Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 15 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Niye bu zamanlamaya şaşırmıyoruz!

Artık buna alıştığımızı kabul etmek zorundayız; Türkiye’nin herhangi bir bölgesinde özellikle de Güneydoğu’da silahlar ve bombalar patlayabilir. Önceki gece olduğu gibi Diyarbakır’da da bomba patlayabilir.

Zira iyi biliyoruz ki bu ülkede terör, patlama, saldırı, cinayet tertipleyecek birçok örgüt ve odak var. Böyle olduğu için de yıllar boyunca o bölgede birçok eylem faili meçhul kaldı, birçoğunun sebep-sonuç ilişkisi hala anlaşılamadı.

O sisli hava bugün yeniden üzerimize çöküyor.

Terör ne kadar bildik, ne kadar acımasız olursa olsun bazı işaretleri görmezden gelemeyiz. Bazı görüntülerin perde arkasını sorgulamayı ihmal edemeyiz. Özetle, hem terörle, hem de Kürt sorunuyla yüzleşmekten kaçınamayız. Sadece teröre değil, sorunun gelişim biçimine de “artık yeter” demek noktasındayız.

PKK’nın bölgedeki sempatizan tabanıyla yakınlığı olan DTP’nin örgüte “tek taraflı şartsız ateşkes çağrısı”nı yaptığı günün ertesinde, aydınların bir kez daha ve büyük ihtimalle son kez yine o çağrıyı tekrarladıkları günün akşamında ve Türkiye ile ABD arasında yıllardır konuşulan “ortak mücadele konsepti”nin nihayet hayata geçirilme kararının arefesinde yapılan bir saldırıyı, “bir eylem daha” deyip geçiştiremeyiz.

Üstelik bu, şimdiye kadar o mahallede benzeri hiç gerçekleşmemiş bir eylem ise...

Diyarbakır bu dramatik hatırayı atlatacaktır. Çünkü orada, Efgan Ala gibi ülke standartları üzerinde bir vali bulunuyor ve şehir ona güveniyor. Öte yandan, Belediye Başkanı Osman Baydemir’in “Bu olay bir provokasyondur. Bizleri 1993, 1994 yıllarına götürmek istiyorlar. Sağduyulu olmaktan başka çare yok” şeklindeki akıllıca ve gerçekten soğukkanlı sözleri bu duyguyu fazlasıyla veriyor.

Diyarbakır’da yaşananlar önce “terör” ama daha çok “provokasyon”dur. Adresi ve zamanı belli hassas bir provokasyon... Çok şaşırtıcı olduğunu söyleyemeyeceğiz çünkü, ne zaman çözüm için güçlü bir girişim ortaya çıkacak olsa, ne zaman “önşart” olmaksızın etkili bir çağrı yükselse aynı şiddette bir provokasyon da ortaya çıkıyor.

Provokasyonun amacının, “Kürt sorununu yönetilemez hale getirmek” olduğu da apaçıktır. Evet, Türkiye Öcalan’ın tesllim edilişinden sonraki yılları çok iyi yönetemedi, gerekenleri yapmakta yetersiz kaldı ve “teslimat”ı bir sonuç olarak algılamayı tercih etti. Ancak, yine de o günden buyana hem Ankara’nın bölgeyle ilişkileri, hem de doğal olarak Kürtler’in de yararlandığı demokratikleşme ortamı bir kazanım dönemiydi. “Terörlü yıllar”la bu dönem arasında belirgin ve pozitif bir fark bulunuyordu. Yani, eskiyle kıyaslandığında “terör için bahane”nin azaldığı ortadaydı. Hatta, Kürt eliti içinden de “PKK kültürel haklar için silahlı eylem mi yapacak!” sesleri yükselmeye başlamıştı. Yani sorun hiç olmazsa yönetilebilir ve birlikte yaşanabilir düzeye indirgenebilmişti.

Bu hava bir süredir dağılmış durumdadır. Kalın sis perdesi sayesinde, bazen tetiklerin hangi parmaklar tarafından çekildiğinin bilinememesi, sorundan fayda üreten bütün taraflara bulunmaz bir imkan sundu. Dolayısıyla, problem büyüye büyüye Kürt sorunu kontrol edilebilirlik sınırının uç noktasına kadar yaklaştı.

Neyse ki çoğunluk artık hamaseti bırakıp sorunla yüzleşmeye doğru yöneliyor. Bütün bu acı tecrübeler Türk toplumuna yeni bir bakış açısı kazandırıyor. Roller belli, yöntem belli, “gizli amaç” besbellidir. Diyarbakır saldırısının tıpkı Danıştay cinayeti gibi ters tepmesi; planlanan provokasyonun tahakkuk etmemesi için bir umuttur.

Yeni Şafak, 14.9.2006

Mustafa KARAALİOĞLU

15.09.2006


 

12 Eylül, askerler ve darbeciler

1980’de, 27 Mayıs Darbesi’nin üzerinden tam 20 yıl geçmişti. Bizlere asırlar öncesi kadar uzak bir tarih gibi geliyordu. Darbeyi değil ama, annemin dinmeyen gözyaşlarından Adnan Menderes’in asıldığı günü hatırlıyorum.

12 Mart muhtırası verildiğinde ise liseye yeni başlamıştım. “Anarşist” kelimesi (halkın dilinde “anarşit”) ile isimlendirilen gençler, bizim gibi ergenlik döneminin çalkantılarını yaşayanlar için çizgi roman kahramanlarına benziyorlardı. İlginin odağındaydılar. Gazeteler sürekli onlardan bahsediyordu. O tarihlerde Hürriyet Gazetesi’nin birinci sayfasından hatırladığım şekilli ve açıklamalı “Bomba nasıl yapılır?” haberi, izlediğimiz gündemlere de ışık tutuyordu.

12 Eylül olduğunda henüz adı konmamış 78 kuşağının mensupları arasında yerimi almıştım. Mülkiye’yi 78’de bitirmiş, düzenli meslek hayatıma yeni başlamıştım. 70’li yılların ikinci yarısını, ateşin tam ortasında, çatışan taraflardan birinde yangını bütün hücrelerimde hissederek, üstelik “gençlik liderleri” arasında yer alarak yaşamıştım. Sonuçta, tutuklandım, Mamak Askerî Cezaevi’nde uzunca bir süre, hiç olmazsa darbe yönetimini ve uygulamalarını yakından tanıyacak kadar kaldım. Hayatımın iki buçuk yılını kaçak ve tutuklu olarak, bugün ceza kanununda yer almayan bir suçun sanığı olarak geçirdim. Sonrasında da beraat ettim. 26 yıl öncesi bana ve benim neslime yaşatılanlar bir kâbustu. 12 Eylül’den bahsetmek 26 yıl öncesine değil, dün yaşadıklarıma dönmek ve bir tanıklığı paylaşmak benim için.

Darbelerin ideolojisi

Koğuştan bir arkadaşımız, kapının mazgalına yaklaşır ve Nutuk’tan bir bölümü bağıra bağıra okurdu. Dışarıda, kapının önünde bir nöbetçi durumu kontrol ederdi. Okuyan birkaç cümlede bir metne döner; arada yan koğuşlara mesajlar verilirdi. Bir sorgulamanın, bir duruşmanın sonuçları, uzun koridor boyunca A Blok’un koğuşlarına Nutuk’tan parçalar olarak iletilirdi. Karşıdan yine Nutuk metni içine yerleştirilmiş cevaplar gelirdi. Arada nöbetçinin “Doğru okuyorsun değil mi lan?” sorusuna, “Al bak istersen” karşılığı verilirdi. Darbe ideolojisinin “doğru okuması”nı hiçbir zaman söylenen sözlerde veya yazılanlarda bulamazsınız. Kutsal bir metin gibi okutulan Nutuk’un, Cumhuriyet’in kurucu kadroları arasındaki rekabetin polemiği olduğunu, “Nutuk’u okudun mu?” diye soranların çoğu bilmez. Nutuk ve diğer metinler, darbe yapanlar tarafından tıpkı bizim koğuş mazgalında okuduğumuz gibi başka amaçlara alet edilir. Askerî darbelerin ideolojisi hep sonradan gelen bir meşruiyet arayışı olarak tezahür eder.

Yetkileri Anayasa’da ve kanunlarda zikredilmiş, görevi ülkeyi savunmak olan devasa bir kurum. Devasa çünkü ülke başka türlü savunulamaz. Elde silah, araç ve gereç, emir altında vatanî görevini yapan gençler hazır durmaktadır. Silah vatandaşa doğrultulacak, vatan borcunu ifa eden genç, mazgalın kapısında bize Nutuk okutacaktır. Soğuk Savaş’ın sağlam kutupları arasında geniş bir hareket alanı açılmıştır. Savaşma ihtimali de mevcut değildir. Geriye kalan : “Darbeyi yaptık, şimdi ne yapacağız?” sorusuna verilecek cevaptır. Neyse ki, sivil generaller her zaman kapıda beklemektedir. Yapılacak şeylerin arasında, darbelerin ideolojisini yani meşruiyetini bulmak da mevcuttur. Cevaplar iki gerekçeye dayanarak verilir. Birincisi, ülkenin içinde bulunduğu kötü şartlar; ikincisi ise okunmayan Nutuk’u bizim okuduğumuz şekilde, araya ilaveler sıkıştırarak okumaktır. İlki kahvehane ağzıyla kolayca üretilir. 27 Mayıs Darbesi, “son müessif hadiseler…”, “kardeş kavgasına meydan vermemek…”, “Partilerin içine düştüğü uzlaşmaz durum”, “partiler üstü tarafsız bir idarenin hakemliği”ne olan ihtiyaç gibi gerekçelere dayanmıştı. 12 Mart’ta ise, meşhur muhtıra şu şekilde başlıyordu: “Parlamento ve hükümet süregelen tutum, görüş ve icraatı ile yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş…Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür.” “Beşi bir arada” TRT kamerasının karşısına geçen generallerin arasında Kenan Evren de aynı cümleleri neredeyse kalıp halinde tekrarlamıştı: “…Türkiye Cumhuriyeti Devleti, son yıllarda, izlediğiniz gibi dış ve iç düşmanların tahriki ile, varlığına, rejimine ve bağımsızlığına yönelik fikri ve fiziki haince saldırılar içindedir. Devlet, başlıca organlarıyla işlemez duruma getirilmiş, anayasal kuruluşlar tezat veya suskunluğa bürünmüş, siyasi partiler kısır çekişmeler ve uzlaşmaz tutumlarıyla devleti kurtaracak birlik ve beraberliği sağlayamamışlar ve lüzumlu tedbirleri almamışlardır. Böylece yıkıcı ve bölücü mihraklar faaliyetlerini alabildiğine arttırmışlar ve vatandaşların can ve mal güvenliği tehlikeye düşürülmüştür.”

“13 Eylül’de kan nasıl durdu?”

Bu gerekçelerin tamamı için cevabı, 12 Eylül sabahı, Başbakanlık koltuğundan indirilen Demirel veriyor. Bir iğnenin kocaman bir balonu patlatmasına benzeyen bu cevabı, “vatana yönelik tehditler”den bahsedildiği her durumda hatırlamak gerekir. 12 Eylül’ün en yukarıdaki mağduru olan Demirel şöyle diyor: “Evren, “Biz bu sıkıyönetimi beceremedik” diye benden yetki istedi. Yetki verilmediği halde 11 Eylül’de akan kan 13 Eylül’de nasıl durdu? 11 Eylül ile 13 Eylül arasında bir gün geçti. Yeni yetki yoktu, değişen neydi ki kan durdu?”

12 Eylül öncesinde yaşanan terör olaylarını ve devlet yönetimindeki yolsuzlukları iki sembol olay üzerinde özetleyebilir ve Demirel’in yorumuna derin bir perspektif ilave edebiliriz. Birincisi şu: 1 Mayıs 1977’de, Taksim Meydanında miting yapanlara uzun namlulu silahlarla ateş açan ve otuzdan fazla insanın ölümüne yol açanlar kimlerdi? 70’li yılların özellikle ikinci yarısında artan ve insanın kanını donduran şiddet olaylarının kaçı “1 Mayıs formatı”nda gerçekleşti. Bugünün, şiddeti artırarak devlet iktidarı içinde silahlı güçlere meşruiyet ve iktidar kazandırmak olarak tanımlanan “Şemdinli modeli” 70’li yıllarda acaba ne kadar yaygındı? Bu soruları sormaya hakkımız var; çünkü 1 Mayıs 1977 katliamı, bir paradoks olarak devletimizin bütün güvenlik ve yargı güçlerinin kucağında hâlâ duruyor. Paradoks şöyle: Güpegündüz birileri, teşhis edilmemeleri imkansız şekilde topluluğa ateş açıyor ve bunlar yakalanmıyor ise; bırakın vatana yönelik tehlikeleri önlemeyi, bu olayın suçlularını bulamayan devletin kendini bile koruyacak mecali yok demektir. Veya, bu kişiler devletin himayesi, hatta emri altında icraatlarda bulunmuşlardır. İki durum da, devletin sahiplerini töhmet altında bırakmak için yeterlidir. Dünkü Zaman’da yer alan Psikolojik Harekat Dairesi’nin mimarlarından emekli Kurmay Albay Tahir Tamer Kumkale’nin sözleri, bu töhmeti somut bir iddiaya dönüştürüyor. Kumkale, bazı genç subayların bizzat terör olayları içinde militan gibi devlete karşı saldırıları yönettiğini ve bunların mahkeme tutanaklarına da geçtiğini söylüyor.

İkinci soru yine sembol niteliğinde ve bir o kadar önemli. Soru da bir türlü çözülemeyen “Lockhed Skandalı” ile ilgili. Amerikan uçak şirketi, dünya çapında uçak alımları için dağıttığı rüşvetleri açıklamış, birçok ülkede yer yerinden oynamıştı. Rüşvet dağıtılan ülkeler listesinde Türkiye de bulunuyordu. Her ülkede soruşturmalar yapıldı, suçluları teşhir edildi ve cezalandırıldı. Bugüne kadar sadece Türkiye istisna kaldı. Cevabı bir yerlerde aşikar olan şu sorunun cevabını bilme hakkımız yok mu: “Kim veya kimler rüşvet aldı?” (...)

Yaşadığımız dört darbeden şu sonucu çıkartmalıyız. Şartlar olgunlaştığında, veya zorla olgunlaştırıldığında darbe yapılır. Her zaman şartları olgunlaştıracak birileri de bulunur. Öyleyse macera peşinde koşanları, gücün peşinde olanları ve onlara destek olan sivil kurmayları durduracak veya caydıracak bir güce ihtiyacımız var. Bütün darbecilerin ortak korkusu sivil bir dirençle karşılaşma ihtimalidir. Bu sivil direnci ve iradeyi, bugün “askerî vesayet” iddiasının tam karşısına kuvvetle yerleştirmek ve silahlı gücü Anayasa ve hukukun içinde tutmak zorundayız.

Zaman, 13.9.2006

Mümtaz’er TÜRKÖNE

15.09.2006


 

Eyvah, irtica geliyor!

İhanet suçlamalarının yeniden revaçta olduğuna daha önce işaret etmiştim. En son Bilecik’te meydana gelen Başbakan’a yönelik saldırı da milliyetçilerin ‘hainler’e, kendi tarzlarına uygun bir ders verme girişimiydi. İroniye bakınız ki, ihanetle suçlayanın hainlikle suçlanması da varmış kaderde!

Yine de ben en çok -başkalarının değil- milliyetçilerin ‘hain’ avına çıkmasından korkarım.

Bu karşılıklı ihanet suçlamaları görünüşte sadece partizan politikanın tarafları arasında cereyan etmekle beraber, başka bazı olaylarla birlikte düşünüldüğünde, bunun ne yazık ki bütün bir toplumu etkisi altına alma ihtimali vardır. Bir süredir ülkenin içine sürüklenmekte olduğundan yakınılan ‘kutuplaşma’ eğiliminin böylece daha da artacağından korkulur.

Kürt meselesi ve onunla bağlantılı ‘şehit cenazeleri’ dolayısıyla yaşanan olaylar zaten öteden beri toplumu fazlasıyla germektedir. Batı Anadolu’nun muhtelif yerlerinde Kürtlere yönelik saldırganlığın linç girişimi boyutlarına vardığı zamanlar oldu. Hükümetlerin Kürt sorununun barışçı yoldan çözümü için inisiyatif alamamalarıyla paralel giden ayrılıkçı terörün yol açtığı ölümler sadece Türkler değil Kürtler arasında da derin acılar bırakmaya devam ediyor.

Şehit cenazeleri bunun sadece ‘Türk tarafı’yla ilgili olanı. Bir farkla ki; bu cenaze törenleri eskiden sadece PKK’ya lanet okunduğu ortamlar olurken, şimdi, bu ‘kardeş kavgası’nın anlamsızlığından söz edilmesine de vesile oluyor. Dahası, artık şehitlerinin ardından boynu bükük şekilde ‘vatan sağolsun!’ demekle yetinmeyip, bu işin mantığını sorgulayan ebeveynler de var. Bu, hem demokratik karar-alıcıları zamanla ‘intibah’a getirebilecek bir tepki olduğu, hem de zorunlu askerliğin sorgulanması sürecini başlatabileceği için hayırlı bir gelişmedir.

Mevcut gerilimi besleyebilecek başka bir gelişme de, geçenlerde ortaya çıkan ‘İsmailağa cinayeti’ ile onu izleyen linç olayının sonuçlarıdır. Özellikle camide gerçekleşen lincin doğru-dürüst soruşturulamamış olmasının ve hükümetin bu olaya kayıtsız kaldığı izlenimi vermesinin toplumda rahatsızlık yaratmış olmasına şaşmamak gerekiyor. Gerçekten de İstanbul’un ‘göbeğinde’ meydana gelen böyle vahim bir olayın hiç bir resmî sanığının olmaması ve Emniyet ile İçisleri’nin adeta işi oluruna bırakması kabul edilebilir bir durum değildir. Bu durumdan rahatsızlık duyulmasında şaşırtıcı bir yan yoksa da, bu olayla ilgili olarak şaşırtıcı olan başka bir şey var. O da, kimi gazete ve televizyonların ‘şeriat’, ‘kadı mahkemesi’ filan derken, bu olaydan yeni bir ‘Eyvah, irtica geliyor!’ hikâyesi çıkarmalarıdır. Olağan ve meşru bir gazetecilik merakının gereği olarak olayın adlî yönünü irdelemekle yetinmeyip, yeni bir ‘28 Şubat’ hazırlamaya çalışırcasına, söz konusu cemaat mensuplarının kılık-kıyafetlerini ve hayat tarzlarını karalamak, cemaatin üstüne üstüne gitmek, hatta devletin bu cemaati baskı altına almasını sağlayabilmek üzere feryat-figan bağıran yayınları inatla sürdürmek nasıl izah edilebilir?

Kimileri bu gelişmeleri, yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde iktidar partisini baskı altına alma planının bir parçası olarak görüyor. ‘Plan’ olarak adlandırılması ne kadar doğrudur bilemem ama, böyle bir niyetle hareket edenler gerçekten de var olabilir. Nitekim, böyle bir eğilimin varlığını son zamanlarda belirli aralıklarla meydana gelen başka bazı olaylar da göstermişti. Bu noktada asıl merakı mucip olan, sözümona ‘özgür’ medyamızın ne ölçüde bu işin içinde olduğudur.

Keşke ‘dördüncü kuvvet’imizden emin olabilsem. Ne yazık ki, tecrübelerim ve gözlemlerim bu konuda safca bir iyimserlik içinde olmamı engelliyor. Çünkü, bizde büyük medya demokrasinin değil, ‘rejim’in bir ‘kuvvet’i ve sadık bekçisidir.

Star, 14.9.2006

Mustafa ERDOĞAN

15.09.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004