Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 25 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Hayme ana, bey ana, devlet ana

“Biz tarihi çalınmış bir milletiz” der usta romancı Kemal Tahir. Böyle demekle yakın tarihimizin ve uzak tarihimizin bulanık görüntülerine isyan eder adeta. Yüzyıllar boyu cihana nizam veren bir hanedanın köklerine ulaşma emelli tarihe yöneltilen bakışlar, muğlak görüntülerin girdabında boğulmaktan kurtaramamaktadır kendini. Kayı Boyu’nun, Kayı Han’ın babası Gün Han’ın babası Oğuz Han’a dayandığı mervidir. Hatta, Tevkıî Mehmet Paşa “Soyu yirmibirinci göbekte Nuh’un oğlu Yafes’in çocuklarından Oğuz Han’a ulaşırdı.” deyivermektedir. Âşık Paşazâde, Solakzâde, Hoca Sadettin Efendi gibi tarihçiler Osmanlı soyunu isim isim Nuh’a (a.s.) dayandırırlar. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “Osmanlıların Kayı Boyu’na mensup oldukları muhakkak olmakla beraber, yukarıdan Ertuğrul Gazi’ye kadar olan silsilelerinde ihtilâf vardır, bu hususta tarihlerin rivayetleri birbirini tutmamaktadır.” demektedir. Ve’l-hâsıl Kayı Han’dan Ertuğrul Gazi’ye kadar dâr-ı cihândan kimler gelmiş kimler geçmiş meçhulümüzdür.

Meçhulümüz olan daha ne çok şey var ki: Ertuğrul Bey’in babası Gündüz Alp midir? Süleyman Şah mıdır? Yoksa, Gündüz Alp’le Süleyman Şah aynı kişilik midir? Süleyman Şah, Sultan Kılıçarslan’la karıştırılmakta mıdır? Gündüz Alp’in mezarı nerededir? Ankara’nın Kırka Köyü’nde midir? Kuzey Suriye’deki Câber Kalesi’nde midir? Anlıyoruz ki geçmişimiz mitolojik bürüntülerle kaplanmış ve çağcıl tarihçilerimizin himmetlerini beklemektedir. Unutmadan, bulunan bir sikke üzerindeki “Osman bin Ertuğrul bin Gündüz Alp” yazısı Ertuğrul Gazi’nin babasıyla ilgili belirsizliği giderivermiş, görüntü birden netleşmiştir.

Şimdilik bizi ilgilendiren, tarihten siması beliriveren bir heybet. Kütahyamızın “Duman içi” namıyla müsemma, Ertuğrul Gazi yaylakı Domaniç İlçesi’nin Çarşamba Köyü’nde, maarif-perver, terakki-perver, hamiyyet-mend Sultan 2. Abdülhamid Han tarafından 1886’da yaptırılan istirahatgâhında medfûne Hayme Sultan, Hayme Ana, Bey Ana, Devlet Ana isimlerinin sahibi saliha validemizdir.

Hayme kelimesinin Arapça’da çadır anlamına geldiğini, Hayme Ana’nın yaşadığı yıllarda Moğol gâilesinin Anadolu’yu iyiden iyiye ısıttığı, umutsuz havanın tasavvufi hareketleri canlandırdığı düşüncesinden hareketle mezkûr kelimenin tasavvufta bârgâh-ı zât-ı ahadiyyet, hicâp mertebesi, ayrıca varlık âlemi manalarına geldiğini ifade etmeliyiz. Mevlânâmızın mahdumu Sultan Veled de Divân’ında yer ve gök’ü hayme’ye (çadıra) benzetmektedir. Hulâsa Hayme Anamız sırları gizleme, güçsüzleri koruma altına alma, yardımsever olma, ailesini kucaklama, sıkıntı ve zorluklara tahammül etme bakımlarından ismiyle müsemma anaç bir karakter örneği olarak karşımızda duruyor.

Oğul,

Boyundan, soyundan olsun olmasın insanlara adil davran.

Adaletten ayrılma ki, insanların birlik ve dirlik kazansın. Yurdunda, obanda herkes gezsin.

Ululuk isteyen, töreden ayrılmasın.

Bu dünya bir oturma yeri değildir. Yapacağın iyi ve doğru işlerle insanların hizmetinde bulunursan güzel övünçler senin olur. Yüreğinden inancı, ağzından duâyı, davranışından erdemi hiç eksik etme.

Bir de sabırlı ol oğul, ekşi koruk sabırla üzüm olur.

Oğul,

Beylik dermek ile, ağalık vermek iledir. Sofranı ve keseni yoksullara açık tut...

Hayme Ana’nın (oğlu Ertuğrul Gazi’ye) Öğüdü’nden

Hayme Ana, dindarlığı, sır saklayıcılığı, sevgi dolu oluşu, bilgeliği, ileri görüşlülüğü, barışçıllığı, fedakârlığı, cefakârlığı gibi zatına revnak veren güzel hasletlerinin yanında aşiretinin kadınlarının dertleriyle dertlenen, problemlerin çözümüne ortak olan, hedef veren, hedefe yönlendiren, gerektiğinde düşmana karşı savaşçı bir görünüme bürünüveren yapısıyla günümüz kadınına sivil toplumculuk numunesi de teşkil ediyor. Kadının ev işleriyle meşgul olma dar alanına hapsolma yerine sosyal sorumluluk alarak kamusal alana müdahalesi anlamına gelecek nitelikleriyle Hayme Ana bir yerde devlete kadın eli de değdirmiş oluyor.

Hayme Ana, yurt arayışının tabiî sonucu olan göç fenomeninin de olgunlaştırdığı “Bilge Hatun” kimliğini, oğlu Ertuğrul ve torunu Osmancık’a yol gösterici olarak ortaya koymaktadır. Bu meyanda, modernleşmeyle birlikte özendirilen Batı tarzı hayat biçiminin idrakimize dayattığı, kapitalist, tüketici toplum oluşturma emelinin tezahürü çekirdek aile projesinin de tecrübî birikimin aktarılmasına engel olarak toplumu ne denli sarstığını belirtmeliyiz. Her doğan nesil, küçük yaşlarda bir haminne tarafından kolaylıkla aktarılabilecek kültür ve birikimi edinmek için zaman, imkân ve emek harcamak zorunda kalmaktadır. Her yeni nesil bizde yeni bir inkıta anlamına gelmektedir. Hayme Ana çekirdek aile endişesiyle bir huzur (evi) çadırına terk edilmiş olsaydı âl-i Osman ne de çok şey kaybederdi.

Kâh ana demişiz devlete kâh baba. Ana müşfik, ana bağışlayıcı, ana fedakâr, ana titrer üzerinde yavrusunun bir ceylan yüreğiyle. Baba sever, sevdiğini belli etmez, baba otoriter, baba saygın, baba korkulan, baba hikmetinden sual olunmayan. Devlet anayla başlayan devlet nizamımız devlet babayla devam ediyor el’an. Devlet insan için. Edibalicesi “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.”

Devlete dair uzaklardan güzel bir öykü anlatılır:

“Konfüçyüs, öğrencileriyle birlikte Thai Dağı’nın eteklerinde gezinirken ağlayan bir kadın görür. Öğrencilerinden biri (Tze-Lu) kadına neden ağladığını sorar. Kadın:-Çok acı çekiyorum. Bu çevrede bir kaplan var. Önce kaynatamı parçalayıp yedi. Sonra kocamı, şimdi de oğlumu öldürdü, der. Konfüçyüs söze karışır ve –Öyleyse niçin başka bir yere gitmiyorsun? diye sorar. Kadın şu ilginç cevabı verir:-Çünkü, burada insanlara baskı yapan bir devlet yok. O zaman Bilge Konfüçyüs öğrencilerine şunları söyler:-Kadıncağız haklı, çocuklarım. Baskı yapan devletler kaplanlardan daha korkunçtur. Bunu hiç unutmayınız”

İnsanına ana şefkatiyle yaklaşan, rikkatli, sorunların çözümünde atik davranan, düşünmeyi ve düşündüğünü ifade etmeyi, değil cezalandırmak ödüllendiren, kişinin kişiyle münasebetinden doğan hakkını değil kişinin devletle olan münasebetinden doğan devlet hakkını affeden, vatandaşı açken tok gezmeyen, vatandaşı çıplakken örtünmeyen bir devlet anlayışı için müracaat etmemiz gereken kaynak Hayme Ana’dır, Şeyh Edibali’dir.

Hayme Ana’yı yakından tanımak, gündemimizi Hayme Ana’ya, Ertuğrul Gazi’ye, Osman Gazi’ye, kuruluşa, devlet algı ve anlayışımıza yoğunlaştırdığımız günlerden olmak üzere Kayı Boyu’nun yaylaktan (Domaniç) kışlaka (Söğüt) dönüş ve Hayme Ana’nın irtihal zamanı olan Eylül ayının ilk Pazarı, ez-cümle 3 Eylül 2006 Pazar günü Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da katılımıyla yapılacak 725. Hayme Ana’yı Anma ve Göç Şenliklerine kuruluşun gerçekleştirildiği toprakları görmek, tarihle iç içe bir gün geçirmek isteyen, yurdumuzun her köşesinden aziz milletimizin her bir ferdini dâvet ediyoruz.

Unutulmamalıdır ki, köklerden haberdar olmadan göklere uzanmak mümkün değildir.

Hatâlardan emîn eyle ilâhî Âl-i Osman’ı

Çün itdin bunları sen ehl-i İslâmın nigehbânı

Bu nesl-i pâk ile dîn-i Muhammed takviyet buldu

Şeref-bahş oldu dîne bunların âyîn ü erkânı

Fihrist-i Şâhân’dan

Ayfer YILDIRIM

25.08.2006


Özel askerlerin savaşları

Y apılan savaşların ardından “yeni dünya düzeni” olarak adlandırılan dönem ABD’nin gövde gösterisiyle başladı. En büyük vaadi olan “demokrasi”yi dünyada yaygınlaştırmak adına yaptığı tüm girişimlerde müdahale edilen yerlerde açlık, yoksulluk ve şiddetten başka bir şeyin olmadığını tüm dünya pür dikkat izledi. Evet ne yazık ki izledi ve bir şey yapamadı.

Uygulanan sözde insanî müdahaleler ve yardımlar 90’lardan itibaren ABD’nin ve diğer güçlü ülkelerin, NATO ve BM ile birlikte başka ülkelere gerçekleştirdikleri her müdahalenin “kılıfı”nı oluşturdu. Bu uygulama altında yapılan askerî harekâtlar, işgaller, insanî değerlere, adalete, özgürlüğe “evrensel” bir katkı olarak gösterildi.

11 Eylül sonrasında ABD’nin “terörizm” ve “terörist devletler”e açtığı savaş, özel askerî şirketler için de bir dönüm noktası oldu. BM’nin gücünü yitirdiği ve uluslar arası hukukun geçersizleştiği bir dönemde, hukuksal boşluğun bulunduğu bir alanda varlıklarını sürdüren ve tamamen “kâr” amacı ile çalışan özel askerî şirketler geniş bir hareket alanı buldular.

Paralı askerliğin tarihi, savaşın tarihi kadar eski. Özel askerî şirketler ise son on yıla özgü bir olgu ve gelecekte “uluslar arası güvenlik” sorununun önemli bir parçasını oluşturacaklar. Bu şirketler, hakkında hâlâ kesin rakamlar bulunmayan “sır dolu” bir endüstrinin, gizli ilişkilerin düğümlendiği siyasî ve ticarî ağların içinde varlık buluyorlar.

Özel askerî şirketler, global piyasada oluşan özel bir iş türünü yerine getiriyorlar. Bunlar, kâr amaçlı kuruluşlar ve savaşla ilgili konularda profesyonel hizmet sunuyorlar. Lojistik destek, taktik saldırı operasyonları, stratejik planlama, gizli istihbarat edinme ve analiz etme, operasyonel destek, çatışma bölgelerinde savaşma ve savunma, askerî eğitim ve askerî teknik yardım gibi askerî becerilerin tedarik edilmesi, yerine getirdikleri “hizmetler”.

Yaklaşık olarak iki yıllık bir araştırma sonucu elde ettiğim verilere göre, dünyada 90’a yakın özel askerî şirket bulunuyor ve bunlar 110 ülkede faaliyet gösteriyorlar. Bu şirketlerin içinde yer aldığı yıllık 100 milyar dolarlık bir endüstriden söz ediliyor. Özel askerî şirketlerin kurulduğu ülkeler genellikle Amerika, İngiltere ve Güney Afrika. Çalıştıkları yerlerin başında ise, Afrika, Güney Amerika ve Asya geliyor.

Savaşın özelleşmesi öylesine genel bir eğilim ve Irak savaşında öyle bir noktaya ulaşmış durumda ki, bundan böyle özel askerî endüstrinin kollarını uzatmadığı bir çatışma ya da savaşın mümkün olmadığı dahi düşünülüyor. Bu endüstri devletlerden aldığı paralar sayesinde gittikçe şişiyor. Meselâ, ABD, Orta Asya ve Afganistan’ı da içerecek şekilde Irak’a yönelik harcamalarını bu yıl için 87 milyar dolar olarak kararlaştırmışken, özel askerî endüstriye bu miktar içinden aktarılan pay 30 milyar dolar olarak belirlenmiş durumda. Yani, ABD’nin askerî harcamalarının üçte biri özel askerî şirketlere aktarılıyor. Bu durum, önümüzdeki dönemde içinde paranın ve şiddetin dolaştığı gri bir alanın gittikçe büyüyeceğini gösteriyor.

Daha önce belirtildiği gibi “paralı askerlik” ve bu anlamda savaşlarda ya da çatışmalarda “özel” güçlerin kullanımı yeni bir olgu değil. Özel askerî şirketler, paralı asker ticaretinin, “evrim geçirmiş, globalleşmiş ve şirketleşmiş” modelini temsil ediyorlar. Bu şirketler, global pazar içindeki güvenlik endüstrisinin yükselen unsurları ve geleceğin güvenlik çerçevesini de büyük ölçüde etkileyecekler.

Özel askerî şirketlerin en fazla kurulduğu ve hükümetiyle en fazla ilişki geliştirdiği ülke ABD’dir. Özel askerî şirketlerin, genellikle enerji ve savunma sanayiindeki büyük şirketlerin yan kuruluşu olarak ortaya çıktıkları ve ülke ordularının giremediği ya da girmesinin sınırlandırıldığı bölgelere kolaylıkla sızabildikleri düşünüldüğünde, bu şaşırtıcı bir sonuç değildir. Nitekim, Balkanlar ve Kolombiya gibi ABD ordusunun varlığının sınırlandırıldığı bölgelerde, Pentagon özel askerî şirketlerle sözleşme imzalayarak, onları stratejik amaçları doğrultusunda kullanmaktadır.

Uluslar arası hukukta, özel askerî şirketlerle ilgili herhangi bir düzenlemeye rastlanmamaktadır. Başka bir deyişle tam bir “hukukî boşluk” söz konusudur. Aynı zamanda, özel askerî şirketler genellikle “çökmüş devletler”de, yani yasal ve kurumsal bir çerçevenin ortadan kalkmış olduğu ya da yok denecek kadar zayıf olduğu ülkelerde faaliyet göstermektedirler. Geleneksel devlet yapısının çökmüş olduğu; ancak, çokuluslu şirketlerin ya da güçlü devletlerin ilgisini çekecek denli enerji kaynakları ya da madenleri zengin olan ülkelerde sık sık karşımıza çıkmaları, özel askerî şirketlerin “yeni sömürgeciliğin” bir parçası olduğu düşüncesini doğurmaktadır. Yeni sömürgecilik bağlamında özel askerî şirketlerin yerini ve rolünü incelemek, sömürgeciliğin tarihinde paralı askerlerin kullanımını, sömürgeciliğin geçirdiği değişimi ve bu değişim ile özel askerî şirketlerin doğuşu arasındaki ilişkiyi araştırmayı gerektirir ki, böyle bir girişim, bu makalenin sınırları dışına taşar.

Yapılan araştırmalar bize gösteriyor ki; günümüz şartlarında artık ülkeler değil şirketler savaşıyor ve kazanan kötü emeller oluyor. Bazen bizler de verdiğimiz vergilerle dolaylı yoldan olsa bile girişime destek sunuyoruz (gelecek 20 yılda IMF’ye olan borcumuzu varsayarsak).

(Genç Yaklaşım, Ağustos-2006 sayısından alınmıştır)

Mahmut ŞAYLIKAY

25.08.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004