Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 03 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Askerî otoritenin yetki ve sorumluluğu

30 Ağustos görev değişiklikleri, askeri ağızlardan gelen siyasi vurgulu konuşmaların etkisi hala devam ederken pek az sorulan şu soruyu sormakta yarar var:

Neden NATO üyesi Batı ülkelerinde Genelkurmay Başkanlığı deniz, hava ve kara kuvvetleri arasında koordinatör rol oynarken, bizde “emir-komuta mekanizması” etrafında tüm orduların komutanıdır?

Örneğin Fransa’da Kara Kuvvetleri, Hava Kuvvetleri ve Deniz Kuvvetleri kendi ordu yapılarına ilişki tüm yetkiyi taşırlar ve bu yetkiden dolayı Savunma Bakanlığı’na ayrı kanallardan sorumludurlar. Genelkurmay Başkanı kuvvetler arasındaki kopukluğu engellemek üzere bunlar arasında koordinatörlük yapar, emir-komutayı sadece yurt dışında yapılan, birden çok kuvvetin devreye girdiği operasyonlarda alır.

Benzer şekilde ABD’de de Genelkurmay Başkanı’na Silahlı Kuvvetler açısından verilen görev emir-komuta değil, askeri birimler arasında koordinatörlüktür. Askeri güç Atlantik Donanması, Pasifik Donaması gibi değişik birimler arasında dağıtılmış, her biri ayrı ayrı kanallardan sivil otoriteye bağlanmış, sivil otorite ise yetkileri tek elde toplamıştır.

Batı demokrasilerinde ordu teşkilatlarının “dağıtılmış yetki ve koordinatör genelkurmay” mantığı üzerine kurulmasının temel bir nedeni vardır.

Bu neden savaş sonrası ortaya çıkan yeni savunma anlayışının, sadece askeri değil aynı zamanda sivil kaynakları, sadece savaş sırasında değil barış zamanında da sürekli seferber etmek mantığı üzerine kurulmasıdır.

Böyle olduğu oranda silahlı kuvvetler, siyasi karar yapıları ve organları teması artmıştır. Ayrıca sivil ve askeri birimler arası koordinasyon önem kazanmıştır. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrası tüm NATO ülkelerinde MGK’ya benzer yapılar oluşturulması bu nedenledir.

Ancak bu gelişmenin bir ağır riski ve karşı ağırlığı olmuştur.

Topyekûn savunma stratejisi adı verilen bu yeni anlayışın varlığı, askeri yetkinin tek askeri elde toplanması halinde siyaset ve ekonominin de asker kontrolüne geçmesi ve askeri mantığa tabi olması tehlikesini beraberinde getirmiştir. Askeri otoriteyle özelleştirmeden enerji sektörüne, her şeyde ve her yerde karşılaşma riski yükselmiştir.

Batı örnekleri, silahlı kuvvetleri sivil kaynak takip ve seferber etme alanına sokan bu stratejiyle birlikte, “askeri kurumların elinde yetki toplanmasını ve sistemlerin askerileşmesini engellemek” için çeşitli “önlemler” almışlardır.

Bu önlemlerin en önde gideni yazının girişinde sorduğumuz sorudaki Genelkurmay Başkanlıklarına ilişkin düzenlemelerdir. Yani bizden farklı ordu teşkilatlanma yapılarıdır.

Önlem çerçevesinde özellikle silahlı kuvvetlerin idari açıdan, hatta komuta açısından “merkezi yapıları esnetilmiş”, genelkurmay başkanları sadece koordinasyonla görevlendirilmiş, ordu birimleri ayrı ayrı “savunma bakanlıkları”na ya da ABD’de olduğu gibi, başkana bağlanmıştır.

Bir tek Fransa 1971 yılında bizdeki modele yaklaşmış, genelkurmay başkanını savunmadan yargıya, silah sanayiinden lojistik hizmetlere, tüm ordu birimlerinin ya da bağlılarının emir-komuta mercii kılmış; sivil kaynakların ve sektörlerin yönlendirilmesi açısından alınan tehlikeli sonuçlar üzerine, 1973 yılında tekrar eski modele dönmüştür.

Türk Silahlı Kuvvetleri ise, NATO içinde topyekûn savunma stratejisini bu denli aşırı merkezileşmiş bir ordu geleneği ve yapısıyla uygulayan tek ülkedir. Buna ek olarak Türkiye’deki milli güvenlik kavramı sadece ekonomik değil, siyasi ve toplumsal kaynaklara uzanan bir dizayna sahip olunca, ortaya çıkan manzara açıktır:

Askeri mantıkla işleyen bir rejim, askeri vesayet altında çalışan sivil kurumlar...

TSK devlet yapısı içinde bu denli geniş bir özerkliğe sahipse, bunun temel nedenlerinden birisi aşırı merkezi bir yapıya sahip olmasıdır…

Yeni Şafak, 2 Eylül 2006

Ali Bayramoğlu

03.09.2006


 

Nafile bir çaba

Başbakan Erdoğan’ın Lübnan’a asker gönderme konusunda halkı ikna konuşmasındaki mantık kaba bir hamaset, ucuz bir böbürlenmeden öteye geçememiştir.

“Ülkemizin yüksek menfaatleri” sözünü bol bol kullanmakla ülkenin menfaatleri korunmuş olmaz.

“Bize neci bir anlayışla sorumluluk almaktan kaçınmamak” da sadece asker göndermek anlamına gelmez.

Başbakan’ın savunmasındaki bir başka unsur da “Kosova’da, Bosna’da benzer insanlık trajedilerine nasıl seyirci kalmadıysak burada da kalamamayız, kalmamalıyız” şeklinde. Ama bu cümlenin de tek karşılığı asker göndermek değildir. Bir insanlık trajedisine seyirci kalmamak için insanların evlerinin yapılmasına, okullarının yapılmasına yardımcı olunabilir, ilaç gönderilebilir, doktor gönderilebilir. Başbakan’ın “ulusa seslenip” kendi görüşlerini içi doldurulmamış hamaset cümleleriyle savunma çabasının başarılı olması mümkün değildir.

Erdoğan, Güney Lübnan’a neden asker gönderilmesi gerektiğini anlatamamıştır, çünkü anlatabilmek için gereken ciddi ve gerçek kanıtlara sahip değildir.

***

Türkiye’nin Orta Doğu savaşlarına bulaşması ihtimali, Başbakan’ın bütün söylediklerinin ötesinde, gerçek bir ihtimaldir.

Bu ihtimalin yüksekliği de bizzat Birleşmiş Milletler’in barış gücünün görevleri arasında saydığı “silahlı sivil güçlerin silahtan arındırılması” ifadesiyle ortaya çıkıyor.

Güney Lübnan’da zayıf ve hiçbir etkinliği bulunmayan Lübnan ordusunun dışındaki silahlı güç Hizbullah’tır ve BM belgesindeki tanım bu örgütün silahsızlandırılmasını işaret ediyor.

Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Gül’ün “tabii ki bir saldırı olursa Türk askeri cevap verir, kendini korur” sözleri bu ihtimalin yüksekliğinin bir başka ifadesi olmuştur.

Başbakan ve Dışişleri Bakanı’nın asker gönderme konusunda herhangi bir somut gerekçe gösterememesi, basit ifadelerle kendi tavırlarını savunmaları ciddi bir zafiyeti sergilemektedir.

Bu zafiyetin bir başka örneği de Başbakan’ın konuşmasında bu konudaki tepkileri “hükümet ne yapsa karşı çıkma hastalığı” diye nitelemesidir.

Vatan, 2 Eylül 2006

Okay Gönensin

03.09.2006


 

Darbe oyunu!

Eskiden komünizm geldi, geliyor diye demokrasi rafa kaldırılır, kolu kanadı kırılırdı.

Bugün şeriat geliyor diye demokrasinin köküne kibrit suyu ekilmek isteniyor.

Mantık aynı mantık.

Kafa aynı kafa.

Arkasında demokrasi korkusu yatıyor; demokrasi nefreti yatıyor.

Evvelce, bizim coğrafyada demokrasinin bu kadarı Türkiye için fazla, komünistler güçleniyor, devlete sızıyor diye fetva çıkarılırdı darbelere, askeri müdahalelere...

Şimdiyse, seçim sandığı şeriatçılara yarıyor, demokrasi derken laik cumhuriyet elden gidecek diye askere davetiye çıkaranlar var.

Kimler mi?

Kimileri kendine ulusalcılığı, kimileri milliyetçiliği, kimileri aydınlanmacılığı, kimileri Kemalistliği yakıştırıyor. Belki tümüne, Kızılelmacı da denebilir.

Düşünce tarzları basit.

Yüzeysel ve sığ.

Klişeleri ağır basıyor. Öteden beri sloganlara kaptırmışlardır beyinlerini...

Türkiye’nin çok partili demokrasiye adım atmış olmasını ve iktidarın 1950 seçimleriyle ilk kez halkoyuyla el değiştirmesini karşıdevrim sayarlar.

Seçim sandığı bu yüzden onların gözünde tu kakadır; çünkü halk sürekli olarak gericileri seçer, sandıktan çıkarır. Menderes gibi, Demirel gibi, Özal gibi, bugün de Tayyip Erdoğan gibi...

Son olarak 2002 seçimleri çarpıcıdır. Çünkü AKP ile birlikte karşıdevrim Türkiye’de iktidar olmuştur.

Arkasından şu soru gelir:

“Dinci parti, iktidardan olduktan sonra şimdi de devlet olabilecek mi?”

Devlet nasıl olunabilir?

Yanıt malum:

“Çankaya’yı ele geçirerek!”

Tarikatlarıyla medyayı ele geçirmeye başlayan, seçim sandığından çıkarak hükümet olan dinci parti, yani AKP, gündemine Çankaya Köşkü’nü çoktan almıştır. Cumhurbaşkanlığını da zaptedince iş bitecektir.

Bu kadar basit!

Bunları her seferinde özetledikten ve “Laik cumhuriyet tehlikede!” sloganını attıktan sonra can alıcı soruyu sorarlar:

“Peki, ne yapmalı?”

Yanıtını vermeden önce de sözü bir kez seçimlere getirirler. Sandıktan “takiyeci ya da dinci parti”nin çıktığını, Baykal’ın CHP’sinin de bir şey yapamadığını, eğer karşıdevrim yeşil bayrağını 2007 yılı baharında Çankaya’ya da dikerse, Türkiye’de “laik cumhuriyet”in biteceğini söylerler.

Ve soru tekrarlanır:

Ne yapmalı?

Seçim sandığından karşıdevrim çıkıyorsa, geriye yapılacak tek şey kalır:

Askerin müdahalesi, darbe!

Kısaca derler ki:

Avrupa Birliği’yle ilişkiler bir süre buzdolabına kaldırılır; bir mıntıka temizliği başlatılır; önce devlet temizlenir, sonra sıra öteki kuruluşlara, üniversitelere, belediyelere, partilere, sivil toplum kuruluşlarına gelir; bu arada AB de Türkiye yükünden kurtulacağından için için memnun kalır; Washington’daki Yeni Muhafazakârlar, hatta İsrail de sevinir, Türkiye’deki ‘İslamcı faşistler’e esaslı bir darbe vuruldu diye...

Planlar böyle.

Her şey ne kadar basit!

Hiç değişmediler.

Bütün ömürleri böyle kestirme yollardan devrim yapma ve Türkiye’yi kurtarma düşleriyle geçti. Bunun için partileşmek, örgütlenmek, halka gitmek gibi zahmetlere hiç katlanmadılar. Daha çok üniformasını çıkarmış emekli paşalarla kapalı kapılar arkasında kumpaslar kurarak, askeri kullanarak kısa yoldan devrim yapacaklarını sandılar.

Hiç sönmedi bu hayalleri.

Bugün de iflah oldukları söylenemez. Demokrasiden nefret etmeye devam ediyorlar. Peşinde oldukları şey, kışla düzeni! Çünkü rengi, farklılığı sevmiyorlar. Düşleri hep aynı, torna tezgâhından çıkma bir toplum...

Kısacası:

Yirmi birinci yüzyılda daha hâlâ aslı cuntacılık olan kendi ‘devrimci hayalleri’ni sürdürüyorlar.

Olabilir.

Ben bu arada Baykal’ın CHP’sini de kendi ‘darbe oyunları’na çekebilirler mi diye merak ediyorum.

Siz ne düşünüyorsunuz?

Milliyet, 2 Eylül 2006

Hasan Cemal

03.09.2006


 

Kimlikler

1920’li yıllarda faşist politikalara destek İtalya’da giderek yayılırken faşist partiden bir yetkili, sosyalist bir köylüyü faşist partiye katılması yönünde ikna etmeye çalışıyormuş. “Bu nasıl olabilir” demiş potansiyel aday, “Nasıl katılabilirim ki partinize? Babam bir sosyalistti, dedem de bir sosyalistti. Faşist partiye asla katılamam.”

“Bu nasıl bir akıl yürütme” demiş faşist yetkili, “Babam katil, deden de bir katil olsaydı ne yapacaktın?” “Haa, o zaman” demiş bizim sosyalist köylü, “elbete, tereddütsüz faşist partiye katılırdım”.

Dünyaya buyurmak isteyenler, kimlikleri katı ve tekil aidiyetler olarak tanımlıyor. Bu şekilde GWB gibi faşistin feriştahı olan bir adam, kalkıp İslamo-faşist gibi çirkin bir ifade kullanabiliyor. Üstelik babasının kasaplığı da tescilli iken. Bu tanıdık bir hile: Hedeflenen kategorideki insanlar yanlış tarif edilir ve bu yanlış tarifin hedefteki insanların tek anlamlı özelliği olduğu vurgulanır. Sonuçta düşman olarak tarif edilen kişinin insanlıktan tenzil-i rütbeye uğratılması, onun yok edilmesine de cevaz verecektir.

Medeniyetlerin çatışmasından bahsedenler de dünyayı İslâm dünyası, Batı dünyası, Hindu dünyası şeklinde bölerek insanları katı kutucuklar içine yerleştiriyor. İnsanlar arasındaki farkı dinler ekseninde tanımladığımız zaman, değişik sınıflar ve meslekler, diller ve milliyetler, zengin ve fakir, farklı politik mensubiyetler arasındaki ayrımlar önemini kaybediyor. Bu görüş, medeniyetlerin birbirinden alıp verecek bir şeyi olmadığını ve önünde sonunda kavgaya tutuşacaklarını öngörüyor. Bu bakış sadece medeniyetlerin kendi içindeki farklılıkları gözden kaybettirmiyor, medeniyetlerin birbiriyle etkileşimini de görmezden geliyor. Böylece dünya, birbiriyle kavgaya tutuşmaya hazır bir din ve medeniyetler federasyonu olarak sunulmuş oluyor. Bu ideolojik el çabukluğunda, yeryüzünü ateşe vermeye niyetli bir tamahkârlığın izleri var.

Nobel ödüllü iktisatçı ve yazar Amartya Sen, Identity and Violence adlı son kitabında, yaşadığımız dünyada tekil aidiyetlerden ve tekil kimliklerden söz edilemeyeceğini tartışıyor. İnsanları tek bir bağlılık üzerinden tanımlayan ideolojiler, onların sadece ve sadece bir gruba mensup olabileceklerini öne sürüyor. Oysa her birimiz, açıkça pek çok gruba mensubuz. Farklı aidiyetler arasında ‘ya bu, ya öteki’ şeklinde bir seçim yapmamız gerekmiyor, sadece önem sırasına koyuyor ve farklı bağlamlarda farklı kimliklerimizi öne çıkarıyoruz. Yaptığımız seçimler, belirli bir sağlamda, hangi öncelik ve sadakatin bizi daha çok bağladığını, hangi kimliğimize daha fazla önem atfettiğimizi belirliyor. Yazara göre dertli dünyamızın temel umut kaynaklarından birisi kimliklerimizin çoğulluğunda yatıyor. Sahip olduğumuz farklı kimlikler birbiri içine geçerek kategorileştirmeye direniyor ve keskin ayrımları yumuşatıyor. İnsanlığımıza en büyük saldırılardan birisi, aramızdaki farklılıkların törpülenerek, hepimizin bir kategoriye tıkıştırılmamız.

Amartya Sen, Batılılar’ın ‘ılımlı Müslüman’ arayışının bir kafa karışıklığıyla malul olduğunu düşünüyor. Bu arayış politik inançlardaki ılımlılık ile dini inançtaki ılımlılığı birbirine karıştırıyor. “Bir insanın dini inancı çok kuvvetli olduğu halde hoşgörülü politikalar izleyebilir” diyor Sen: “12. yüzyılda Haçlılar’la İslâm için cansiperane savaşan Selahaddin, Avrupadaki tahammülsüzlükten kaçan Yahudi bilgin İbn Meymun’a sarayında onurlu bir yer bahşetmekte hiç tereddüt etmemişti. 16. yüzyıl başında Roma’da ‘sapkın’ Giordano Bruno yakılırken, Müslüman olarak doğup Müslüman olarak ölen büyük Moğol hükümdarı Ekber, Agra’da azınlık haklarının yasal statüsü için büyük bir proje yürütüyordu.”

İnsanları tek kimlik üzerinden tanımladığınızda cadı avına çıkmak kolaylaşıyor. Mesela ‘başörtülüler’ dediğinizde başını örten insanların hepsinin birbirine benzediğini, benzer davranış kalıplarına sahip olduğunu ima etmiş oluyorsunuz. Din ve ideoloji, insana bir kıvam verdiği kadar, insanın ruhunda da bir kıvam buluyor. Görünüşleri birbirine benzese de insanların iç dünyaları farklı ve biricik. Her birimizin kendimizi ait hissettiğimiz pek çok mensubiyetimiz var. Bir çiçek tarhının üzerinde süzülen rengârenk kelebekler gibi, çoğul kimliklerimiz dünyayı renklendiriyor, şenlendiriyor ve tüm zorbalıklara karşın, birbirimizle konuşmamızı mümkün kılıyor.

Yeni Aktüel,

31 Ağustos-6 Eylül (2006/43)

Kemal Sayar

03.09.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004