Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 12 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

... Fakat Allah onların cezâsını takdir edilmiş bir vakte kadar geri bırakır. O gün geldiğinde de, şüphesiz ki Allah kullarının her halini hakkıyla görücüdür.

Fâtır Sûresi: 45

12.09.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Görsünler ve duysunlar diye bir iş için ayağa kalkan kimse oturuncaya kadar Allah'ın gazabı içerisindedir.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3717

12.09.2006


Kur’ân aleyhindeki dehşetli plan

undan on iki sene evvel işittim ki, en dehşetli ve muannid bir zındık, Kur’ân’a karşı sû-i kastını, tercümesiyle yapmaya başlamış. Ve demiş ki: “Kur’ân tercüme edilsin, tâ ne mal olduğu bilinsin.” Yani, lüzumsuz tekrarâtı herkes görsün ve tercümesi onun yerinde okunsun diye dehşetli bir plân çevirmiş.

Fakat Risâle-i Nur’un cerh edilmez hüccetleri katî ispat etmiş ki, Kur’ân’ın hakîki tercümesi kâbil değil. Ve lisân-ı nahvî olan lisân-ı Arabî yerinde Kur’ân’ın meziyetlerini ve nüktelerini başka lisân muhâfaza edemez. Ve herbir harfi on adetten bine kadar sevap veren kelimât-ı Kur’âniyenin mu’cizâne ve cemiyetli tâbirlerinin yerinde beşerin âdi ve cüz’î tercümeleri tutamaz, onun yerinde câmilerde okunmaz, diye Risâle-i Nur her tarafta intişârıyla o dehşetli plânı akîm bıraktı.

Fakat, o zındıktan ders alan münâfıklar, yine şeytan hesâbına Kur’ân güneşini üflemekle söndürmeye, ahmak çocuklar gibi, ahmakàne ve dîvânecesine çalışmaları sebebiyle, bana gayet sıkı ve sıkıcı ve sıkıntılı bir hâlette bu Onuncu Mesele yazdırıldı tahmin ediyorum. Başkalar ile görüşemediğim için hakîkat-i hâli bilmiyorum.

Sözler, s. 425

Lügatçe:

muannid: İnatçı.

tekrarât: Tekrarlar.

cerh: Yaralama, çürütme.

hüccet: Delil, belge.

kâbil: Mümkün.

lisân-ı nahvî: Arabçanın bir vasfı, nahve âit dil, intizam ve kaidelere bağlı belâğat dili.

lisân-ı Arabî: Arap dili, Arapça.

kelimât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın kelimeleri.

mu’cizâne: Mucizeli bir şekilde.

cemiyetli: Birçok şeyi bir arada bulunduran, kapsamlı.

12.09.2006


Yangın alarmı-2

Orman yangınları… Kurak geçen yaz aylarında çıkan ve çeşitli sebeplerden dolayı hepimizi üzen yangınlar… Bilhassa bu sene bir önceki senelere göre çok daha fazla çıktığı için gündemimizi bir hayli meşgul etti orman yangınları. Pek çok gazetede manşet oldu. Pek çok habere konu oldu.

Yangın zaten başlı başına sevimsiz geliyor insana. Hepimizi ürkütüyor alevler. İlginçtir ki; pek çok kötü ve zararlı şeyi sevebiliyor insanlar. Yılanları seven insanlar da gördüm, kendisine zarar vermekten hoşlanabilen hasta ruhlu insanlar da gördüm. Ancak yangından hoşlanan insanlar görmedim. Her defasında ateş insanoğlunun kontrolünden çıktığında korkutuyor bizleri… Yangın hiçbir zaman için sevilmiyor.

Hal böyle iken daha iyi anlıyorum Kahhar-ı Zülcelâl’in cehennemi ateşle doldurmasını. İnsanı yaratan Zat, elbette onun en çok korktuğu, en çok istemediği şeyi bilen değil midir?

Yine hal böyle iken daha iyi anlıyorum Bediüzzaman’ın şu yaşadığım modern çağda imansızlığı yangınla özdeşleştirmesini…

Çok yakınlarda bir yerde bir orman yangını olduğunu söyleseler bize acaba hâlâ pervasızca işlerimize devam eder miyiz? Bir de bu haberi getiren şahıs itfaiyeci veya orman işletmesinde çalışan biri ise… Halbuki bir İslâm ve iman âlimi olan Bediüzzaman hemen oracıkta, tam karşısında olan bir yangından bahsediyor: “Karşımda müthiş bir yangın var…”

İnsan, ateşi, kör, sağır, dilsiz bile olsa hisseder. Oysa Bediüzzaman karşısındaki yangını “müthiş” olarak tarif ediyor ve ekliyor: “Alevleri göklere yükseliyor.” Fesübhanallah, insanın karşısında bir yangın olacak, alevleri göklere yükselecek ve insan hissetmeyecek. Ne gaflet!

Orman yangınları hakkında bir gazetenin manşeti şöyleydi: “Ciğerlerimiz yanıyor” İnsanın ciğerlerinin yanmasından daha kötü olan bir şey var mıdır? Evet, vardır. Bir anne veya baba ciğerlerinin yanmasını çocuğunun yanmasına tercih eder, değil mi? Oysa Bediüzzaman yangını tarif ettikten sonra ekliyor: “İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor…”

Bir başka televizyon programında sunucu, uzmana soruyor: “Orman yangınlarının sebepleri neler olabilir?” Uzman cevaplıyor: “Bir çok sebebi olabilir. Böyle bir havada üç beş kırık cam parçası bile yangın çıkartabilir. Bu yüzden herkes dikkatli olmalı” Benim aklım Bediüzzaman’ın yaptığı bir başka teşbihe, benzetmeye gidiyor. Ahireti dünyaya tercih etmeyi fani ve kırık cam parçalarını bakî elmaslara tercih etmeye benzetiyordu Bediüzzaman. Meğer üç beş kırık cam parçası bilmem kaç yüz hektar ormanı mahvediyormuş. Meğer üç beş kırık ve üstelik fani cam parçası hükmünde olan günahlar, dünyanın lezzetleri ebedî bir hayatı yakabiliyormuş… Hepimiz çok daha fazla dikkatli olmalı değil miyiz?

Bir başka haber: “…Şiddetli rüzgârlar yangının yayılmasını kolaylaştırdığı gibi söndürme çalışmalarını aksatıyor.” İmansızlık yangını için de geçerli değil mi bu? Modernizm rüzgârları, günah tayfunları, popüler çağın estirdiği havalar imansızlık yangınının her tarafa yayılmasını sağlamıyor mu? Ve ne kadar zorlaştırıyor söndürmeyi…

Sabotaj ihtimalinden söz ediliyor yangınlar için. Tartışmalar yapılıyor, doğru olabilir mi diye. Ne kadar yanlış da olsa insan düşman gördüğü insanların değerlerini yok etme hususunda çabalayabilir. Ama kendi değerlerini yok eder mi? Hangi şuurlu insan kendisine sabotaj yapar? Oysa imansızlık yangınını bizzat kendi iradesiyle kendisine musallat etmiyor mu insan? “Zarara rızası ile girene merhamet edilmez.”

Bir akşam sunucu çok üzgün bir ses tonu ile “ … bölgede çıkan yangında maalesef 400 hektar gibi büyük bir orman alanı tahrip oldu” diyor. 400 hektar bir orman için hakikaten büyük bir alandır. Peki ya bir haberde “dünyanın bütün ormanlarının yok olacağını” söyleselerdi. Yada sonsuz hektar orman alanının yangınla kül olacağını haber alsaydık. Tüm dünya buna da kayıtsız kalabilir miydi? Oysa imansızlık yangını her gün sonsuz hektar ormanı yok ediyor. Çünkü sonsuz bir hayatı tümüyle yangına çeviriyor. Sonsuzluk yanıyor…

Son bir haber daha verelim. Yangınların sıklaştığı günlerden birinde gazetemizin birinci sayfasında “Yangın alarmı” başlıklı bir haber çıktı. Haberde özetle yangınların çoğalması sebebiyle Orman Genel Müdürlüğünün tüm personelinin izinlerini kaldırdığını söylüyordu. Orman yangınları belki sadece yaz aylarında etkili olabiliyor. İmansızlık yangını ise her mevsim etkili. Ve maalesef böyle bir çağda, yani ahirzamanda bu yangın öylesine etkili ve dehşetli ki… Öyleyse imansızlığı yangınla anlatan Bediüzzaman gibi, onun talebeleri gibi iman ve Kur’ân hizmetinde yer alan insanların daha çok çalışmaları gerekmektedir.

Velhâsıl; iman ve Kur’ân dâvâsındaki insanların izinleri kaldırılmıştır. Haberiniz olsun!

Ahmet Tahir UÇKUN

12.09.2006


ESMA-İ HÜSNA

Şekûr

Allah (c.c.), Şâkir’dir, Şekûr’dur. Yani, Cenâb-ı Hak iyiliklere iyilikle mukabele eden, iyilik ve hayır sahiplerini mükâfâtlandıran, zerre kadar da olsa hiçbir iyiliği ve hiçbir hayrı karşılıksız bırakmayan, karşılığında “teşekkür” niteliğinde mutlaka ikram ve ihsân edendir. Cenab-ı Hak salih amellere en az on katı sevap ve mükâfât lütfeder, şükreden kullarına nimetlerini artırır, hiçbir hayrı, hiçbir hasenâtı, hiçbir şükrü ve hiçbir teşekkürü küçük görmez, karşılığını fazlasıyla lütfeder.

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) tarafından bildirilen Şâkir ve bu ismin mübalağa şekli olan Şekûr ismi, Kur’ân’da da yer alır.

İlgili âyetlerden bir kaçı şöyledir:

“Muhakkak Allah Şâkir ve Alîm’dir.” (Bakara Sûresi: 158) “Şükreder ve inanırsanız Allah size niçin azap etsin? Allah Şâkir ve Alîm’dir.” (Nisa Sûresi: 147) “Allah bu kimselerin ecirlerini tam verir ve lütfu ile artırır. Muhakkak O, Ğafûr ve Şekûrdur.” (Fatır Sûresi: 30)

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, insan kâinatın ekser birimine muhtaç ve alâkadardır. İnsanın ihtiyaçları âlemin her tarafına dağılmış, arzû ve emelleri ebediyete kadar uzanmıştır. Bir çiçeği isteyen insan, koca bir baharı da ister, güzel bir bahçeyi de arzû eder, ebedî Cennet’e de iştiyak duyar. Bir dostunu görmeyi dilediği gibi, Cemîl-i Zülcelâli de görmeye iştiyâklıdır. Başka bir yerde ikâmet eden bir sevdiğini ziyâret etmek için oraya gitmeye muhtaç olduğu gibi, berzâha göçmüş yüzde doksan dokuz dostlarını ve sevdiklerini ziyâret etmek ve ebedî ayrılıktan kurtulmak için koca dünyanın kapısını kapayacak ve çok farklı bir tecellî olan âhiretin kapısını açacak, dünyayı kaldırıp âhireti yerine kuracak ve koyacak bir Kadîr-i Mutlakın dergâhına ilticâ etmeye de muhtaçtır.

Bu vasıflara ve ihtiyaçlara sahip insanın gerçek mânâsıyla minnettâr kalacağı ve şükran duygularıyla dolup taşacağı tek Mâbud, yalnız her şeyin dizgini elinde, her şeyin hazinesi yanında, her şeyin yanında nâzır, her mekânda hâzır, mekândan münezzeh, acizlikten ve noksanlıklardan uzak, kusurdan mukaddes bir Kadîr-i Zülcelâl, bir Rahîm-i Zülcemâl, bir Hakîm-i Zülkemâl olabilir. Çünkü, insanın sonsuz ihtiyaçlarını temin edecek, ancak ve ancak sonsuz bir kudret ve sınırsız bir ilim sahibi olabilir. Öyle ise, kendisine ibâdet edilmeye, şükran ve minnet duyulmaya ve sonsuz teşekkür edilmeye lâyık yalnız Cenab-ı Allah’tır.

İnsanın fıtratına korkuya ve sevgiye yarayan iki duygu yerleştirildiğini beyan eden Bedîüzzaman, bu iki duygunun her hal ü kârda beşer tarafından kullanılacağını, ya halka, ya da Hâlık’a yönlendirileceğini; halka yönlendirilmesi halinde korkunun elîm bir belâ, sevginin de belâlı bir musîbetten farksız olacağını kaydeder. “Çünkü,” der Saîd Nursî, “sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez veya senin istirhâmını kabul etmez. Bu durumda korku acı bir belâ getirir. Sevgi de bundan farksızdır. Halka yönlendirdiğin takdirde ya sevdiğin şey seni tanımaz, ya eline geçmez, ya da eline geçse bile elinde kalmaz. Gençliğin, malın, hayatın ve dünyan gibi. Ya da sevgine değmediği için ağır düşer. Bu durumda sevgili tarafından reddedildiğin gibi, hakâret de görürsün. Çünkü Samed aynası olan kalple dünyevî hiçbir metâ kendi şahsı için sevilmez, eğer sevilirse böyle dünyevî sevgiye tam karşılık görmek mümkün olmaz.”

Bedîüzzaman’a göre, oysa hem korku, hem de sevgi ile Cenab-ı Allah’a yönelmek eşsiz bir saadeti beraberinde getirir. Çünkü Allah korkusu, Allah’ın rahmetine ve şefkatine yol bulup ilticâ etmek demektir. Bu durumda korku, insanı Allah’ın rahmet kucağına atan bir kamçı gibi olur. Allah korkusunda böyle lezzet bulunsa, Allah sevgisindeki lezzet ve saadet hiç şüphesiz kelimelerle anlatılmaz. Rahmânü’r-Rahîm ismiyle, hûrilerle tezyin edilmiş Cennette, insanın bütün arzularına hitap eden bir meskeni, insanın cismânî isteklerine ikram eden ve sâir isimleriyle insanın rûhunu, kalbini, sırrını, aklını ve sâir bütün duygularını tatmin edecek ebedî ihsânlarını hazırlayan ve her bir isminde mânevî çok ihsân ve kerem hazineleri bulunan Cenab-ı Allah’ın elbette “bir zerre” muhabbeti kâinata bedeldir. Koca kâinat Onun bir küçücük muhabbet tecellîsine aslâ bedel olamaz.

Bedîüzzaman’a göre, insanın her bir duygusunun ve cihâzâtının kendisine mahsûs ibâdet ve şükürleri vardır. Meselâ, göz güzellikleri Allah’ın hesabına temâşâ eder, kulak seslerdeki Cenab-ı Hakkın rahmet inceliklerini hisseder, burun kokulardaki rahmet pırıltılarını zevk eder. Dil, rızıklardaki şefkat latîfelerini tadar ve hâkezâ kalp, akıl, ruh gibi büyük latîfelerle beraber bütün duygu ve cihâzâtın ayrı ayrı vazifeleri, lezzetleri ve elemleri vardır. İşte, insanda istihdam ettiği bunca cihâzâtın ve duyguların her birerlerine lâyık dünyada âcilen ücretler ve neticeler veren Cenab-ı Hakkın ve Hakîm-i Mutlakın Cennette de husûsî, ama hadsiz mükâfâtlar vereceği ve tüm iyiliklerin karşılıklarını eksiksiz ikram edeceği âyetlerle sabittir. Şu halde, ne iyilik ve ne de fenâlık Allah’ın takdiriyle karşılıksız kalmayacaktır.

(Risale-i Nur’da Esma-i Hüsna)

12.09.2006


Münâcâtü'l-Kur'ân

HİCR:

1. Ey gökte bir takım burçlar yaratan ve bakıp temâşa edenler için onu süsleyen! (16)

2. Ey Muhammed’e (a.s.m.) tekrarlanan yedi âyetli Fâtiha’yı ve azametli Kur’ân’ı veren! (87)

12.09.2006


Zübeyir Gündüzalp'in Kaleminden

Risâle-i Nur kendi kendini neşretmiştir

Evet, Risâle-i Nur, kalblere o derece bir aşk ve muhabbet, ruhlara o kadar bir vecd ve heyecan vermiş, akıl ve mantıkları öyle bir tarzda iknâ etmiş ve öyle bir itminân-ı kalb hâsıl etmiştir ki, milyonlarca Nur Talebelerine, kendini defalarca okutmuş, yazdırmış ve bir ömür boyunca mütâlâa ettirmiş ve senelerden beri âdetâ kendi kendini neşretmiştir.

12.09.2006


Mu'cizât-ı Ahmediye'den (asm.)

Ağaçlar birleşti, taşlar duvar oldu

Nakl-i sahihle, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın cesur kumandanlarından ve hizmetkârlarından olan Üsâme bin Zeyd der ki:

Bir seferde, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile beraberdik. Kaza-yı hacet için, hâlî, settareli bir yer bulunmuyordu. Ferman etti ki:

“Ağaç veya taş gibi bir şeyler görüyor musun?” Dedim: “Evet, var.” Emretti ve dedi:

“Ağaçlara de ki: ‘Resulullahın haceti için birleşiniz.’ Ve taşlara da de: ‘Duvar gibi toplanınız.’” Ben gittim, söyledim. Kasem ediyorum ki, ağaçlar birleştiler ve taşlar duvar oldular. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, hacetinden sonra yine emretti: “Onlara söyle, ayrılsınlar.” Benim nefsim kabza-i kudretinde olan Zât-ı Zülcelâle kasem ederim, ağaçlar ve taşlar ayrılıp yerlerine gittiler.

Şu, Hazret-i Câbir ve Üsâme’nin beyan ettiği iki hadiseyi, aynen Ya’le ibni Murre ve Gaylan ibni Selemeti’s-Sakafî ve Hazret-i İbni Mes’ud, gazve-i Huneyn’de aynen haber veriyorlar.

Mektubat, s. 128

12.09.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004