Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 25 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Kör ile gören, kâfir ile mü'min bir olmaz.

Fâtır Sûresi: 19

25.08.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Kim bir gün ve bir gece Müslüman ev halkının geçimini sağlarsa, Allah günahlarını bağışlar.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3694

25.08.2006


Bediüzzaman’ın savaş ahlâkı -8-

Tarîk-i hakta çalışan ve mücahede edenler, yalnız kendi vazifelerini düşünmek lâzım gelirken, Cenâb-ı Hakka ait vazifeyi düşünüp, harekâtını ona bina ederek hataya düşerler. Edebü’d-Din ve’d-Dünya risalesinde vardır ki:

Bir zaman şeytan, Hazret-i İsâ Aleyhisselâma itiraz edip demiş ki: “Madem ecel ve herşey kader-i İlâhî iledir; sen kendini bu yüksek yerden at, bak nasıl öleceksin.”

Hazret-i İsâ Aleyhisselâm demiş ki:

“Cenâb-ı Hak abdini tecrübe eder ve der ki: ‘Sen böyle yapsan sana böyle yaparım. Göreyim seni, yapabilir misin?’ diye tecrübe eder. Fakat abdin hakkı yok ve haddi değil ki, Cenâb-ı Hakkı tecrübe etsin ve desin: ‘Ben böyle işlesem Sen böyle işler misin?’ diye tecrübevâri bir surette Cenâb-ı Hakkın rububiyetine karşı imtihan tarzı, sû-i edeptir, ubudiyete münâfidir.”

Madem hakikat budur; insan kendi vazifesini yapıp Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmamalı.

Meşhurdur ki, bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz’in ordusunu müteaddit defa mağlûp eden Celâleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerâsı ve etbâı ona demişler:

“Sen muzaffer olacaksın. Cenâb-ı Hak seni galip edecek.”

O demiş: “Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlûp etmek Onun vazifesidir.”

İşte o zat bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, harika bir sûrette çok defa muzaffer olmuştur.

Evet, insanın elindeki cüz-ü ihtiyarî ile işledikleri ef’allerinde, Cenâb-ı Hakka ait netâici düşünmemek gerektir. Meselâ, kardeşlerimizden bir kısım zatlar, halkların Risâle-i Nur’a iltihakları şevklerini ziyadeleştiriyor, gayrete getiriyor. Dinlemedikleri vakit, zayıfların kuvve-i mâneviyeleri kırılıyor, şevkleri bir derece sönüyor. Halbuki, üstad-ı mutlak, muktedâ-yı küll, rehber-i ekmel olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, “Peygambere düşen, ancak tebliğ etmekten ibarettir.” (Nur Sûresi, 24:54.) olan ferman-ı İlâhîyi kendine rehber-i mutlak ederek, insanların çekilmesiyle ve dinlememesiyle daha ziyade sa’y ve gayret ve ciddiyetle tebliğ etmiş. Çünkü “Sen sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet verir.” (Kasas Sûresi, 28:56.) sırrıyla anlamış ki, insanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenâb-ı Hakkın vazifesidir; Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmazdı.

Öyleyse, işte ey kardeşlerim! Siz de, size ait olmayan vazifeye harekâtınızı bina etmekle karışmayınız ve Hâlıkınıza karşı tecrübe vaziyetini almayınız.

Lem’alar, 17. Lem’a, 13. Nota, s. 182

25.08.2006


Mühim bir vazife: Çocuklara Kur’ân öğretmek

“Sizin en hayırlınız Kur’ân’ı öğrenen ve başkalarına öğretendir”1 buyuruyor Hz. Peygamber (a.s.m.).

Risâle-i Nur müellifi, bu hadisi bir emr-i manevî telâkki etmiş olmalı ki, Barla Lâhikası’nda, talebelerinden ‘Refet Bey’e yazdığı bir mektubunda “herbir has talebenin mühim bir vazifesi, bir çocuğa Kur’ân öğretmek”2 olduğunu ifade ediyor.

Bu mektubun yazıldığı 1930’lu yıllar,—her ne kadar okuma oranı düşükse de—bugüne kıyasla milletin Kur’ân harflerine daha ziyade âşinâ olduğu yıllardı. Bugün ise, 1928 yılında yapılan harf inkılâbının neticesinde, millet Kur’ân harflerine yabancılaşmıştır. Bu da bir anlamda Kur’ân etrafındaki surlardan birinin yıkılması olmuştur. Bunu şu hadise ile daha iyi anlıyoruz: Bediüzzaman Hazretleri, 1. Dünya Savaşı öncesinde sadık bir rüyada, kendisini Ağrı Dağının altında görür. Dağ âniden infilak ederek, dağlar gibi parçalarını dünyanın her tarafına dağıtır... Bu esnada Peygamber Efendimiz (asm), kendisine emredercesine “İ’câz-ı Kur’ân’ı beyan et!”, yani “Kur’ân’ın mucizeliğini açıkla, izah et!” der. Devamında rüyasını şöyle tabir eder Bediüzzaman:

“Uyandım, anladım ki, bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılâptan sonra, Kur’ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’ân kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur’ân’a hücum edilecek; i’câzı onun çelik bir zırhı olacak...”3

Evet, Kur’ân etrafındaki surlardan biri de “huruf-u Kur’âniye” (Kur’ân harfleri) idi. Dolayısıyla Bediüzzaman Hazretlerinin “herbir has talebenin mühim bir vazifesi, bir çocuğa Kur’ân öğretmek” ifadesi, günümüz itibariyle daha bir ehemmiyet kazanmıştır.

Bu mânâyı bir başka mektubunda şöyle teyid eder Bediüzzaman: “İnebolu civarında bulunan ve Nurlara güzel kalemiyle çok hizmet eden kardeşlerimizden Mehmed Zekeriya’nın bir mektubunu aldım. Endişelerimi izale edip beni mesrur eyledi. Şimdi Nurların bir vazifesi olan çocuklara Kur’ân okutmak ve iman derslerini vermek hizmetiyle meşgul olduğunu yazıyor. Ona yazınız ki: Bu hizmetin, aynen eskide Nurlara çalışmanız gibi kıymetlidir.”4

Evet her iki mektup da, Nur Talebelerinin önemli vazifelerinden birinin de Kur’ân öğretmek olduğuna dikkat çekiyor.

Kur’ân okumayı öğrenmenin/öğretmenin ehemmiyetini vurgulaması açısından, şu ifadeler de dikkat çekicidir: “‘Hıfz-ı Kur’ân’a çalışmak ve Risâle-i Nur’u yazmak, bu zamanda hangisi takdim edilse daha iyidir?’ diye suâlinizin cevabı bedihîdir. Çünkü, bu kâinatta ve her asırda en büyük makam Kur’ân’ındır. Ve her harfinde, ondan ta binler sevap bulunan Kur’ân’ın hıfzı ve kırâati her hizmete mukaddem ve müreccahtır.”5

Lâkin bu sözleriyle yetinmemektedir Bediüzzaman. Sadece bunu söyleyip kalmak, birşeyleri eksik bırakacaktır çünkü. Onun için arkasından gelen ve “Fakat...” şeklinde devam eden cümle de önemlidir: “Fakat, Risâle-i Nur dahi o Kur’ân-ı Azîmüşşan’ın hakaik-i imaniyesinin bürhanları, hüccetleri olduğundan ve Kur’ân’ın hıfz ve kıraatine vasıta ve vesile ve hakaikini tefsir ve izah olduğu cihetle, Kur’ân hıfzıyla beraber ona çalışmak da elzemdir.” Evet Kur’ân’ın lâfzına çalışmak ve hizmet etmek kadar, mânâsına hizmet etmek de önemlidir ki, Bediüzzaman bu kaydı düşmeyi ihmal etmez. Nitekim telif ettiği Risâle-i Nur Külliyatı, Kur’ân’ın mânâsının, hakikatlerinin tefsir ve izahıdır ve bu yönüyle Kur’ân’ın okunmasına ve ezberlenmesine vesile olmuştur ve olmaktadır da.

Aslında Kur’ân’ın mânâsı ile lâfzı birbirini tamamlamaktadır. Biri diğerine tercih edilemez. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri, bütün himmet ve gayretini Kur’ân öğretmeye ve hafız yetiştirmeye veren Süleyman Hilmi Tunahan Hazretlerinin bu hizmetleri için “Biz Kur’ân’ın mânâsına, onlar ise lâfzına çalışıyorlar” derken de, bu tamamlayıcılığa dikkat çekmiştir. Benzer tarzda bir başka hatırada da, kendisini ziyarete gelen hafızlara Kur’ân’ı hıfzetmenin ehemmiyetinden bahsederek “Siz de hafızsınız, biz de. Biz Kur’ân’ın mânâsını, siz de lafzını muhafaza ediyorsunuz”6 dediği nakledilir.

Evet, Kur’ân’ın lâfzı mu’cizedir ve mânâsına hayattar bir cild olmuştur adeta. Lâfız mânâyı korumaktadır. Cild çıkarılsa nasıl vücud hayatını devam ettiremezse, lâfız da önemsenmez ve ihmal edilirse Kur’ân’ın ruhu ve hayatı hükmündeki mânâlar zarar görür. Onun için Kur’ân’ın lâfzının muhafazası ve yüzünden okunması önemlidir. Bu konuda yapılan Kur’ân hizmeti de, Bediüzzaman dilinde her hizmetten üstündür ve önceliği vardır.

Dipnotlar:

1- Buhârî, Fedâilu’l-Kur’ân, 21.

2- Barla Lâhikası, s. 173.

3- Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 201.

4- Emirdağ Lâhikası, s. 152.

5- Kastamonu Lâhikası, s. 47.

6- Son Şahitler, c. 4, s. 313.

İsmail TEZER

25.08.2006


Fâric

Allah (c.c.), Fâric’tir, Müferric’tir. Yani, Cenâb-ı Hak tasayı ve kederi yaran, gamdan ve hüzünden kurtaran, ferahlık ve iç huzuru veren, rûha sükûnet lütfeden, mahlûkatını korkulardan ve tehlikelerden emîn kılandır. Cenâb-ı Allah hayatı emniyetle var eder, îman eden kullarını dünya ve âhiret endîşelerinden ve yersiz korkulardan arındırır, darda kalan kuluna kurtuluş yolu gösterir, kendisine sığınan kuluna hüzün ve keder vermez, ruhları ferahlatır, kalplere huzur ve sükûn verir.

Fâric ve bu ismin tef’îl bâbından ism-i fâili olan Müferric isimleri Hazret-i Ali’nin (r.a.) Peygamber Efendimiz’den (a.s.m.) rivâyet ettiği Cevşenü’l-Kebîr’de geçer.

Bediüzzaman, balığın karnından kurtulan Hazret-i Yunus’un (a.s.) hayatından levhalar naklettiği Birinci Lem’a’da, günümüz insanını ruhsal bunalımlardan kurtaracak aydınlık bir yol çizer: Hazret-i Yûnus (a.s.) balığın karnında çâresiz bir darlık ve dayanılmaz bir sıkıntı içindedir. Gece, deniz, balık ve hava Hazret-i Yunus’un (a.s.) aleyhinde ittifak etmişlerdir. Hiçbir taraftan kurtuluş çâresi kalmamıştır, hiçbir yardımcının yardımı ortalarda görünmemektedir. Sığınılacak bütün kapılar kapanmıştır. Duâ ve niyaz ile Cenâb-ı Hakka sığınmaktan başka çâre yoktur. Hazret-i Yûnus da (a.s.) bütün hulûs-u kalbiyle duâ ve niyaza başlar. Öyle bir münâcâtta bulunur ki, duâsı neticesinde Cenâb-ı Hakkın yegâne sığınılacak makam olması sırrı tevhîd nûru içinde açılır; gece, deniz ve balık birden bire Hazret-i Yûnus’un (a.s.) emrine girer.

Bedîüzzaman’a göre, Hazret-i Yunus’un (a.s.) duâsı balığın karnını bir denizaltı gemisi, dağlar gibi dalgalı denizi de emniyetli bir sahrâ hükmüne getirmiştir. Semâ yüzünün bulutlardan temizlenmesi ve bir gece lambası olan ayın, başı üzerinde bulundurulması da Hazret-i Yunus’un (a.s.) duâ ile Cenâb-ı Hakka sığınması neticesinde vâki olmuştur. Böylece her yönden onu tehdit eden gece, deniz ve balık birden bire ona dostluk yüzünü göstermişler ve Hazret-i Yûnus Peygamberi (a.s.), Allah’ın lütfu ile sahile, Yaktîn ağacının altına çıkarmışlardır.

Saîd Nursî Hazretleri, buradan günümüz insanını yutan gece, deniz ve balığın ne olduğuna intikâl eder. Bedîüzzaman’a göre biz, Hazret-i Yûnus’un (a.s.) balık karnındaki vaziyetinden yüz derece daha vahim durumdayız. Bizim gecemiz “istikbal,” denizimiz “dünya,” balığımız “hevâ-i nefsimiz”dir. Ve hepsi de el birliği içinde bizi yutmaya çalışmaktadırlar. Gaflet nazarı ile bakıldığında istikbâlimiz, Hazret-i Yûnus’un (a.s.) gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Her asrında binler cenâze bulunan dünyamız ise, onun denizinden bin derece daha korkuludur. Ebedî hayatımızı sıkıp mahvetmeye çalışan hevâ-i nefsimize gelince, o da onun balığından bin derece daha muzırdır. Çünkü, onun balığı, nihâyet yüz yıllık bir dünya hayatını tehdit etmektedir. Bizim hevâ-i nefsimiz ise—maazallah—yüz milyon senelerle ifade edebileceğimiz, ebedî hayatımızı mahvetmektedir. Bedîüzzaman’a göre, bu dehşetli sıkıntılardan, baş döndürücü hüzünlerden, göz karartan korkulardan ve uykuları kaçıran endîşelerden kurtulmanın tek yolu, bütün sebeplerden yüz çevirerek doğrudan doğruya Müsebbibü’l-Esbâb olan Rabbimize ilticâ etmektir. Rabbimize duâ ve niyazla sığındığımız takdirde her türlü korkulardan, endîşelerden, hüzünlerden kurtularak gerçek mânâda huzur ve sükûna kavuşmamız mümkün olacağı gibi, rûhen ferahlayabilmemiz ve cennet mutluluğunu dünyada kısmen, âhirette tamâmen tadabilmemiz, yine ancak Allah’a ilticâ etmek sûretiyle ve Allah’ın izniyle mümkün olacaktır.

Bedîüzzaman, hayat makinesinin süflî heveslerin ve nefsânî duyguların tatmini için kullanılmasının dehşetli bir yanlışlık olduğunu belirtir. İnsana verilen nâzik duyguların, yüksek mâneviyâtın, hassas âzâ ve âletlerin, muntazam cevherlerin ve donanımın, muhtelif his ve hevesâtın yegâne iki gayesinin olduğuna dikkat çeker. Bunlardan birincisi, Cenâb-ı Mün’im-i Hakîkinin bütün nîmetlerinin her bir çeşidini hissedip şükretmek ve ibâdet etmektir. İkincisi ise, âlemde tecellî eden Allah’ın kutsî isimlerinin bütün tecellî şekillerini birer birer o donanım vasıtasıyla bilmek, tatmak ve îman etmektir. Bedîüzzaman, aklın, fikrin ve duyguların insana hayvan gibi sırf dünya hayatını kazanmak için verilmediğini hatırlatarak; sırf dünya hayatına sarf edilmesi halinde insanın büyük sıkıntılar ve hüsranlar yaşamasının kaçınılmaz olacağını beyan eder.

İnsan kendisine gönderilen İlâhî vahyi dikkatle dinlemeli, ömür sermayesini ve duygularını vahyin tâlimâtları çerçevesinde kullanmalıdır. Bu takdirde hem dünya saadetini, hem de ebedî saadeti bulması inşaallah mümkün olacak, her türlü hüzün ve kederden Allah’ın izniyle kurtulacaktır.

(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)

25.08.2006


Delâili'n-Nur

Bismillâhirrahmânirrahîm

O Ferd’dir, Hayy’dır, Kayyûm’dur, Hakem’dir, Adl’dir, Kuddüs’tür.

“Allah her zorluğun arkasından bir kolaylık yaratır.” (Talâk: 7)

“Bütün yüzler, ezelî ve ebedî hayat sahibi olan ve her şeyin varlığı Onunla kàim bulunan Allah’ın huzurunda eğilmiştir.” (Tâ Hâ: 111)

“Şüphesiz Allah, size karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.” (Hadîd: 9)

25.08.2006


Zübeyir Gündüzalp'in kaleminden

Risâle-i Nur’da, müstesnâ

bir edebiyat ve belâgat vardır

Risâle-i Nur’da, müstesnâ bir edebiyat ve belâgat ve îcâz, nazîrsiz, câzib ve orijinal bir üslûp vardır. Evet, Bediüzzaman zâtına mahsus bir üslûba mâliktir. Onun üslûbu, başka üslûplarla muvâzene ve mukayese edilemez. Eserlerin bâzı yerlerinde, edebiyat kaidesine veya başka üslûplara nazaran pek münâsip düşmemiş gibi zannedilen bir noktaya rastlanırsa, orada gayet ince bir nükte, bir îmâ veya ince bir mânâ veya hikmet vardır. Ve o beyân tarzı, oraya tam muvâfıktır. Fakat, o ince inceliği âlimler de birden pek anlamadıklarını itiraf etmişlerdir. Bunun için, Bediüzzaman’ın eserlerindeki hususiyet ve incelikleri Risâle-i Nur’la fazla iştigal etmemiş olanlar, birden intikal edemezler.

Büyük şâirimiz, edebiyatımızın medâr-ı iftihârı merhum Mehmed Akif, bir üdebâ meclisinde, “Victor Hugo’lar, Shakespeare’ler, Descartes’lar, edebiyatta ve felsefede Bediüzzaman’ın bir talebesi olabilirler” demiştir.

25.08.2006


Nur'dan Bir Kelime

İbadet

İbadet iki kısımdır: bir kısmı müsbet, diğeri menfi. Müsbet kısmı malûmdur. Menfi kısmı ise, hastalıklar ve musibetlerle, musibetzede zaafını ve aczini hissedip, Rabb-i Rahîmine ilticâkârâne teveccüh edip, Onu düşünüp, Ona yalvarıp hâlis bir ubudiyet yapar. Bu ubudiyete riyâ giremez, hâlistir. Eğer sabretse, musibetin mükâfâtını düşünse, şükretse, o vakit herbir saati bir gün ibadet hükmüne geçer. Kısacık ömrü uzun bir ömür olur. Hattâ bir kısmı var ki, bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçer. Hattâ bir âhiret kardeşim, Muhacir Hafız Ahmed isminde bir zâtın müthiş bir hastalığına ziyade merak ettim. Kalbime ihtar edildi: “Onu tebrik et. Herbir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçiyor.” Zaten o zat sabır içinde şükrediyordu. Lem’alar, s. 16

25.08.2006


BİR KISSA, BİN HİSSE

Hicret emri geldikten sonra Müslümanlar Mekke’yi neredeyse boşalttılar. Sadece geriye hasta ve hicrete güç yetiremeyen güçsüz kimseler kaldı. Nihayet bir gün Nisa Sûresinin 97. âyeti nazil oldu. Âyet şöyle diyordu:

“Melekler nefislerine zulmedenlerin canlarını alırlarken onlara, ‘Siz neredeydiniz?’ diye sorarlar. Onlar, ‘Biz yeryüzünde dinin emirlerini yerine getirmekten aciz kimseler idik.’ Derler. Melekler de: ‘Allah’ın yeryüzü geniş değil miydi? Niçin yerinizden hicret etmediniz?’ derler. İşte onların gidecekleri yer cehennem’dir.”

Bu âyet inince Mekke’de kalıp hicrete güç yetiremeyenler endişeye kapıldılar.

“Bu âyet bize hicreti emrediyor. Bize sığınacak bir yol bırakmıyor.” dediler ve hicret etmeye karar verdiler. Fakat ardından aynı sûrenin 98. ayeti indi. Bu âyet diyordu ki:

“Zaaf ve acz içinde olup, hiçbir çareye güç yetiremeyen ve hicrete bir yol bulamayan erkek, kadın ve çocuklar bundan müstesnadır.”

Bu âyet hicrete güç yetiremeyenleri rahatlattı.

Fakat kör olması sebebiyle hicret etmemiş olan Dumre bin el-Iys Hazretleri:

“Gerçi ben körüm, gözlerim görmüyor. Fakat benim malım ve kölelerim vardır. Hicret edebilirim.” dedi ve hicret hazırlığı yaptı.

Hasta olduğu halde Dumre’yi deveye bindirdiler ve yavaş yavaş hicret için Mekke’den çıktılar. Medine’ye doğru yol aldılar.

Fakat Ten’im denilen yere geldiklerinde Hazret-i Dumre vefat etti. Oracığa defnettiler.

Bunun üzerine şu âyet nazil oldu:

“Kim evinden Allah’a ve O’nun Resulüne göç etmek için çıkıp da yolda kendisine ölüm yetişirse, o kimsenin mükâfatı Allah’a hak olmuştur.” (Nisa Sûresi: 100)

Süleyman KÖSMENE

25.08.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004