Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 04 Temmuz 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

AKP devletleşmeye başladı

Siyasetten tasfiye edilmiş bütün siyasetçiler yavaş yavaş yeniden siyasete dönüyorlar. Eski siyasetçileri neden şimdi birdenbire siyasetin içinde görmeye başladık?

Eskileri siyasette görmeye başladık çünkü AK Parti, merkezdeki devlet kurumlarıyla ilişkisinde iyice bocalıyor. Demirel, Mesut Yılmaz gibi siyasete dönmeye çalışanlar ise hiçbir zaman AK Parti gibi olmadılar. Onların partileri merkezden üredi. AKP’yi ise çevre yarattı. Bakın, bizde siyasetin iç dinamiği Cumhuriyet’in başından beri şudur: Türkiye’de siyasete, merkez ile çevre arasındaki gerilim damgasını vurur. Ben, AK Parti 2002’de iktidara geldiğinde ‘çevre merkeze geldi’ demiştim.

Çevre kim, merkez kim?

Çevre ‘taşralı, köylü, dindar ve askeri yönetimlerle daha az barışık’ olan kesimdir. Merkez de ‘şehirli, laik, seçkinci, askere olumlu yaklaşan daha militer kesimdir. AK Parti taşralı, köylü ve dindar kesimi temsil eden bir çevre partisi olarak iktidara geldi. Ama işadamından demokratlara ülkede herkes AK Parti’den farklı şeyler bekledi. Mesela işadamları liberalliği de AK Parti’nin yapmasını bekledi. TÜSİAD, AK Parti AB’yle ilişkileri iyi götürdüğü sürece onu destekledi.

Şimdi desteklemiyor mu?

AK Parti’ye alternatif yaratılmaya çalışılmasında TÜSİAD ağırlığı olan bir unsur şimdi. Çünkü AK Parti 3 Ekim’den sonra AB’yle ilişkilerde hız kesti. Zaten son dönemde sağda, solda, işadamları, demokrat ve aydın kesimde herkes AK Parti’ye bir alternatif çıkarmaya çalışıyor. Çünkü AK Parti’yi kerhen benimsemişlerdi. TÜSİAD , nerede yanlış yapacak diye AK Parti’yi hep izliyordu. Yanlış yaptığı anda onu bırakacaktı. Nitekim AK Parti’ye alternatif arayışının arkasında TÜSİAD etkili oldu. Oysa ben AK Parti ilk iktidara geldiğinde ‘taşralı, köylü, dindar’ kesimin merkeze taşındığını ve merkezle çevre arasında bir dans başladığını düşünmüştüm.

Dans şimdi bitti mi peki?

Dans çok kavgalı artık. Zaten bu dans eşlerin kendi isteğiyle değil, yakın ve uzak akrabaların piste ittirmesiyle yapılıyordu. Yakın akrabalar Türkiye’deki işadamlarıydı, uzak akrabalar da yabancı ülkelerdi. ‘AK Parti’yi bir iktidarda görelim’ diye başladı bu dans. Ama Türkiye’de siyasetin bir iç dinamiği var. İktidara gelen partiler hep bir noktadan sonra devlete meylediyorlar. Çünkü bizde siyaset hiçbir zaman meşru bir alan olamıyor, hep devletin gölgesinde zanlı durumunda bulunuyor. Ülkede esas iktidar da hep devlet odaklı oluyor. Devleti askerler, AKP’nin ulaşamadığı bürokratlar ve cumhurbaşkanı temsil ediyor. Nitekim 2002’den beri iktidarda olan AKP’ye de hep suç işleyebilir diye yaklaşıldı. Ve AKP, AB’den, AB’den müzakere tarihinin alındığı 3 Ekim’den bu yana devletleşmeye başladı. Seçim sürecine girilmesiyle, AB’yle ilişkide hız kesti, cumhurbaşkanlığına yöneldi ve Terörle Mücadele Yasasını getirdi.

Seçim ortamına girilmesiyle birlikte AKP aksine kendi kitlesine yaklaşmadı mı? AKP, türbandan imam-hatipe hep kendi kitlesinin taleplerini dile getirdi. AKP böyle davranarak devlete yaklaşabilir mi?

Türkiye’de siyaset semboller üzerinden yapılıyor. Türkiye’de bir yanda bir ‘gurur siyaseti’ var. Diğer yanda da bir ‘korku siyaseti’ var. Gurur siyaseti (...) milliyetçi söylemden beslenen, milli kimlikle gurur duyan faşizan bir siyaset. Bu siyasetin kitlesi hatta ‘kendini beğenmeyen gururlular’dan oluşuyor. Bunlar ‘Batı bizden daha iyi durumda’ diyerek değişmeleri gerektiğini düşünüyorlar, başka bir şey olmaya çalışıyorlar ama bir şekilde de milli kimliklerinden ötürü gururlular. Korku siyasetine gelince... Gurur siyasetinin zıddı olarak devlete odaklanmış bir siyaset bu. ‘Aman devlet elden gidiyor, gerekeni yapmazsak devleti kaybedeceğiz’ korkusundan besleniyor. Bu ‘otoriter siyaset’i CHP temsil ediyor.

Otoriter ve faşizan siyaset arasında nasıl bir fark var?

Faşizan siyaset aşağıdan, otoriter siyaset ise yukarıdan gelir. Otoriterlik devletin milliyetçiliğidir, faşizanlık da milletin milliyetçiliğidir. (...) Onlar toplumun duygularını tercüme ederler. CHP’nin ‘korkuya endekslenmiş, devletin bekasına’ odaklanan siyaseti ise otoriterdir. Bu siyasi görüş korkudan beslenen İttihatçı geleneğin devamıdır. Ordunun, CHP’nin ve Cumhuriyet Gazetesi’nin böyle bir siyasi görüşü vardır.

Peki bu siyaset tablosunda AKP nerede duruyor?

AK Parti inanç odaklı siyaset yapıyor. İnanç odaklı muhafazakâr siyaset dünyanın her yerinde var, Hıristiyan Demokratlar da böyle ama... Muhafazakâr partileri faşizan partilerden ayıran şey, hukuk devletiyle olan olumlu ilişkileridir. Muhafazakâr partiler açısından yargının bağımsızlığı, hukuka siyasetin karışmaması, laiklik çok önemlidir. Muhafazakâr partiler, din öğesine önem verirler ama dindar anlamda kimlikçiliğe düşmezler. AK Parti evet hiçbir zaman devletçi olmadı ama muhafazakârlıkla faşizanlık arasında gidip geldi. İkisine de pas verdi. AB’yle ilişki iyi gittiğinde daha faşizan olan Milli Görüş gömleğini çıkarmış gözüküyordu. Ama seçim dinamikleri devreye girdi ve AK Parti faşizanlıkla muhafazakârlık arasında bocalıyor şimdi.

Peki toplumdan eski siyasetçilere yönelik bir talep var mı?

Yok. Ama baştan beri AK Parti’nin karşısında dişe dokunur bir muhalefet olmadığından hep söz edildi. Oysa muhalefet boşluğu sağda değil, solda yaşandı aslında. CHP’nin sol bir parti olmadığını söylemekten dilimizde tüy bitti. Ama CHP hâlâ solun siyasi partisi olma rolünü oynuyor ve sol diye bildiğimiz her şeyi mahvediyor. Oysa sol parti olmak başka bir şeydir. Sol, milliyetçilikle, militarizmle ve devletle arasına mesafe koyar. Sol, sosyal adalet olgularıyla ilişkilidir. Sol, milliyetçiliğe başvurmadan vatandaş odaklı bir siyaset yapar. Bunların hiçbiri CHP’de yok. CHP sonuçta askeri üniforma üzerine giyilmiş bir fötr şapka gibi duruyor. Ancak o kadar sivil bir parti olabiliyor ve ‘devlet elden gidiyor’ korkusundan beslenen otoriter siyaseti temsil ediyor.

AKP hükümetinin yaptığı hatalar mı eski siyasetçileri dönmeye teşvik ediyor?

Evet. Hükümet türlü hatalar yaptı. Şemdinli olayının üzerine gitmedi.(...) AK Parti’nin en büyük hatası ise Meclis’ten yeni geçirdiği Terörle Mücadele Yasası’dır.

Niye?

Çünkü çevreden gelen bir parti olarak devlet yerine vatandaş odaklı bir siyaset yürütebilirdi. Ama o vatandaşın düşünce, gösteri, toplanma gibi haklarını güçlendirecek, etkin vatandaşı yaratacak bir siyaset güdebilecekken, Terörle Mücadele Yasası’yla vatandaşın karşısına çıktı. Çok büyük bir paradoks bu. AK Parti bu yasayla da, muhafazakâr milliyetçilikten faşizan milliyetçiliğe kaydı. Zaten AK Parti, bir bakıyorsunuz aşağıdan gelen milliyetçi söylemle, bir bakıyorsunuz yukarıdan gelen otoriter devlet söylemiyle dans ediyor. Kendi varlığını tehlikeli gördüğü anlarda devlete yöneliyor. Türkiye’de siyasetin ekseninde artık otoriterlik ve faşizm var. Ülke, faşizmle otoriterlik arasında sıkıştı kaldı.

Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşırken AKP’nin önünü kesecek bir cephe kurabilmek üzere siyasetteki bütün güçleri bir araya toplayabilmek için mi eski siyasetçiler politikaya çekiliyor?

Evet öyle. Cumhurbaşkanlığı seçimi çok önemli. Çünkü çevreden halkçı, köylü, taşralı, dindar bir siyasi partinin hükümet kurması başka şeydir, cumhurbaşkanlığına oynaması başka şeydir. Çünkü ‘cumhurbaşkanlığı da giderse, devlet gidiyor’ şeklinde bir korku var bu ülkede. Nitekim son dönemde cumhurbaşkanlığını savunmak üzere bir seferberlik başladı ülkede. Aslında bütün bu yaşananlar, cumhuriyetin normalleşememiş olmasıdır. Bir seferberlik cumhuriyeti bu hâlâ. Sanki Kurtuluş Savaşı’nı yeni bitirdik ve cumhuriyeti yeni kurduk. 83 yıllık cumhuriyet çoktan olgunlaşmış olmalıydı. Ama bizde devletin siyasetle ve vatandaşla ilişkisi hep böyle. Batı’daki gibi vatandaşla devlet arasında normal bir kontrat ilişkisi yok. Bizde devlet vatandaşın kendisine hürmet ve hizmet etmesini istiyor. Vatandaş da devletin kendisine karşılıksız vermesini bekliyor. Aslında vatandaşla devlet son dönemde birbirine giderek daha çok benzedi.

Hangi açıdan?

Şiddet açısından. Şiddet fedaisi bir vatandaş var Türkiye’de. Devlet elindeki silahlı gücüyle kendi muhafazasına odaklandıkça, vatandaş da kendi elindeki silahla şiddete başvuruyor. En son Trabzon’da yaşandı. Tutuklu aileleri gösteri yapmaya kalktı, vatandaş bunlara elindeki sopalarla saldırdı. Yukarıdan gelen şiddetin yanında, aşağıdan gelen bir şiddet de yaşanıyor şimdi. Devletteki otoriter eğilimler ve şiddet yükselirken, toplumda da faşizan eğilimler ve şiddet yükseliyor. Devletteki otoriter eğilim nasıl yükseliyor derseniz... Bu ülkede askerlere karşı laf edemiyorsunuz. Vicdani retçilere destek verenlerin başına gelenleri görüyorsunuz. Devletteki bazı güçleri eleştiren cumhuriyet savcısına deli muamelesi yapılıyor, psikolojisi bozuk deniyor. Çok karanlık bir tablo bu. (...)

Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşırken iç siyasetteki bu hareketlilik Türkiye-AB ilişkilerini nasıl etkiler sizce?

AB’yle ilişkiler yavaşlayacak. Zaten AKP dışında hiçbir parti AB projesini üstlenmemişti. AKP’ninki de kalpten değildi ve o da kendi varlığını korumak üzere AB projesini üstlendi. Şimdi ise AB’yle ilişkide geri çekildi. Tabii ki AKP bir gecede AB karşıtı olmayacak ama diğer siyasi partilerin AB karşıtlığına da bigane kalmayacak ve hız kesecek. Çünkü AK Parti serbest dolaşıma getirilen kısıtlamalar, Ermeni ve Kıbrıs sorunu gibi konularda AB’den gelen olumsuz mesajları artık tabanına taşıyamıyor. Şu çok açık. Türkiye AB’yle ilişkide olumsuz bir döneme giriyor

Hızlanan siyasi kavgada Kürt meselesi nasıl değerlendirilecek sizce? Çözüme doğru mu gideceğiz sertleşmeye doğru mu?

Otoriterlikle faşizanlık arasında sıkışmış bir siyasi tabloda Kürt meselesinde çözüme değil, sertleşmeye gidilecek. Zaten yeni Terörle Mücadele Kanunu da sertleşileceğini gösteriyor. Bir süre önce Baykal, Murat Yetkin’e ‘Cumhuriyeti savunmak vatandaşın görevidir’ dedi. Yani ‘tepeden bir askeri darbe olmasın, biz bu işi aşağıdan yapalım’ gibi bir şey söyledi. Faşizanlık tam da budur işte. AKP’ye gelince... Başbakan’ın ‘alt ve üst kimlik’i telaffuz ettiği, Diyarbakır’a gidip ‘Kürt meselesi vardır’ dediği bir noktadan çok hızlı bir şekilde Terörle Mücadele Yasası’na geldi AKP. Bu yasa, Kürt meselesinin AKP’nin önceliği olmadığını gösteriyor. Onun önceliği cumhurbaşkanlığı ve siyasi kadrolaşma. AKP, şimdi bunun için gerekenleri yapıyor. Herhalde Terörle Mücadele Yasası da, cumhurbaşkanlığı için gerekli şeylerden biriydi.(...) Asker hâlâ siyasetin içinde.(...)

Şu andaki siyaset, cumhurbaşkanlığını kaptırmama siyaseti.

Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar siyasette nelerin olmasını bekliyorsunuz?

Mutlu ve mesut AKP dönemi birçok açıdan bitti. Hem ekonomide bitti, hem AB’yle ilişkilerde bitti. Artık AB sürecinde krizler yaşanacak. İlk kriz Kıbrıs konusunda çıkacak. Türkiye’de otoriter ve faşizan siyaset yükselecek. Aşağıda milliyetçilik artarken, yukarıda asker ağırlıklı siyaset güçlenecek. Türkiye bundan böyle kitle ruhunun hâkim olacağı, daha gerilimli bir ortama giriyor. Çünkü çevrenin ‘cumhurbaşkanlığı’ gibi giremeyeceği alanlar var Türkiye’de.

Bir AKP’li cumhurbaşkanı olabilecek mi sizce?

Olabilir, olma ihtimali var ama olmaması için epeyce gerilim olacak. Cumhurbaşkanlığı alanı çevreye ve AKP’ye kolay açılmayacak. Çevrenin yaşam tarzının cumhurbaşkanlığı alanına girmesine kolay izin verilmeyecek. Eskisi gibi darbe yapılamayacağına göre, izin vermemenin yolu ne olacak derseniz... Yukarıda bir güç kaynağı hâlâ var. Bu, adı üstünde Silahlı Kuvvetler. Cumhurbaşkanlığı alanını koruyacaktır o. Hem illa bir darbe olması da gerekmiyor. Darbe, savcıların, vicdani retcilerin başına gelenlerle gündelik oluyor zaten. Darbe artık her gün oluyor. Başlayan cumhurbaşkanlığı kavgasıyla, Türkiye çok büyük gerilimlere gebe bulunuyor.

Radikal, 3 Temmuz 2006

Konuşan: Neşe DÜZEL

04.07.2006


 

Kurtarıcıların niyeti

Nazımın geçtiği, lâtifemin batmadığı bazı CHP’li arkadaşlarım var; ara sıra, “Deniz Baykal başınızdan eksik olmasın; sittin sene CHP’nin genel başkanı olsun” diye takıldığımda yüzleri gülmekle ağlamak arası bir şekle bürünüyor. Bu şakanın ardında hangi ciddi atıfların bulunduğunu gayet iyi biliyorlar çünkü.

Lâfa bakın, “Türk siyasetinde yeni bir ideolojik fay hattı oluşuyor. Bir tarafta, ‘Cumhuriyet tehlikededir, bu tehlikeye karşı beraber olup Cumhuriyet’e sahip çıkalım’ diyenler var; diğer tarafta diyemeyenler.”

Böyle siyaset yapılır mı diye sormayacağız; çünkü Türkiye’de elli senedir siyasetin babası böyle yapılıyor. Sandıktan, halktan, toplumdan ümidini kesenler, “bari merkezi bürokrasinin şefaatinden mahrum kalmayalım, oraya yaslanalım” diye Cumhuriyet’e sarılıyorlar. Vaktiyle Fransız İhtilâli’nin Jakoben liderlerinden Robespierre’in “Vatan tehlikede” sloganını bizimkiler yalama ettiler. Ne zaman siyasette alta düşseler “Cumhuriyet tehlikede” diye feryad ü figan ediyorlar. İkide bir Cumhuriyet tehlikede diye ortalığı velveleye vermek, belki sûreta CHP ile merkezi bürokrasinin yakınlaşmasına ve zaten “tarihi” özellikler taşıyan beraberliklerinin pekişmesine yarıyor ama -nedense?- bu yakınlaşma bir türlü sandığa aksetmiyor.

CHP, Atatürk’ün kurduğu bir parti; tek parti devrinin devlet partisi. 1924 tarihli anayasada zikredilen İcrâ ve Teşriî, yani yasama ve yürütme kurumları, aslında bu yetkileri hep CHP kullansın diye kaleme alınmıştı. Demokrat Parti, aynı yetkileri kullanarak hükümet etmeğe kalkıştığı için onuncu senesinde merkezi bürokrasi tarafından ömrüne son verildi. Tarihi olayları yeniden yargılamıyoruz, tarihten bahsediyoruz, yani CHP’den; 1946’dan beri CHP, ne türlü eksen değişikliğine giderse gitsin o “tarihî”lik vasfından kurtulamadı; kendi çağının dışına düşmüş bir zaman gezgini gibi hep ayrıksı kaldı, anakronikleşti.

Oysa bir aralar “ortanın solu” istikametinde sosyalizme bile yanlamış, hatta milletvekili adaylarının seçiminde parti genel merkezinin “mezhebî” tercihlerde bulunduğu ileri sürülmüştü. Uzun yıllar iktisadi planda devletçiliği savunarak özelleştirmeye karşı çıktıktan sonra yörünge değiştirerek, “özelleştirelim ama çarçur ettirmeyelim” çizgisinde karar kıldı; serbest piyasa ekonomisinin temel kurumları hakkında dişe dokunur bir eleştirileri yoktur. “Altı ok”tan, İnkılapçılık, Devletçilik, Halkçılık prensiplerinin 21. yüzyılı görmeye nefesi yetmeyince CHP kalan üçüne sarıldı ve—başka ne yapabilirdi ki?—kendini kalan okların sahibi ilan etti.

Cumhuriyet’in korunmasını sadece CHP’nin üstlendiği bir memleket düşünebilir misiniz; Deniz Baykal’ın “Cumhuriyet tehlikededir” feryadı, “bu işin bizden başka recülü kalmadı” anlamına geliyor. Eğer gerçekten Cumhuriyet’in (milliyetçiliğin, laikliğin) esirgenmesi CHP’ye kalmış ise biz zaten ölmüşüz demektir ama hakikat böyle değil: Deniz Baykal bile sâkin anlarında basiretle kabul edecektir ki, rejimin ve anayasanın meşru saydığı kurumlar, siyasi partiler arasında Cumhuriyet’e muhalefet eden yoktur ama iktidarı isteyenler çoktur. İktidarı herkes ister (düşünün ki CHP bile istiyor) ve meşru hiçbir kuruluş iktidarı istediği için ayıplanamaz.

Bu iş böyle gitmez; en iyisi anayasal bir düzenlemeye gidip CHP’ye mecliste sekiz-on sandalyelik, (61 Anayasası’nın tabii senatörlük adetine benzeyen) daimi bir kontenjan tayin edilmeli; kanun ve kararnameleri Cumhurbaşkanı ile birlikte CHP de imzalamalı, YÖK, yüksek mahkemeler, TRT vesaire gibi kuruluşlarda CHP’ye koltuk ayrılmalı; seçimlerde kazansa da kaybetse de CHP anayasal bir kurum sayılarak devlet içindeki yerini korumalı.

Belki o zaman Cumhuriyet, Deniz Baykal’a her ilham geldiğinde tehlikeye girmekten kurtulur; biz de rahat ederiz.

Zaman, 3 Temmuz 2006

A. Turan ALKAN

04.07.2006


 

BM yok sayılıyor

(...)Dünya siyasetindeki metamorfoz, Sovyetler’in çökmesi ve “Nükleer Dehşet Dengesi” ne dayalı iki kutuplu dünya siyasetinin sona ermesiyle başladı. Varlığını ve etkisini bu iki blokun birbirleriyle savaşmalarını önlemek üzere inşa eden BM, bu süreçte böcekleşmeye başladı.

İki bloka dayalı dehşet dengesinden “Asimetrik tehdit” denilen uluslararası terör ortamına geçişe hazırlıklı değildi BM. Tek süper devlet Amerika her şeyi “Uluslararası terör tehdidi” olarak sunmaya başlayınca da, ne hukuk ne de düzen kaldı.

Arkasına Amerika’yı alan İsrail’in, Filistin’in seçilmiş hükümetini yok saymasını, bakanları milletvekillerini tutuklamasını, Filistin devlet dairelerini bombalamasını başka türlü nasıl izah edebilirsiniz?

KIBRIS VE BM

Veya Amerikan yasamasının bile hukuk dışı bulduğu Guantanamo zindanına her ulustan sayısız insanın sorgusuz sualsiz toplanmasıyla Nazilerin toplama kampları arasında ne fark olabilir ki?

Yahut ABD ile İran arasındaki nükleer silah üretimi konulu anlaşmazlıkta son sözü BM’nin söyleyeceğini düşünüyor musunuz?

Bu açıdan baktığınızda bizi de doğrudan ilgilendiren ve Türkiye’nin siyasi kaderinde bir ipotek olarak duran “Kıbrıs Sorunu” nu BM’nin çözebileceğini beklemek gibi bir hayale sarılmış olmak, hata değil midir?

Neticede bu sorunun diğer tarafları olan Yunanistan ve Kıbrıs Rumları, AB üyeleridir. Ve onlar şimdi bu sorunu BM dışına çekip bir “AB meselesi” zeminine oturtmuşlardır bile. Türkiye ise, Kıbrıs’ı hâlâ “Annan Planı” çerçevesinde ele alıp, Gümrük Birliği’ni yok sayarak, AB’ye üyelik kaderini “Müzakereler koparsa kopar” çizgisi üzerinde sürdürmeye çalışıyor. Oysa bu yılın sonrasında Kofi Annan da yok artık BM’de. Görev süresi bitiyor.

İKİ YOL

BM’nin yok sayıldığı bir dünyada, ülkelerin aralarındaki sorunları çözmek için izleyebileceği yollar belli:

-Ya Amerika ve İsrail gibi yapar ve askeri gücünüzü canınızın istediği gibi kullanırsınız.

-Ya da diplomasinin ve siyasetin bütün araçlarını devreye sokup, sorunlar sizi köşeye sıkıştırmadan bunlara uzlaşma arayışıyla yaklaşır ve çözüm üretirsiniz.

Yeni dünyanın sorunlarına çözüm üretmek bir yana, bazıları için bu yeni dünyanın koşullarını anlamak bile çok zor şu anda. Bu nedenle eski koşulları var sayıp, bunlara dayalı politikalar izleyenler sadece “Biz haklıyız” diyebiliyor ve bunalımdan bunalıma sürükleniyor.

Sabah, 3 Temmuz 2006

Mehmet BARLAS

04.07.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004