Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 25 Haziran 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Emânete hıyânet eden münâfık erkeklerle münâfık kadınlara ve müşrik erkek ve müşrik kadınlara Allah lâyık oldukları azabı verecek....

Ahzâb Sûresi: 73

25.06.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Kim ki, Allah kendisine bir nimet verir de, bu nimetin devam etmesini dilerse, çokça "La havle ve lâ kuvvete illâ billah" desin.

Câmiü’s-Sağir, c. 3, No: 3607

25.06.2006


Açık saçıklık, neslin zaafiyetine sebeptir

Malûmdur ki, kesret-i nesil, herkesçe matluptur. Hiçbir millet ve hükümet yoktur ki, kesret-i tenâsüle taraftar olmasın. Hattâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: “İzdivaç ediniz, çoğalınız. Ben kıyamette sizin kesretinizle iftihar edeceğim.”

Halbuki tesettürün ref’i, izdivacı teksir etmeyip çok azaltıyor. Çünkü, en serseri ve asrî bir genç dahi refika-i hayatını namuslu ister. Kendi gibi asrî, yani açık saçık olmasını istemediğinden bekâr kalır, belki de fuhşa sülûk eder.

Kadın öyle değil; o derece kocasını inhisar altına alamaz. Çünkü kadının-aile hayatında müdir-i dahilî olmak haysiyetiyle kocasının bütün malına, evlâdına ve herşeyine muhafaza memuru olduğundan-en esaslı hasleti sadakattir, emniyettir. Açık saçıklık ise, bu sadakati kırar, kocası nazarında emniyeti kaybeder, ona vicdan azâbı çektirir. Hattâ erkeklerde iki güzel haslet olan cesaret ve sehâvet kadınlarda bulunsa, bu emniyete ve sadakate zarar olduğu için, ahlâk-ı seyyiedendir, kötü haslet sayılırlar. Fakat kocasının vazifesi, ona hazinedarlık ve sadakat değil, belki himâyet ve merhamet ve hürmettir. Onun için, o erkek inhisar altına alınmaz, başka kadınları da nikâh edebilir.

Memleketimiz Avrupa’ya kıyas edilmez. Çünkü orada, düello gibi çok şiddetli vasıtalarla, açık saçıklık içinde namus bir derece muhafaza edilir. İzzet-i nefis sahibi birisinin karısına pis nazarla bakan, boynuna kefenini takar, sonra bakar. Hem memâlik-i bâride olan Avrupa’daki tabiatlar, o memleket gibi bârid ve câmiddirler. Bu Asya, yani âlem-i İslâm kıt’ası, ona nispeten memâlik-i harredir. Malûmdur ki, muhitin, insanın ahlâkı üzerinde tesiri vardır. O bârid memlekette, soğuk insanlarda hevesât-ı hayvâniyeyi tahrik etmek ve iştahı açmak için açık saçıklık belki çok sû-i istimâlâta ve isrâfâta medar olmaz. Fakat seriütteessür ve hassas olan memâlik-i harredeki insanların hevesât-ı nefsâniyesini mütemadiyen tehyiç edecek açık saçıklık, elbette çok sû-i istimâlâta ve isrâfâta ve neslin zaafiyetine ve sukut-u kuvvete sebeptir. Bir ayda veya yirmi günde ihtiyac-ı fıtrîye mukabil, her birkaç günde kendini bir israfa mecbur zanneder. O vakit, her ayda on beş gün kadar hayız gibi arızalar münasebetiyle kadından tecennüb etmeye mecbur olduğundan, nefsine mağlûp ise fuhşiyata da meyleder.

Şehirliler, köylülere, bedevîlere bakıp tesettürü kaldıramaz. Çünkü köylerde, bedevîlerde, derd-i maişet meşgalesiyle ve bedenen çalışmak ve yorulmak münasebetiyle, hem şehirlilere nispeten nazar-ı dikkati az celb eden, mâsûme işçi ve bir derece kaba kadınların kısmen açık olmaları, hevesât-ı nefsâniyeyi tehyice medar olmadığı gibi, serseri ve işsiz adamlar az bulunduğundan, şehirdeki mefâsidin onda biri onlarda bulunmaz. Öyle ise onlara kıyas edilmez.

Lem’alar, 24. Lem’a, 4. Hikmet

Lügatçe:

kesret-i nesil: Neslin çoğalması.

asrî: Zamâne.

izdivaç: Evlilik.

sülûk: Bir yolu takip etme.

inhisar: Yalnız bir şeye ait kılma; tekelleşme.

müdir-i dahilî: İç işlerini idare eden.

sehâvet: El açıklığı, cömertlik.

ahlâk-ı seyyie: Kötü ahlâk.

memâlik-i bâride: Soğuk memleketler.

memâlik-i harre: Sıcak memleketler.

mütemadiyen: Sürekli, devamlı.

tehyiç: Heyecanlandırma.

sukut-u kuvvet: Kuvvetden düşme.

tecennüb: Uzaklaşmak, uzak düşmek.

mefâsid: Bozgunculuklar.

25.06.2006


Şeyh Said hadisesi ve Bediüzzaman’ın yaklaşımı

Aradan geçen seksen iki senelik zaman Şeyh Said hadisesinin tartışmasını bitiremedi. Bu konuda yüzlerce araştırma yapıldı. Değişik basın ve yayın organlarında tartışmalar ve yazılar yer aldı. Kimine göre bu hareket bir Kürt direnişiydi. Kimine göre bir Şeriat kıyamıydı. Aslında bu konunun kapanacağı da yakın zamanda mümkün görülmemektedir. Çünkü Devlet Arşivleri bu konulara hâlâ kapalı. İstiklâl Mahkemelerinin tartışmalı kararları hâlâ açıklanmış değil. Ve hâlâ Takrir-i Sükun Kanununun uygulamaları sorgulanabilmiş değil. Peki Bediüzzaman bu konulara nasıl izah getirdi? Bu soruya cevap aramadan önce dilerseniz bu hadise nasıl meydana geldi, onu hatırlayalım.

Şeyh Said hadisesi, 13 Şubat 1925 günü Diyarbakır ilinin Dicle ilçesinde başlamıştır. Hadise kısa sürede Bingöl, Elazığ, Muş ve Diyarbakır’ın ilçelerini içine alacak şekilde büyür. Bunun üzerine Fethi Bey başkanlığındaki hükümet hadise yerlerine askerî birlikleri sevkeder. Bu arada hemen 23 Şubat 1925’te sıkıyönetim ilân edilir. Hükümet harekâtta yeterince tedbir almadığı gerekçesiyle eleştirildiğinden istifaya zorlanır. İsmet Paşa yeniden Başbakanlığa getirilir. İsmet Paşa hükümetinin ilk icraatı İstiklal Mahkemelerinin kurulması, diğer icraatı ise Takrir-i Sükun Kanunu olmuştur. Bölgeye yönelik büyük bir aktarma harekâtı düzenlenmiş, en sonunda Nisan ayında Muş yakınlarında Şeyh Said’in yakalanması ile bu harekât son bulmuştur. Şeyh Said’in kendisi de Diyarbakır’da kurulan İstiklal Mahkemesinin kararı ile 29 Haziran 1925 tarihinde 46 arkadaşı ile birlikte idam edilir.

Şeyh Said’e, Cibran ve Hasenan aşiretinden başka hiçbir Kürt aşireti yardım etmez. Hadisenin geçtiği illerde yaşayan sadece bütün Zaza Sünni aşiretleri Şeyh Said ile beraber hareket ederler.

Hadisenin ayrıntılarını ve geniş izahını araştırmacı-tarihçilere havale ederek, Bediüzzaman’ın bu konudaki genel yaklaşımını ve hareket tarzının ne olduğunu anlamaya çalışalım.

Bediüzzaman’ın Barla hayatının anlatıldığı giriş bölümünde, Şeyh Said’in ismi zikredilmeden yardım talebine ilişkin şöyle bir ifade geçer: “Van’da, mezkûr mağarada yaşamakta iken, Şarkta ihtilal ve isyan hareketleri oluyor. ‘Sizin nüfûzunuz kuvvetlidir’ diyerek, yardım isteyen bir zatın mektubuna, ‘Türk milleti asırlardan beri İslâmiyete hizmet etmiş ve çok velîler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çekilmez; siz de çekmeyiniz, teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet, irşad ve tenvir edilmelidir’ diye cevap gönderiyor.’’ (Tarihçe-i Hayat, s. 135) İşte burada sözü geçen mektubun olmadığı bazı kişiler tarafından iddia edilmektedir.

Ancak her ne kadar mektup belge olarak elde mevcut değilse de, Bediüzzaman’ın bu konudaki Risale-i Nur’un muhtelif yerlerindeki beyanları mektup hadisesinin yaşandığını gözler önüne sermektedir. “‘Bizimle çalış’ dediler. Dedim: ‘Yeni Said öteki dünyaya çalışmak istiyor, sizinle çalışamaz; fakat size de ilişmez.’ Evet, ilişmedim ve ilişenlere de iştirak etmedim. Çünkü, an’anat-ı milliye-i İslâmiye lehinde istimal edilebilir bir deha-i askerîyi, an’ane aleyhine çevirmeye maatteessüf bir vesîle oldu. Evet, ben, Ankara reislerinde, husûsan Reisicumhurda bir deha hissettim ve dedim: ‘Bu dehayı, kuş kondurmakla an’anat aleyhine çevirmek caiz değildir.’ Onun için, ne kadar elimden gelmişse dünyalarından çekindim, karışmadım. On üç seneden beri siyasetten çekildim.” (Tarihçe-i Hayat, s. 195)

İşte yukarıda naklettiğimiz satırlar, Bediüzzaman’ın Şeyh Said hadisesine bakış açısını apaçık ortaya sermektedir. Mektubun maddî olarak olup olmaması bir şeyi değiştirmez. Çünkü Bediüzzaman Şarkta yaşanan bu elim hadiselerin, İslâm lehinde yaşanması muhtemel olabilecek müsbet havayı değiştirdiğini, aksine İslâm geleneği aleyhine çevirmeye bir sebep teşkil ettiğini ve Ankara reislerinde özellikle Cumhurbaşkanında olan 'deha'nın İslâm aleyhine çevrilmesine sebep olmanın caiz olamayacağını ifade eder. Maalesef Bediüzzaman’ın bu ikazlarına kulak verilmediği için hadiseler Müslümanların aleyhine işlemiş ve yıllar boyu bunun acısı maddî ve manevî bir şekilde hissedilmiştir. Bediüzzaman yine bu konuyla bağlantılı olarak ‘’dinde hassas, muhakeme-i akliyede noksan olanlar, iyilik zannıyla o bataklık zeminde tohum ekmeye başlamasıyla...” (Divan-ı Harb-i Örfi 45 ) diyerek dinde hassas fakat akıl muhakemesinden eksik olanların iyilik yaptıklarını zannederek şuursuzca şuurlu düşmana yardım edebileceklerini söyler.

Netice itibariyle Bediüzzaman’ın, Şeyh Said hadisesinin yanında yer almasının düşünülemeyeceğini, böyle bir hareket tarzının İslâma uygun olmadığını da aşağıdaki satırlardan rahatlıkla öğrenebiliriz: “Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dahilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket, müsbet bir şekilde mânevî tahribata karşı mânevî, ihlâs sırrıyla hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dahildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dahilde ancak âsâyişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dahil ve hariçteki cihad-ı mâneviyedeki fark pek azîmdir.” (Emirdağ Lâhikası, s. 456)

Ancak her ne kadar Şeyh Said’in hareketini yukarıda sıralamaya çalıştığımız ölçüler içerisinde kabul ve tasvip edemezsek de, bu hadise bahane edilerek yapılan zulüm ve haksızlıkları gözardı etmemiz mümkün değildir. Çünkü şahısların hataları yüzünden on binlerce insan, haksız ve sebepsiz yere yıllarca öz yurdunda sürgüne mahkûm edilmiş, masum ve hadiseyle hiç ilgisi olmayanlar evlerinden ve barklarından mahrum bırakılmışlardır.

Bediüzzaman da bu sürgünden nasibini almış ve kaderin sevkiyle Van’dan başlayan sürgünü, ömrünün sonuna kadar devam etmiştir. Bediüzzaman, Şeyh Said’in yanlış metodunu hayatı boyunca tamir etmeye çalışmış, hatta Nur talebelerine verdiği son dersinde ‘’müsbet hareket"e dikkat çekmiştir. Evet bugün de İslâm âleminin her şeyden önce bu derse şiddetli ihtiyacı vardır.

Mehmet Selim MARDİN

25.06.2006


Tanin gazetesi Bediüzzaman’ın esaretten dönüşünü haber veriyor

Bediüzzaman Hazretleri, I. Dünya Savaşında esir düştüğü Rusya’da iki buçuk seneye yakın kaldıktan sonra İstanbul’a firar edişini, 25 Haziran 1918 tarihli Tanin gazetesi şöyle haber veriyordu:

“Muvasala

“Kürdistan ulemasından olup, talebeleriyle beraber Kafkas cephesinde muharebeye iştirak eylemiş ve Ruslara esir düşmüş olan Bediüzzaman Said Nursî Efendi, ahiren şehrimize muvasalat eylemiştir.”

Daha sonra telif ettiği Lem’alar isimli eserinde Bediüzzaman, esaret günlerini ve oradan kurtuluşunu şöyle anlatır:

“Harb-i Umumîde, esaretle, Rusya’nın şark-ı şimalîsinde, çok uzak olan Kosturma vilâyetinde bulunuyordum. Orada Tatarların küçük bir camii, meşhur Volga Nehrinin kenarında bulunuyordu. Oradaki arkadaşlarım olan esir zabitler içinde sıkılıyordum. Yalnızlık istedim. Dışarıda izinsiz gezemiyordum. Tatar mahallesi, kefaletle beni o Volga Nehrinin kenarındaki küçük camie aldılar.

“Ben yalnız olarak camide yatıyordum. Bahar da yakın. O şimal kıt’asının pek çok uzun gecelerinde çok uyanık kalıyordum. O karanlık gecelerde ve karanlıklı gurbette, Volga Nehrinin hazîn şırıltıları ve yağmurun rikkatli şıpıltıları ve rüzgârın firkatli esmesi, beni derin gaflet uykusundan muvakkaten uyandırdı. Gerçi daha kendimi ihtiyar bilmiyordum; fakat Harb-i Umumîyi gören ihtiyardır. Güya ‘Çocukları ihtiyarlatan bir gün’ (Müzzemmil Sûresi, 73:17) sırrına mazhar olarak, öyle günlerdir ki, çocukları ihtiyarlandırdığı cihetle, kırk yaşında iken, kendimi seksen yaşında bir vaziyette buldum. O karanlıklı, uzun gece ve hazîn gurbet ve hazîn vaziyet içinde hayattan ve vatandan bir meyusiyet geldi. Aczime, yalnızlığıma baktım, ümidim kesildi.

O hâlette iken, Kur’ân-ı Hakîmden imdat geldi. Dilim ‘Hasbünallahu ve ni’me’l-vekil’ dedi. Kalbim de ağlayarak dedi:

“Garibim, kimsesizim, zayıfım, güçsüzüm; imdat derim.

“Affını istiyorum, yardımını diliyorum dergâhından, ey Allah’ım” (Farisî beytin meâli)

Ruhum dahi vatanımdaki eski dostları düşünüp o gurbette vefatımı tahayyül ederek, Niyazi-i Mısrî gibi dedim:

‘Dünya gamından geçip, yokluğa kanat açıp,

Şevk ile her dem uçup, çağırırım dost, dost!’

diye dostları arıyordu.

“Her neyse... O hüzünlü, rikkatli, firkatli, uzun gurbet gecesinde, dergâh-ı İlâhîde zaaf ve aczim o kadar büyük bir şefaatçi ve vesile oldu ki, şimdi de hayretteyim. Çünkü birkaç gün sonra, gayet hilâf-ı me’mul bir sûrette, yayan gidilse bir senelik mesafede, tek başımla, Rusça bilmediğim halde firar ettim. Zaaf ve aczime binaen gelen inâyet-i İlâhiye ile harika bir sûrette kurtuldum. Tâ Varşova ve Avusturya’ya uğrayarak İstanbul’a kadar geldim ki, bu sûrette kolaylıkla kurtulmak pek harika olmuştu. Rusça bilen en cesur ve en kurnaz adamların muvaffak olamadıkları çok teshilât ve çok kolaylıkla, o uzun firarî seyahati bitirdim.” (Lem’alar, 26. Lem’a, 9. Rica)t

25.06.2006


Evrâd-ı Kudsiye'den

70. Allah bana yeter. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Ona tevekkül edip güvendim. O büyük Arşın sahibidir.

71. Hoş geldin, sefa geldin, ey sabah ve ey yeni gün! Merhaba, ey mutlu vakit ve saat! Merhaba, ey Allah’ın kâtip ve şahid meleği! Şu söylediklerimizi bizim için yaz.

72. Mahlûkatı tarafından övülen ve her türlü övgüye lâyık olan Hamîd, sonsuz büyüklük sahibi Mecid, sınırsız yücelik sahibi Refi’, yaratıklarını son derece seven ve her türlü sevgiye lâyık olan Vedûd, ilim, kudret ve hikmetiyle herşeyi kuşatmış olan Muhît, mahlûkatı hakkında dilediğini yapan Faal olan Allah’ın adıyla.

25.06.2006


Zübeyir Gündüzalp'in kaleminden

Nisyan-ı nefis illeti

Güya kendisi kusurdan müberra olmuş, hattâ hata ve yanlışlarından kurtulmuş gibi, çoklarının ve içinde yaşadığı muhitteki ehl-i imanın kusurları ile fiilen, amelen ve hayalen uğraşmak, merhametsizliktir. Bu fena huya sahip olanlar, bu tehlikeli merhametsizliği işleyenler, nisyan-ı nefis illetine tutulmuş ve nefsinin şımarmış olma ihtimalinden titresinler.

Ey nefsim, sen titre, kendine bak, kendini gör, kendini bil, kendini anla, kendini tecessüs et! Ancak nefsine müfettiş, nefs-i emmarene murakıp olma yüksekliğine çık.

25.06.2006


Muhtar’ı ve Haccac-ı Zalimi haber vermesi

Hem, nakl-i sahih-i katî ile, ferman etmiş ki:

“Sakif kabilesinden biri dâvâ-yı nübüvvet edecek ve biri hunhar zalim zuhur edecek” deyip, nübüvvet dâvâ eden meşhur Muhtar’ı ve yüz bin adam öldüren Haccac-ı Zalimi haber vermiş.

Hem, nakl-i sahih-i katî ile,

“İstanbul fethedilecektir. Onu fethedecek olan kumandan ne güzel kumandan ve onun ordusu ne güzel ordudur” deyip, İstanbul’un İslâm eliyle fetholacağını ve Hazret-i Sultan Mehmed Fatih’in yüksek bir mertebe sahibi olduğunu haber vermiş. Haber verdiği gibi zuhur etmiş.

Mektûbât, s. 106

25.06.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004