar konuşamasam, yürüyemesem ve birçok şeye yabancı olsam da…

Hayatın her zaman istediğimiz gibi gitmediğini, her istediğimizin de hep istediğimiz olarak kalmadığını keşfetmiştim. Her adımımla değişen bedenimdeki, ruhumdaki, düşüncelerimdeki, hislerimdeki farklılıkları takip etmeye çalışmıştım. Ama bir yerden sonra kendimin zannettiğim, benim dediğim bu bedenin, bu hayatın bile çok gerilerinde kaldığımı fark ettim. Ne zamana, ne değişimlere, ne de âniden değişen fikirlerime yetişebiliyordum. Ben bir yerlerde oyalanırken, zamanlar, mekânlar, insanlar değişiyor ve onların her değişiminde kimi zaman artılar ekleyerek kendime, kimi zamansa eksiklikleri hissederek ben de büyük bir süratle değişiyordum. Değişimin bu hızına yetişemediğimden de, ne zaman kendimi tanımlamak istesem, ne zaman sırlarımı çözmek için çaba sarf etsem ben olmadığını düşündüğüm “benlere” rastlıyorum yolumun üzerinde.

Hepsinde benden bir parça var, bir yerlerden kendimi hatırlatıyor bana; ama aynı zamanda hepsinden uzağım, ben olmak istediğim anlarda. Bu kadar gelgitlerin içinde, bu kadar zorlukların pençesinde, yine de hayata sımsıkı sarılmam, kendimi hayattan soyutlayamamam çok ilginç geliyor bana. Fark ediyorum ki, en sıkıntılı anlarımda bile bu hayat yokuşunu tırmanma isteğimden hiç vazgeçmemişim. Evet, insan ebedî hayata meftun olduğu kadar, hiçbir şeye âşık değilmiş. Ve bu fıtrî duânın hürmetine Cenâb-ı Allah kuluna cenneti ve dahi azap da olsa, cehennemi hediye etmiş…

[email protected]

Hacer ÇOPUR

21.06.2006


Gece ışıkları

Uzaklarda kaldı gül bahçeleri

Ve uzakta mercan adalarının pembe sahili

Denize düşüyor ayın sureti

Sularda parçalanıyor güneş

Hey damla! Dalgalanan sensin denizde

Ve taşıdığın; sûreti yıldızların

Bir sabah; inerken karanlığın perdeleri

Ak sütü güneşin, ayın ve yıldızın

Susuz kalmış iskele önleri

Hey balık! Sana taş pişiriyor

çöllerin sıcak güneşi

lll

Bir çocuk kumlarda

Atlar sahibini arıyor bozkırlarda

Ve bir çocuk hayatın içinde

Uzak iklimlerde

Fırtınalarda eriyen ölüm korkusu!

Şimdi dostum sana

Kurtların musikisi

Bir yaprağa miras kalan güllerin kırmızısı

Ey sonbahar! Kopardın fırtınaları

Bir habbede gizlenen kader

Sarı, kırmızı ve mavi

Yıldızlarla konuşurken lâleler

Kızardı meyveler ve gece ışıkları

Salınsın bugün turnalar meşelerde

En koyu yeşili paylaşsın ağaçlar

Cennetin siyah taşına dokunurken beyaz eller

Şimdi gökyüzünde geziyor kelimeler

Ruhum seni kim tutabilir

Ne ten kafesi

Ne de zaman

lll

Ey sözü kaldıramayan kartal !

Sadece yalnızken anlat bildiklerini

Efsaneler gezer dağlarda

Bir yıldızın gökteki ibadeti sunulurken

Katran ağacında

Barla’da

lll

Dökülürken yapraklar, parçalanırken cisim

Düşler kurulurken, yıldız kayarken

Sizi kim tutabilir, ey yağmur yüklü bulutlar

Çöller bu kadar aç, bu kadar susuz iken

[email protected]

Yusuf BAL

21.06.2006


Şu güzel ölüm...

Şu modern hayatın koşuşturması, insanoğlunu düşünmesi gereken şeylerden uzaklaştırıyor. Daha çok, maddî şeylerin kucağına itiyor. Maddî şeylerde hep daha çoğunu bekliyor, daha çok… Oysa bu koşuşturmanın neticesinde, insanda maddî şeyler artarken manevî bir şeyler de azalıyor. Belki de duânın gücü kayboluyor, artan maddiyat insanın kendisini daha çok güçlü hissetmesine sebep oluyor.

Sonra… Bu koşuşturma, bir irkilmeyle sorgulamaya dönüşüyor. Bir ölüm haberiyle… Dünyanın boş olduğuna dair cümleler kuruluyor ardı sıra, birileri bunu gerçekten ciddiye alıyor o dönemde, birileri ise kendileri için daha erken olduğunu düşünüyor. Öyle ya da böyle, bir matem havası kaplıyor insanı bir süre. Ölümün atmosferi kaybolduktan sonra ise, genellikle bu maddî koşuşturma devam ediyor. Ölüm sanki bize belirli günlerde giyilmesi gereken bir elbise gibi sunuluyor modern hayat tarafından. Oysa o, aslında tek gerçek. Üstadın da dediği gibi, tüm ışıklar kabir kapısına kadar… Düşünmek ve ha-yatımızda hakkettiği yeri alması için geç kalmamak…

[email protected]

Başar OLGUN

21.06.2006


Gençler arayışta

İnsan boşlukta olur da arayış içerisinde olmaz mı? İşte o arayanları bulmak da bizim vazifemiz! Gençlik manevî bir buhran geçiriyor! Arıyor, araştıyor; ya küfre gidiyor, ya da sırat-ı müstakîme koşuyor! Arayan buluyor! Bize düşen, boşlukta arayış içerisinde olanları arayıp bulmak. Şayet biz de ararsak, buluruz onları…

Ben gençleri görünce, kahroluyorum. Ben de gencim, kendimi de beğenmi-yorum. Kendime de kahroluyorum, onlara da! Hatta kendime daha çok kahroluyorum! İşte nefsim, en çok kendini düşündükçe, bu nefsî alçaklıkla hâlâ nasıl kendime de üzülmeyeyim!

Öyle gençler biliyorum ki, dindar insan görünce, öyle olmak istediklerinden iç geçiriyorlar. Evet, arayanları arayalım dedik. Şu da var ki, aramayanı da ara-yacağız! Ebû Cehil’e 70 defa giden bir Peygamberin ümmetiysek eğer…

Bakın benim yazılarıma, devleti suçlamam gençler bozuk diye! Çok gördüm, devleti suçlayanı!

Dostlar bir hadis var, “Nasılsanız öyle yönetilirsiniz” Biz böyle kaldıkça kaldığımız şekilde yönetileceğiz! Ne olur nefis muhasebesi yapalım. Ve yaparken insaflı olalım!

Gençler, yazı sizindi; ama siz dışında herkese veriştirdim.

Gençler, benim gibi genç olanlar! Haydi, hep beraber bu dini müthiş potansiyelimizle yaşayalım.

Yaşatalım.

[email protected]

Hatice DURAK

21.06.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004