Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 09 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

.... İnkâr edenin inkârı kendi aleyhinedir; o kâfirlerin inkârları ancak Rablerinin katında rahmetten mahrumiyetlerini artırır. Kâfirlerin inkârı, kendi hüsranlarından başka birşey de arttırmaz.

Fâtır Sûresi: 39

09.09.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Kur'ân hakkında şahsî görüşüne göre konuşan isabet de etse hata etmiştir.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3714

09.09.2006


Eşler birbirinin ıslâhına çalışmalıdır

Şimdi âile hayatında en mühim nokta budur ki:

Kadın, kocasında fenalık ve sadakatsizlik görse, o da kocasının inadına, kadının vazife-i ailevîsi olan sadakat ve emniyeti bozsa, aynen askeriyedeki itaatin bozulması gibi, o aile hayatının fabrikası zîr ü zeber olur. Belki o kadın, elinden geldiği kadar kocasının kusurunu ıslâha çalışmalıdır ki, ebedî arkadaşını kurtarsın. Yoksa, o da kendini açıklık ve saçıklıkla başkalara göstermeye ve sevdirmeye çalışsa, her cihetle zarar eder. Çünkü hakikî sadakati bırakan, dünyada da cezasını görür. Çünkü nâmahremlerin nazarından fıtratı korkar, sıkılır, çekilir. Nâmahrem yirmi erkeğin on sekizinin nazarından istiskal eder. Erkek ise, nâmahrem yüz kadından, ancak birisinden istiskal eder, bakmasından sıkılır. Kadın o cihette azap çektiği gibi, sadakatsizlik ithamı altına girer, zaafiyetiyle beraber; hukukunu muhafaza edemez.

Elhasıl: Nasıl ki kadınlar kahramanlıkta, ihlâsta, şefkat itibarıyla erkeklere benzemedikleri gibi, erkekler de o kahramanlıkta onlara yetişemiyorlar. Öyle de, o mâsum hanımlar dahi, sefahette hiçbir vecihle erkeklere yetişemezler. Onun için, fıtratlarıyla ve zayıf hilkatleriyle nâmahremlerden şiddetli korkarlar ve çarşaf altında saklanmaya kendilerini mecbur bilirler. Çünkü, erkek sekiz dakika zevk ve lezzet için sefahete girse, ancak sekiz lira kadar birşey zarar eder. Fakat kadın sekiz dakika sefahetteki zevkin cezası olarak, dünyada dahi sekiz ay ağır bir yükü karnında taşır ve sekiz sene de o hâmisiz çocuğun terbiyesinin meşakkatine girdiği için, sefahette erkeklere yetişemez, yüz derece fazla cezasını çeker.

Az olmayan bu nevi vukuat da gösteriyor ki, mübarek taife-i nisâiye, fıtraten yüksek ahlâka menşe olduğu gibi, fısk ve sefahatte dünya zevki için kabiliyetleri yok hükmündedir. Demek onlar daire-i terbiye-i İslâmiye içinde mesut bir aile hayatını geçirmeye mahsus bir nevi mübarek mahlûkturlar. Bu mübarekleri ifsad eden komiteler kahrolsunlar! Allah, bu hemşirelerimi de bu serserilerin şerlerinden muhafaza eylesin. Âmin.

Hemşirelerim! Mahremce bu sözümü size söylüyorum:

Maişet derdi için, serseri, ahlâksız, frenkmeşrep bir kocanın tahakkümü altına girmektense, fıtratınızdaki iktisat ve kanaatle, köylü mâsum kadınların nafakalarını kendileri çıkarmak için çalışmaları nevinden kendinizi idareye çalışınız, satmaya çalışmayınız. Şayet size münasip olmayan bir erkek kısmet olsa, siz kısmetinize razı olunuz ve kanaat ediniz. İnşaallah, rızanız ve kanaatinizle o da ıslâh olur. Yoksa, şimdiki işittiğim gibi, mahkemelere boşanmak için müracaat edeceksiniz. Bu da, haysiyet-i İslâmiye ve şeref-i milliyemize yakışmaz.

Lem’alar, 24, Lem’a, s. 262

Lügatçe:

zîr ü zeber: Alt üst, karma karışık, darma dağınık.

istiskal: Ağır bulup hoşlanmadığını belirtme.

frenkmeşrep: Avrupalı gibi, batılıları taklit eden.

09.09.2006


Allah'ın bilgisi her şeyi kapsar ve sonsuzdur

—Dünden devam—

İstikbalini düşünemeyen zekî ama haylaz bir öğrencinin okula gitmek istemeyerek oyun ve eğlenceye dalmaması için şefkatli bir babanın ve öğretmenin o öğrenciyi cezalandırması ve eğitime teşvik etmesi doğru bir davranıştır. Hasta ve ameliyat olması gereken birine şefkatli hekimin acı ilaç içirmesi ve ameliyat ile meşakkat vermesi elbette zulüm ve haksızlık olarak ele alınamaz.

Yüce Allah cenneti ve cehennemi yaratmamış olsaydı, insan “Havf ve Reca” dengesini koruyamazdı. O zaman insanın hiçbir kabiliyeti inkişaf etmezdi. Yüce Allah merhameti gereği insandaki kabiliyetlerin gelişimini istemiş ve onu hür olarak yaratmıştır. Hürriyet en büyük bir nimettir. Ona kitaplar göndererek gerçekleri açıklamış, peygamberlerini göndermiş, insanı cennete davet etmiştir. Hür yaratarak insanın Cenneti lâyık hale gelmesini, böylece amelinin karşılığı olarak Cennete girdiğini ihsas ettirerek yine merhameten Cennetin nimetlerinden daha çok zevk almasını sağlamıştır. İnsanı Cennete zorlamayarak adalet etmiştir.

Yüce Allah merhameten mü’mine de, kâfire de, hayra veya şerre yönelebilecek akıl ve duyguları vererek insanı nötr bırakmıştır. İradesini ve hürriyetini vererek eşit şartlarda eşit imkânlar ile müsabakaya sokmuştur. Aynı sınıftaki, aynı kabiliyet ve şartlarda, aynı müfredat ve öğretmenden ders alan öğrencilerin sene sonunda başarılı veya başarısız olmaları ve sonuçta bu durumu kabul etmelerinin sebebi nedir? İdare mi, öğretmen mi, öğrencinin kendisi mi?

Allah, kaderi vasıf olarak yazmış, sıfat olarak yazmamıştır. “Yani, ‘A’ kâfirdir, ‘B’ münafıktır, ‘C’ mü’mindir” dememiştir. Kur’ân-ı Kerim’de ve Peygamberimizin hadislerinde görüldüğü gibi “Şu vasıflar mü’minin vasıflarıdır, bu vasıfları hür iradesi ile kazananlar mü’mindir. Bu vasıflar kâfirin vasıflarıdır. Bu vasıfları kazananlar da kâfirdir. O vasıflar ise münafıkların vasıflarıdır. Onları seçenler ise münafık olurlar. Mü’minlerin şu vasıflarından Allah razı olur ve rızasını kazananlar da Cenneti hak ederler. Onların mükâfatı Cennettir. Kâfirlere ve münafıklara has olan bu vasıflar ise Allah’ın öfkesini çeker, onlardan sakının ki ceza olarak Cehenneme girmeyesiniz. Şayet nefsinize aldanarak veya şeytanın iğvasına kapılarak bu vasıflardan birine sahip olan ve günah işleyenler, tövbe ederlerse Allah’ın şefkat ve merhameti, affı ve ihsanı geniştir. Kusurunuzu affeder, hiç yapmamış kabul eder ve sizi de cennetine alır” buyurur. Her insanın fıtratı her üç vasıfları kazanmaya da müsait yaratılmıştır. İstediğini seçmekte ve yapmakta hürdür. Seçimde zorlama olmadığı için sonuçta sorumluluk da kendisine aittir. Hayatı boyunca da her zaman hatadan dönme ve tövbe etme imkânı vardır ve bu da Allah’ın rahmeti ve affı gereğidir.

***

Allah’ın bilgisi elbette her şeyi kapsar ve sonsuzdur. Her şeyi yaratılmadan önce ve yaratıldığı zaman ve sonrasında bilir ve bu bilgi asla değişmez. Allah’ın ilmi her şeyi muhittir. Ancak “İlim malûma tabidir” ve hiçbir şeyi zorlayıcı değildir, niteleyicidir. Nasılsa öyle bilir. İnsan fıtratını ve psikolojisini iyi bilen ve öğrencilerinin başarısını isteyen bir öğretmenin öğrencilerinin başarılı olması için her şeyi yaptığı ve kötülüğü engellemeye çalıştığı, iyi olana teşvik ettiği halde öğrencilerinin bir kısmı başarılı olur, bir kısmı başarısız olur. Bu öğretmenin, vasıfları ile iyi tanıdığı öğrencileri hakkında önceden “Bu adam olur, şu ise adam olmaz!” şeklindeki düşüncesinin, o öğrencilerin başarısında veya başarısızlığında bir rolü olur mu? Başarı ve başarısızlık doğrudan öğrencinin niyet, gayret ve çalışmasına bağlıdır. Ama sonuçta her insanın yapacağı işler vardır. Her insan bir iş için yaratılmıştır. Herkes aynı kabiliyet ve başarıda olsa hayat hiç de mükemmel olmazdı. Allah’ın iradesi ve hikmeti böyle hükmederken, adaleti de, liyakate göre iş bölümünün olmasını ister.

Burada Allah’ın isim ve sıfatlarının tümünün dengeli ve adil bir şekilde tecellîsindeki hikmet ve inayetin, şefkat ve rahmetin ne derece mükemmel işlediğini görürüz. Herkese liyakatine ve isteğine, gayretine ve ameline göre vermesindeki adalet, idaresindeki nizam ve intizam da Allah’ın kudretinin delilidir.

Sebepler ve tesadüf adına olaylara bakan elbette yanılır. Yine Allah’ın bir ismini esas alarak diğerlerini dikkate almadan bakmak da insanı yanıltır. Bu yanlışlara düşmemek için bütün esmâ ve sıfatı nazara alarak bakmak gerekir. Bu ise Bediüzzaman gibi allâmelere nasip olur. Öyle ise bizim onları dinlememiz lâzımdır.

Bu konuda Bediüzzaman’ın “İlim, İrade ve Kudret” sıfatlarını anlatan 20. Mektub’un İkinci Makam’ının Dokuzuncu ve Onuncu kelimeleri olan “Biyedihi’l-Hayr” ve “Ve Hüve Alâ Külli Şey’in Kadîr” kelimelerini iyi okumak gerekir. 23 Ayrıca On Beşinci Şuâ’nın “İlim, İrade ve Kudreti” anlatan bölümünü okumalıdır.24

Bütün bunlarla beraber duâ ve ibadetle Allah’tan hidayeti ve istikameti istemek gerekir. Kurtuluş Allah’a güvenmek ve dayanmakla olur. Yoksa şeytanın ve nefsin desiselerine ve insanı yanıltan duygularına kapılarak yoldan çıkmak ve aldanmak tehlikesi her zaman mevcuttur.

—SON—

Dipnotlar:

23- Mektubat, 233–244

24- Şuâlar, 559–576

M. Ali KAYA

09.09.2006


ESMA-İ HÜSNA

Rahmân

Allah (c.c.), Rahmân’dır. Yani Cenâb-ı Hak sonsuz merhamet sahibidir. Rahmete ve şefkate muhtaç herkese, her can ve yürek taşıyana kâmilen rahmetiyle muâmele eder. Allah’ın rahmeti bütün varlıkları kuşatmıştır.

Esâsen, Rahmân ve Rahîm isimleri aynı kökten gelen iki mübalâğa ismidir. Her iki isim de Allah’ın rahmetinin şiddetli biçimde ve sonsuz olarak varlıklar üzerinde hâkim olduğunu bildirir.

Fakat başta “Bismillahirrahmânirrahîm” gibi bir Kur’ân âyetinde olmak üzere Kur’ân’da en çok vurgulanan isimlerden olduğundan İslâm kültür ve tefekküründe iki önemli isim hüviyeti kazanması ve her birisine de farklı nüanslar yüklenmesi, bizi her iki ismi de ayrı birer başlık hâlinde incelemeye sevk etti.

Peygamber Efendimizden (a.s.m.) Ebû Hüreyre’nin (r.a.) rivâyet ettiği Rahmân ismi Kur’ân’da en çok geçen isimler arasındadır. Besmeledeki üç isimden birisi olan Rahmân, Fâtihâ Sûresinin üçüncü âyetinde de zikredilmektedir: “Rahmân ve Rahîm olan, âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun.” (Fatiha Sûresi: 2,3) Bir diğer âyette Cenâb-ı Rahmâni’r-Rahîm, “De ki, ‘İster Allah diye duâ edin, ister Rahmân diye duâ edin; hangi isimle duâ ederseniz edin, en güzel isimler Onundur” (İsra Sûresi: 110) buyurur.

“Kalbî yumuşaklık ve incelik” mânâsını ifâde eden Rahmân lâfzının, Cenâb-ı Hak hakkında müteşâbih olarak kullanıldığını beyan eden Bedîüzzaman, Kur’ân’ın, yüz elli dokuz yerde Rahmân ismini zikrettiğini kaydeder.

Bediüzzaman Saîd Nursî, besmelede geçen Rahmân isminin, yeryüzü sîmâsındaki bitkilerin ve canlıların tedbir, terbiye ve idâresindeki bir birine benzeyiş, uygunluk, intizam, incelik, lütuf ve merhamette görünen büyük rahmâniyet mührüne işâret ettiğini belirtir. Bedîüzzaman, bütün canlıların, Rahmân’ın rızka muhtaç misâfirleri hükmünde bulunduğunu, hayvanların güzel ve yanık sesli nağmelerinin Rahmân’ın hediyeleri karşısında ortaya koydukları teşekkürlerden ibâret olduğunu, baharın ve canlıların hep birlikte yüksek sesle, “Yâ Rahmân! Yâ Rahmân!” diye zikrettiklerini kaydeder.

Bedîüzzaman’a göre, rahmetin bir ehemmiyetli kısmı rızıktır ki, Rahmân’a Rezzâk mânâsı verilmiştir. Rızık ise apaçık bir Rezzâk-ı Rahîmi göstermektedir. Meselâ bütün zîhayatların, bilhassa âcizlerin ve yavruların, rızıkları bütün yeryüzünde ve gökyüzünde irâdelerinin ve güçlerinin hâricinde gayet hârika bir tarzda hiçten ve bir birine benzeyen çekirdeklerden, su katrelerinden ve toprak taneciklerinden yetiştirilmektedir. Ağacın başındaki yuvada bulunan kanatsız ve zayıf kuşçuklar için annelerinin emirber nefer gibi gezerek rızıklarını getirmeleri; aç vahşî bir arslanın, yavrusunun emrine girmesi ve bu emirle elde ettiği bir eti yemeyip yavrusuna getirmesi; sâir hayvanların ve insanların yavrularının imdâtlarına, memeler musluğundan Âb-ı Kevser gibi hoş, gıdâlı, hâlis ve beyaz sütleri kırmızı kan ve kirli fışkı içinden bulaşmadan ve bulandırmadan göndermesi ve annelerin şefkatini de yardımcı vermesi Rahmân isminin sadece görebildiğimiz eşsiz cilvelerindendir. Maddî ve mânevî rızık isteyen insanın duyguları ile akıl, kalp ve ruhuna da pek geniş bir erzak sofrası ihsân ederek kâinatı bir gül bahçesi gibi tanzim etmesi Rahmân’ın lütuflarından başka bir şey değildir.

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, Rahmânü’r-Rahîmin rahmeti, ebedî saadeti de bildirmektedir. Çünkü rahmet, sırf rahmet olduğundan, hakîkî muhabbete karşı ebedî hicrânı kabul etmez. Cenâb-ı Hak, Kendisini hakîkî seven kullarını, ebedî hicrâna atmaya râzı olmaz. Nitekim Rahmânü’r-Rahîm, hûrilerle süslendirilmiş Cennette, insanın bütün arzularını tatmin eden meskenleri, insanın cismânî arzu ve dileklerine uygun bir biçimde hazırladığını vaat buyurmuştur.

Bedîüzzaman’a göre, şefkat yolu rahmet yoludur. Hz. Yakub’un (a.s.) şefkati Rahmân ve Rahîm isimlerinin tezâhürüdür. Rahmân ismi bütün kâinatı ihâta eden bir nûrdur ve birçoğuna göre, İsm-i Âzam mesâbesindedir. Maddî ve mânevî açlık, fakr ve şükür, Rahmân ismine ulaşmak için husûsî birer vesîle teşkil etmektedir.

(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)

09.09.2006


Münâcâtü'l-Kur'ân

RA’D:

1. Ey görmekte olduğumuz gökleri direksiz olarak yükselten, sonra da Arş üzerinde hükmünü icrâ eden, her şeyi yerli yerince tedbir ve idâre eden ve âyetlerini açıklayan! (2)

2. Ey yeri yayıp döşeyen, onda sâbit dağlar, nehirler ve bütün meyveleri yaratan! (3)

3. Ey her dişinin neye hâmile kalacağını, rahimlerin neyi eksik, neyi ziyâde edeceğini bilen ve katında her şey ölçülü olan! (8)

4. Ey gaybı ve hâzırı bilen, çok büyük ve çok yüce olan! (9)

5. Ey kullarına korku ve ümid vermek için şimşeği gösteren ve yağmur yüklü bulutları meydana getiren! (12)

6. Ey gökgürültüsü hamdederek, melekler de korkarak Kendisini tesbih eden! Ey yıldırımlar gönderip onlarla dilediğini çarpan! Kuvveti ve azabı çok şiddetli olduğu halde, kâfirlerin Kendisi hakkında mücâdele ettiği Allah’ım! (13)

7. Ey kalpler ancak Kendisini anmakla mutmain olan! (28)

8. Ey dilediğini yok eden, dilediğini sâbit bırakan ve Levh-i Mahfuz Kendi katında olan! (39)

9. Ey hükmeden, hükmünü bozacak kimse olmayan ve hesabı sür’atli gören! (41)

09.09.2006


Zübeyir Gündüzalp'in Kaleminden

Tarihte kime nasip olmuştur?

Bediüzzaman gibi, yüz otuz parça imânî eserlerini şiddetli bir istibdad, tazyikàt ve takyidât altında, gizliden gizliye telif edebilmek, hem kuvvetli bir takvâ ve ubûdiyete sahip olmak ve hem de bunlarla beraber, harb cephesinde fedâi olarak gönüllü askerleriyle muharebe etmiş olmak ve harb cephesinde avcı hattında dahi, fırsat buldukça Kur’ân’ın en ince nüktelerini ve hârika i’câzını beyân eden bir Kur’ân tefsiri telif etmiş olmak ve aynı zamanda nefis mücâdelesinde de galip olup, nefsini de dine hizmetkâr yapmak ve hürriyeti gasb edilerek, ücrâ bir köye sürgün edilip, tecrid-i mutlak ve tarassudlar ve her türlü azaplar içinde ablukaya alınıp engizisyon zulümlerini çok geride bırakan hâkim bir kuvvetin tazyikàtı altında, câni canavarların pek vahşî işkenceleri içinde “sırren tenevveret” sırrıyla, perde altında Risâle-i Nur eserleri gibi eserler neşretmek ve böylece cihânın maddî, mânevî “Fâtih”i olan Resûl-i Ekremin (a.s.m.) Sünnet-i Seniyyesinin bir hizmetkârı olarak, bugün milyonlara bâliğ olan bir câmiayı, inâyet-i İlâhî ile, Kur’ân-ı Hakîmin cadde-i kübrâsında selâmetle ilerletmek ve mü’minlerin ve beşeriyetin sâdece dünyalarını değil, ebedî saadetlerini temine Risâle-i Nur gibi bir eserle vesîle olmak, bu mezkûr hususiyetlerin mânevî şahsında toplanması, Risâle-i Nur müellifi Bediüzzaman Said Nursî gibi, tarihte hangi bir zâta daha nasip olmuştur acaba?

09.09.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004