Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 26 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Bakanın YÖK’le kavgası ve satılacak okullar

Eğitimci ve eğitim yöneticisi olarak tamamladığım 34 yıllık meslek hayatımda, tam 22 Millî Eğitim Bakanı yer değiştirdi. Daha çok hukukçuların atandığı bu Bakanlık’ta ne hikmetse, rahmetli Avni Akyol ile rahmetli Orhan Dengiz ve ömrü uzun olsun Prof. Orhan Oğuz’dan başka, eğitimci kökenli bir Bakana hiç rastlanmadı. Bu istisnaları saymaz isek, bu Bakanlığa eğitimcilerin atanmaması, adeta bir kural oldu. AKP iktidarının ilk kurduğu hükümette de bu kural değişmedi. Ancak, daha sonra yapılan bir değişiklikle, nihayet bir eğitimciyi (Edebiyat Doçenti Hüseyin Çelik’i), Bakan olarak görebildik.

Hüseyin Çelik, daha önce kısa bir süre Kültür Bakanlığı yapmıştı, ama doğrusunu isterseniz—belki de kısa süre kaldığı için—bu bakanlıkta hiçbir faaliyetini duyamadık. Ancak, atandığı Millî Eğitim Bakanlığında, az bir zaman içinde geliştirdiği olumlu projelerle, hem Bakanlığın dinamiklerini harekete geçirdi, hem de gelecekte daha güzel işlerin yapılabileceğini ortaya koydu. Nitekim, geride bıraktığı üç yılda bu projeler bir bir hayata geçirilerek, eğitim hizmetlerinde çok önemli mesafeler alındı. Daha önce çeşitli ulusal gazetelerde yazdığım bir çok yazıda, Bakanın ortaya koyduğu eğitim uygulamalarının geçmişe fark atan yönlerini anlatırken, halkımızın da bu uygulamalardan hoşnut olduğunu belirtmeye çalışmıştım.

Ne var ki, Bakanın belki de hukukçu olmaması ya da Bakanlığın hukuk biriminin ona yardımcı olmayışından, bu olumlu projelerinin bir çoğu yargı engeline takıldı. İdarî yargının, Bakanın projelerine ve müsbet uygulamalarına peşin hükümle baktığını kimse söyleyemez. Ancak, bu uygulamalara karşı dâvâ açanlar, ya iddialarını iyi anlattılar ya da Bakanlık bunlara karşı kendini iyi savunamadığı için, bu savaştan hep yenik çıktı. Bakanın, Yargı’nın karşısında yenik düşmesinin önemli bir sebebi ise, kararlarını yasal bir zemine oturtmak yerine, genellikle yönetmeliklerle uygulamak istemesi oldu.

BÖYLE “YÜKSEK ÖĞRETİM

KURULU” (YÖK) OLMAZ!..

12 Eylül 1980 öncesinde eğitimden çok, çıkan öğrenci olaylarıyla anılmaya başlayan üniversitelerin hem eğitim, hem de yönetim bakımından daha iyi denetlenebilmesi için, 1982 Anayasası ile devletin kurumlarının içine bir de YÖK katıldı. YÖK’ün kuruluş amacı çok yerindeydi, ama bir gün gelip de, bu kurulun başına buyruk hareket edeceğini ve hem üniversitelere, hem de Türkiye’nin eğitim sistemine zarar verebileceğini, hiç kimse düşünemedi.

Giderek bozulan YÖK, herkese ve özellikle eğitim işlerinin tek yetkili ve sorumlusu olan Millî Eğitim Bakanlığı’na “kafa tutar” hale geldi. Onunla işbirliği yapmak bir yana, Bakanlığın kararlarını sürekli eleştirmek, tanımamak, bu kararlara karşı iptal davaları açmak ve yok saymak gibi bir tutumun içine girdi. Hatırlanacağı üzere, yalnız İmam Hatip Liseleri değil, diğer Meslek Liseleri de, YÖK’ün bu yanlış ve kasıtlı tutumu ve de Bakanlıkla zıtlaşmasının kurbanı oldular.

Oysa YÖK, Bakanlıkla mutlaka işbirliği yapmak zorundaydı. Çünkü, eğitim bir bütündü. Bu bütünlüğün bozulmasından hem ülke, hem de bu ülkenin gençleri zarar görüyordu. Yüksek öğrenimdeki eğitim programlarının uyum içinde hazırlanmasından tutun da, sınav sistemlerine kadar YÖK, Bakanlığa hiçbir şey sormuyor, danışmıyor ve hiçbir öneride bulunmuyordu.

Son olarak,YÖK’ün kendi başına hazırladığı ve Bakanlığa değil de önce Cumhurbaşkanı’na sunduğu “Türkiye’nin Yüksek Öğrenim Stratejisi Taslak Raporu”, bu kurumun Milli Eğitim Bakanlığı ile ipleri iyice kopardığını ortaya koyuverdi. Özellikle üniversitelere giriş sınavlarında YÖK’ün bünyesindeki ÖSYM’-nin, Bakanlıkla görüşmeden soru hazırlaması, yıllardan beri öğrencileri son derece mağdur etti ve etmeye devam ediyor. Türkiye’de, okulların yerini Özel Dershanelerin almasının bir sebebi de, ÖSYM’nin kendi başına buyruk hazırladığı ve uyguladığı sınav sistemidir.

Bakan Çelik’in, “YÖK Kanunu’nun karşısında benim hiçbir yetkim yok” demesi ise, son derece yanlıştır. Anayasayı değiştirebilecek bir iktidar gücüne sahip olan hükümetin içindeki Millî Eğitim Bakanı’nın, YÖK Kanunu karşısında “acz” içinde olduğunu söylemesi, doğrusu beni çok şaşırttı.

Ezcümle, YÖK’ün Millî Eğitim Bakanlığını adeta tanımaması ve başına buyruk kararları ve uygulamaları, Türk eğitim sistemine zarar veriyor. Hükümetin, bunun karşısında çaresizmiş gibi davranması ise, eğitimimize daha çok zarar veriyor.

SATILAN OKULLARIN PARASIYLA

YAPTIRILACAK YENİ OKULLAR

Başta İstanbul olmak üzere, bazı büyük şehirlerimizde, kimi okul ve eğitim kurumları, şehrin merkezî ve işlek yerlerinde olup, büyük maddî değer kazandılar. Bu okulların bulunduğu yerlerde oluşan gürültü (ses kirliliği), trafik sıkışıklığı ve çevrenin, çocukların eğitimine engel diğer olumsuz etkileri, bu okullara eğitim kurumu olma vasfını kaybettirdi. Kıymet artışları da göz önüne alındığında, bunların satılması ve paraları ile ihtiyaç duyulan yerlerde ve daha çok sayıda yeni okulların yaptırılması, daha İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü yaptığım sırada gündeme gelmişti. Hatta, İl Özel İdaresi ile anlaşarak, Laleli’de bulunan Gedikpaşa İlköğretim Okulu’nu, 1995 yılında satış aşamasına getirmiştim. Okula, o zamanın para değeri ile 5-6 trilyon lira kıymet takdir edilmişti. Ancak, benden sonra işlem yürütülemedi.

Son 10 yıl içinde Türkiye genelinde yaptırılan okullarla, sınıf mevcutları ortalaması 45’e düşürüldü. 12 ilimizde ise, ortalama 30 civarında. Bu çok sevindirici bir durum. Ancak, başta İstanbul olmak üzere bir çok ilimizde 55-60 civarında ya da üstünde olan sınıf mevcutları da var. Ayrıca, bir çok yerde “ikili öğretim” hâlâ sürdürülüyor. Demek oluyor ki, yeni okullara hâlâ ihtiyacımız var.

Öte yandan, İstanbul’da bulunan ve duvar çatlakları sıvanarak gizlenen 50 civarındaki okul, 1999 yılı depreminden “orta hasarlı” durumda olup, yeni ve büyük bir deprem riski altındalar. Bu okulların mutlaka yıkılıp yenilenmesi gerekiyor.

Bakan Çelik’in, okulların bu satış işini şimdi yeniden ele alması, her bakıma çok iyi oldu. İstanbul’da yaptığım belirlemelere göre, tam 52 okul çok kıymetlendi ve satılabilecek durumda. Meselâ, Etiler’deki Otelcilik Meslek Lisesine kıymet biçilemiyor. Hazine malı olan bu taşınmazların satışı hakkında Maliye Bakanlığının konuya olumlu bakması ve bu konuda Millî Eğitimle protokol aşamasına gelmesi, bu işin artık netice vereceğini gösteriyor. Bütün endişem, yapılacak hazırlıklarda oluşabilecek hukukî noksanların, yeni bir yargı engeline takılmasıdır.

Öte yandan, bu taşınmazların satış bedellerinin parasal tahsili yerine, alıcısına değeri kadar sayıda okul yaptırılması daha uygun, daha kolay ve daha pratik bir çözüm olarak görülüyor. Ancak, bu konudaki hesabın, kitabın ve anlaşmaların çok iyi yapılması lâzımdır.

Sonuç olarak, bu proje gerçekleşirse, bu değerli kaynaklar kullanılarak, Millî eğitim hizmetlerinde Bakanlık çok önemli bir iş yapmış olacaktır. Bu başarının Bakan Çelik’e ait olması ise, onu hiçbir zaman unutturmayacaktır.

Naci AKAY / (E.) İstanbul Millî Eğitim Müd

26.08.2006


Beşerin bulaşık eli, küresel ısınma

İklim değişiyor, dünya ısınıyor. Bilim adamları kuraklık, seller ve olağanüstü hava şartları konusunda sürekli olarak uyarılarda bulunuyor. Giderek artan etkilerin en büyük sebebi ise insan… İnsanın yaptığı yanlışlar…

Dünyanın ısınmasına sebep, sera etkisidir. Nedir sera etkisi? Sera etkisi, atmosferde oluşan bir tabakanın meydana getirdiği etki. Bu tabaka Güneş’ten gelen ışınların dünyadan yansıdıktan sonra tekrar atmosferin dışına çıkmasını engelliyor. Sera etkisi olmasaydı dünya son derece soğuk bir gezegen haline gelirdi. Sera etkisini arttırarak dünyanın normalden fazla ısınmasına sebep olan gazlardan bazıları karbondioksit, metan ve azotoksit. Bu gazlar modern endüstride ve tarımda kullanılıyor, fosil yakıtların yanmasıyla açığa çıkıyor. Atmosferin konsantrasyonu her geçen gün artıyor. Meselâ atmosferdeki karbondioksit konstanstrasyonu 1800’lü yıllardan beri yüzde 30’dan daha yüksek bir seviyede arttı. Dünyada, sanayileşme ve ekonomik büyüme sonucu atmosfere salınan sera etkisi meydana getiren gazlar, telâfi edilemez oranda küresel ısınmaya sebep olmaktadır.

Amerikan, İngiliz ve Avustralyalı bilim adamları ortak bir raporla dünyanın 10 yıl sonra çevre felâketleri açısından geri dönülemez noktaya geleceğini duyurdu. Çünkü dünya ısınıyor.

Karbondioksit oranı artıyor, okyanuslar ısınıyor, buzullar eriyor, deniz seviyesi yükseliyor, orman yangınları artıyor, buzul tabakaları parçalanıyor, göller küçülüyor, kurak dönemler uzuyor, ırmaklar kuruyor, kış sıcaklıkları artıyor, ilkbahar erken geliyor, sonhabar gecikiyor, bitkiler erken çiçek açıyor, göç dönemleri değişiyor, yaşama alanları farklılaşıyor, kıyı şeritleri erozyona uğruyor, mercan resifleri ağarıyor, kar yığınları azalıyor, bulut ormanları kuruyor, hastalıklar yayılıyor, yüksek enlemlerde sıcaklık artıyor, dünyaya neler oluyor? Rapora göre 1960’lardaki kirlenme buzulların yüzde 20’sini eritti. 300 bilim adamının yürüttüğü araştırma sonuçlarına göre, Kuzey Kutbu’ndaki ısınma dünyanın geri kalanından iki kat daha hızlı. Bugünkü ise 2070’te dünyayı buzulsuz bırakacak, küresel çölleşme olacak, denizler yükselecek. Dünya küresel ısınma yüzünden 10 yıl içinde geri dönülmez bir noktaya gelecek. Ormanların yok olması sonucu çölleşme yaşanacak, bu tarıma da yansıyacak, deniz seviyesi yükselecek ve dünya salgın hastalıkların pençesine düşecek. Bu felâket senaryoları “korkutucu” fakat “gerçek.” (Sabah 14.08.2006)

Endüstri devrimiyle birlikte son 200 yıldır, sera gazları olarak adlandırılan su buharı, karbondioksit, metan gazları, azot oksit ve kloroflorokarbonların atmosferimizdeki konsantrasyonları önemli ölçüde artış gösterdi. Bunların çeşitli sebepleri olmakla birlikte, en önemli sebepleri ise özellikle taşımacılık sektöründe fosil yakıtlarının kullanılması ve ormanların yok ediliyor olması. Ve tabiî ki, kloroflorokarbonlar gibi insan yapımı kimyasallarla, güneşten gelen zararlı mor ötesi ışınların dünyamıza girmesini engelleyen ozon tabakasına zarar veriliyor olması.

“Hiç kuluna zulmeder mi Mevlâsı? Kulun çektiği kendi cezasıdır cezası” diyen, ne güzel söylemiş. Bugün yeryüzü ve insanlık bir yok oluş tehlikesiyle karşı karşıya ise, bunun müsebbibi yine insandır. Her geçen gün bir başka tabiî kaynağı yok eden ve kendi elleriyle ürettikleri zararlı maddeleri yine kendi elleriyle tüketen insan, farkında olmadan kendi sonunu kendisi hazırlamaktadır.

BM’nin yaptığı araştırmalara göre, atmosferde biriken karbon kökenli gazların yüzde 80’i, ulaşım, ısınma ve sanayide fosil yakıtların kullanılmasından kaynaklanıyor. Eğer atmosferdeki gaz oranı sabitlenebilirse küresel ısınma ile başa çıkılabilir. Ancak atmosferdeki gaz oranının sabitlenebilmesi için ABD, Avustralya, Kanada ve diğer bütün ülkelerin derhal karbondioksite dayalı endüstri ve üretim faaliyetlerine son vermesi gerekiyor.

Yaşadığımız dünyanın bugünkü durumuna gelmesinde en büyük etken çevreyi kirleterek, dünyanın dengesini bozarak yapılan teknolojik gelişmeler ve üretim sistemidir. Tüketmek için şuursuz bir üretim. İsrafa dayalı tüketim. Çevreyi kirleten, üretim ve tüketim. Suçlu insan, beşerin bulaşık eli… Dünya toplumunun fertleri hükmündeki devletler… Çözüm, beşer bulaşık elini temizlemeli…

Ağustos ayının sonlarına doğru küresel ısınmanın tesirlerini Türkiye iliklerine kadar yaşıyor. Türkiye, son yılların en sıcak Ağustos ayını yaşıyor. Güney de, Kuzey de adeta cayır cayır yanıyor. Birkaç gün önce İstanbul’da 35 dereceye varan sıcaklıklar, yüzde 90’lık nem oranıyla birleşti, İstanbullu sokağa adım atamaz hale geldi. Sıcaklık 50 dereceye, nem oranı yüzde 90’a dayandı. İstanbul’da bir şoför, Mersin’de bir çiftçi can verdi. Uzmanlar, ‘Mümkünse sokağa hiç çıkmayın’ diye uyardı. (Türkiye, 22.08.2006)

Son söz, “Beşerin bulaşık eli karışmamak şartıyla, hiçbir şeyde hakikî nezafetsizlik ve çirkinlik görülmüyor.”

Mehmet Abidin KARTAL

26.08.2006


Şaban ayı

Mübarek günler ve aylar birbiri ardı sıra gelip geçiyor. İşte üç aylardan ikincisi olan Şaban ayı da İlâhî feyiz ve bereketiyle geldi. İman ve salih amel erbabı, bu mübarek ayların gelmesini sabırsızlıkla beklerler. Onları sevinçle karşılarlar. Çünkü, bu feyizli günlerde yapılan ibadetler daha makbuldür. Allah’ın muhlis kullarına lütuf ve keremi, in’am ve ihsanı, rahmet ve gufranı bu aylarda daha boldur.

Üç aylar ve bu aylardaki kandiller şuna benzer. Bir yolcu, gece karanlığında varmak istediği şehre yaklaştığında, ilk önce o şehre uzanan yolu aydınlatmakta olan ışıklarla karşılaşır. Bu ışıklar, ona şehre yaklaştığını ve hazırlanması gerektiğini kendisine ihtar eder. Üç aylar ve bu aylardaki kandiller, yılın en mübarek ayı olan Ramazan ayına uzanan yolu aydınlatmakta ve mü’minlere bu aya yaklaştıklarını bildirmekte, maddeten ve mânen hazırlanmalarını ihtar etmektedir.

Müslümanlıkta gaye, insan-ı kâmil olabilmek ve nefsin kulluğundan Allah’ın kulluğuna yükselmektir. Bu kulluğa yükselmedikçe insanlığın bir değeri yoktur. İnsanın, Allah’ın kulluğuna yükselebilmesi ancak ibadetlerle ve oruçlarla mümkündür. Onun için bu aylar ibadet ve oruç aylarıdır.

Şaban ayı, nefsin arzularına uymamak, ona arka çevirmek ve Allah’ın emirlerine koşmak yönünde çok değerli bir aydır. Her iyiliğin sevabı diğer zamanlarda on ise, Şâban ayında üç yüzden fazladır.1

İbadet için bu ayları fırsat bilmek lâzımdır. İbadet çağlayanlarında kalplerimizi arıtmak lâzımdır. İbadetle kanatlanıp adeta yükselmek lâzımdır. Ebedî saadeti bu dünyada hazırlamak lâzımdır.

Peygamberimiz (asm), Şaban ayını kendisini Ramazan’a kavuşturduğu için çok severlerdi. Bundan dolayı da bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “Şaban’a, Şaban isminin verilmesi, Ramazan için, onda çok hayır köklendirilip budaklandırılmasındandır.”

Bir başka hadiste de üç ayları şöyle belirtmiştir: “Şaban ayı, benim ayımdır (yani Bana mahsustur). Recep ayı, Allah’ın ayıdır. Ramazan ayı ise, ümmetimin ayıdır. Şaban ayında günahlar örtülür. İnsanlar tertemiz hale getirilir.”

Şaban kelimesinin harflerinin anlamlarını tahlil ettiğimiz zaman; anlamı daha iyi anlaşılır. Şaban kelimesi beş harften meydana gelir. “Ş” harfi, Şeref anlamına, “A” harfi, yükseklik ve ulviyet anlamına, “b” harfi, birr yani iyilik anlamına, “e” elif harfi, ülfet anlamına ve “n” harfi, nur anlamlarına gelir. Bu lütuf ve ikramlar, Şaban ayına saygılı olan Müslümanlara Allah tarafından verilen bir bahşiştir.

Şaban ayı, Cenab-ı Hakkın hayır yollarını açtığı ve Müslümanlar üzerine bereket saçtığı, hata ve kabahatlerin işlenmez olduğu ve geçmiş günahların bağışlandığı aydır. Çünkü Hz. Peygamber (a.s.m.) şöyle buyurmuştur: “Şaban girdiği zaman nefislerinizi temizleyiniz ve niyetlerinizi güzelleştiriniz.”

Hayatın hayat olmasını ve hayatın hakikî lezzet ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve ferâizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.2

Dipnotlar:

1- Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar, Yeni Asya Neşriyat, s. 424

2- Bediüzzaman Said Nursî, A.g.e., s. 119.

Halil ELİTOK / Emekli İl Müftüsü

26.08.2006


Ahirete hazırlık

İnsanoğlu için iki önemli dönem vardır. Bunlardan birincisi doğum ile başlayıp ölüm ile neticelenir; ikincisi ise dünya hayatındaki tüm amellerin karşılığının verileceği ebedî bir ahiret hayatıdır… “Dünya hayatı aldatıcı metadan başka bir şey değildir” buyuran Rabbimiz, dünya hayatının sadece bir oyundan, oyalamadan ibaret olduğunu belirtmiştir. Eğer ahirette huzurlu bir hayat temennîsi içindeysek, mutlaka dünya hayatımızı Allah’ın emir ve nehiylerine uygun bir şekilde yaşamamız gerekir. Çünkü insanoğlu Cenneti de, Cehennemi de dünyada kazanır veya kaybeder.

Tarlaya bakmadan ne kadar harika bir mahsul alabiliriz ki? Cennet gibi bir mahsulü almak istiyorsak, dünya tarlasında ekip biçmemiz gerekmez mi? Dünyaya önem vermek demek, her şeyimizin dünya olması değildir. Ahirete önem vermek, dünyadan vazgeçmek değildir. Cenâb-ı Hak insanın içindeki dünya tutkusunu bildiğinden insanı defalarca uyarmıştır. Peygamberimiz (asm) şöyle buyuruyor: “Sizin en hayırlınız ne dünyası için ahiretini, ne de ahireti için dünyasını terk edendir. Her ikisi için de çalışandır.”

Dünyada yaptığımız en basit bir yolculukta dahi çantamızı, eşyamızı defalarca kontrol ediyoruz. Üstelik unuttuğumuz bir şey olsa çoğu kez bunun temini mümkündür. Fakat dönüşü olmayan pişmanlığın fayda etmediği, ne zaman başlayacağı belli olmadığı kabir yolculuğuna ne kadar hazırız? “Bu gün Allah için ne yaptın?” sorusuna ne kadar cevap verebiliyoz? Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri de ömrün kısalığı, gelip geçiciliği hakkında şöyle diyor: “Şu güzeran-ı hayat bir uykudur; bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar, gider.”

Günlük hayatımızda ev sahibimiz gelip bize “Bu gün evden çıkacaksın” dese ne yaparız? Ne zaman yeni bir ev tutacak, ne zaman taşınacağız? Ama buna hazır olsaydık, önceden bir ev tutmuş olacaktık. Bir gün gerçek ev sahibi olan Allah, bize çık bile demeyecek. Âniden olacak bu göçe ne kadar hazırız?

Tüm hayatımız boyunca imanlı yaşayabiliriz. Fakat bu imanla göçeceğimiz anlamına gelmez. Ömrümüzün son anlarında imanımızı yitirme tehlikesiyle karşı karşıyayız. Allah bizi imanla kabre girenlerden eylesin!..

Osman ALAN

26.08.2006


Lübnan'a asker!

Bu konuda çok şey söylendi, söyleniyor. Karşı çıkanlar var, gönderilsin diyenler var. “Bu işi yöneticiler daha iyi bilir, onlar karar versin” diyenler var.

Bir konuda bu denli çeşitli fikirlerin olması demokrasi açısından sağlıklı bir yapımızın olduğunu gösteriyor. Demek ki, ülke için önemli meselelerde, hatta hayatî meselelerde toplumumuz hisleri ile değil aklı ile hareket ediyor.

1 Mart tezkeresinde de aynı süreç yaşanmıştı. Şiddetli yazılar yazılmış, fikirler serdedilmişti. Bir kısmına göre göndermenin cinayet, diğer kısma göre göndermemenin cinayet olduğu söylenmişti. Ama sonuçta sağduyu hâkim olmuş, doğru olan yapılmıştı.

Ümit ediyoruz ki, yine sağduyu hâkim olur ve ülkemizin yüksek çıkarları düşünülür ve toplumun hissiyatına tercüman olunur.

Olayı özetlersek: Bir tarafta, iki askerinin rehin alınmasını bahane ederek güney Lübnan’ı 34 gün boyunca bombalayıp yerle bir eden, insan yaşıyor mu, canlı var mı bakmadan taş üstünde taş bırakmayan, bebekleri öldüren, kadınların, kızların, yaşlıların enkaz altında can vermesinden hiçbir şekilde etkilenmeyen, hatta bu saldırılardan sonra “Bari özür dile” diyenlere küçücük bir özür dilemeyi çok bulan, pervasız bir tutum içerisinde bulunan İsrail var.

Diğer tarafta ise; canı yanan, evi yıkılan, çoluk çocuğu telef olan, uğradıkları zulüm karşısında dehşete kapılmış,—köşeye sıkışmış bir keçinin hayatı pahasına aslana saldırması gibi—saldırmak için sadece fırsat bekleyen, ama hiçbir zaman bu fırsatı yakalayamayacak olan mazlûm bir toplum var.

Peki! Uluslar arası güç oraya niçin gidecek?

Şunun için! Canı yanmış, dibe vurmuş, her şeyini kaybetmiş insanların güçsüz, kuvvetsiz, ölçüsüz plansız tepkisinden gerçek saldırganları kurtarmaya, biraz daha güçlenmesine imkân tanımaya, gidiyor. Zavallı(!) 34 gün boyunca gece gündüz saldırdı durdu, yoruldu, bitap düştü. Çoluk çocuk, yaşlı genç binlerce insanı öldürdü, bunu yaparken büyük efor sarf etti, hem bedenen yoruldu hem ruhen, mazlum insanları öldürmenin verdiği ruhî rahatsızlıktan bitap düştü, bu durumda biraz nefes alması lâzım, biraz toparlanması lâzım, tâ ki yeni saldırılarda bulunabilsin, yeniden ama daha güçlü ve daha zalimane saldırabilsin. İşte, uluslar arası güç ona bunu sağlayacak.

Sadece Ortadoğu’da değil bütün dünyada ipler ABD’nin, dolayısıyle İsrail’in elinde olduğunu herkes biliyor. O sebepledir ki, meydana gelen olayları en dikkatli araştırmacılar bile yorumlamakta aciz kalıyor. Planlar, tuzaklar, hile ve entrikalar o kadar girift ki, yardım etmek isteyen ülkeler dahi oraya gitmekten çekiniyor. İsrail, açıktan “Bize düşman olanlar gelmesin” diyebiliyor, barış gücü diye gönderilecek ekibe başkanlık edecek ülkeyi seçiyor. Önce, Fransa olsun dedi, sonra baktı Fransa’nın göndereceği asker sayısı yetersiz bu defa İtalya olsun diyor, İtalya ise, İsrail’e herkes gibi güvenemediğinden ateşkes garantisi istiyor. Bu karmaşada Türkiye de gündemde, liderlik için Türkiye’nin de ismi geçiyor.

Türkiye bu işi üstlenirse n’olur? Olacağı şudur: Öncelikle bütün dünyanın ittifak ettiği zalimane saldırıların manevî vebalini üstlenmiş olur. Kendi dininden olan insanların karşısına geçip savaşma riskini almış olur. İslâm ülkeleri, bilhassa Arap devletleri ile ipleri biraz daha germiş olur, devletlerle olmasa bile toplumların güvenini kaybeder. Bunun sonucunda da henüz gelişmeye başlamış ticarî ilişkilerde bilhassa Arap sermayesinin ülkemize yönelmesinde ciddî azalmalar olur. Bir de (bana göre en önemlisi budur) İsrail gibi dünyada meydana gelen her türlü hile ve dolabın kaynağı bir devletle siyaset sahnesinde dans etmeyi öğrenir(!). Bunun faturası ise danstan sonra anlaşılacaktır.

Nurettin HAYAT

26.08.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004