Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 15 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Oksijen maskesi…

Hayat, bir tercihler zincirinden oluşuyor.

Yanlış tercih, kötü sonuç veriyor.

Ama bazen doğru gibi gözüken tercih de doğru olmayabiliyor.

Şimdi ben size sorsam, küçük çocuğunuzla uçakta yolculuk ederken birden kabinin basıncı düşse, oksijen azalsa ve oksijen maskeleri kutularından fırlasa, ilk olarak ne yaparsınız?

İnsanın ilk tepkisi ve tercihi, oksijen maskesini derhal çocuğuna takmaktır.

Doğru gözüken budur.

Ve, yanlış bir tercihtir.

Bütün uçaklarda, böyle bir durumda oksijen maskesini önce sizin kullanmanız gerektiği söylenir.

Çünkü siz maskeyi önce çocuğun yüzüne dayar ve kendiniz oksijensizlikten bayılırsanız, sizden sonra çocuğunuz da maskeyi yüzünde tutamaz ve ikiniz birden ölebilirsiniz.

Ama ilk siz kullanırsanız durumu yönetebilecek enerjiniz olur, daha sonra çocuğunuza oksijen verir ve sırayla maskeyi kullanarak tehlikeyi atlatabilirsiniz.

Ne zaman Türkiye’nin şu bitmez tükenmez Kıbrıs sorunu gündeme gelse ben bu “oksijen” meselesini hatırlarım.

Çünkü Türkiye nedense her kriz anında oksijeni önce Kıbrıs’ın burnuna tutup bayılmayı göze alır.

Bunu niye yaptığını bir türlü anlayamam.

Biz Kıbrıs için bütün dünyayla düşman olmayı göze aldık.

Bunun bir söylenen bir de söylenmeyen nedeni olduğu bilinir.

Söylenmeyen nedeni, Kıbrıs’ın bir parçasını elde tutarak Doğu Akdeniz’i kontrol etmektir iddialara göre.

Gücünü yanlış hesap etmek insanların da toplumların da başını belaya sokar.

Bağdat Caddesi’nin trafiğini düzeltmeye gücü yetmeyen bir devlete Akdeniz’in kontrolünü vermezler.

Trafiği düzene koyabilmiş devletler, trafiğini düzene sokamamış devletlere hiçbir yerin kontrolünü teslim etmezler… Eğer onların hesabına oralarda jandarmalık yapmayacaksınız.

Ben uluslararası ilişkiler uzmanı değilim ama bu basit örneğin tersine bir örnek bilen varsa söylesin.

Türkiye, dünyanın muhalefetine rağmen Akdeniz’i kontrol edemez.

Bu, yanlış bir güç hesaplamasıdır.

Söylenen neden ise, “yavru vatandaki” 200 bin Türk’ün güvenliğini ve hakkını savunmaktır.

Bu, daha akla yakın bir neden.

Ama o zaman da Kıbrıslı 200 Türk’ün hakkını koruyacak bir güce sahip olmak gerekir.

Burada, “Türkiye nasıl güçlenir” sorusuyla karşılaşırız.

Ekonomisi için yabancı sermayeye, ordusu için yabancı silaha muhtaç bir Türkiye, dünyayla ve Avrupa Birliği’yle kavga ederek mi güçlenir yoksa dünyayla barışarak mı?

Ben, Türkiye’nin dünyayla barışarak güçleneceğine inananlardanım.

Türkiye’yi, dünyayla kavga etmenin güçlendireceğini söyleyenler de var, mutlaka kendilerine göre mantıklı bir nedenleri bulunuyordur.

Ama, Türkiye’nin borçlarını nasıl ödeyeceğini ve ekonomisi için kaynağı nereden bulacağını da sanırım somut biçimde söylemeliler buna inananlar.

“Kıbrıslı Türkler için biz fakirliği ve güçsüzlüğü göze alırız” bir cevap değil, çünkü bunu yaparsanız Kıbrıslı Türkleri koruyacak gücünüz olmaz.

Oksijen maskesini Kıbrıs’a dayar ve kendiniz bayılırsınız.

O zaman Kıbrıs’ı kim korur?

Türkiye’nin, yetmiş milyonluk nüfusunun refahını tehlikeye atarak Kıbrıslı Türkleri koruması mümkün gözükmüyor.

Türkiye’yi daha güçlendirecek bir “Kıbrıs politikası” bulmak gerekiyor bence.

Bir ülkeyi güçsüzleştirip fakirleştirecek adımlara politika denmez çünkü, beceriksizlik denir.

Tabii amaç gerçekten Kıbrıslı Türkleri korumaksa…

Dünya vatandaşı olmayı amaçlayan Kıbrıslı soydaşlarımıza uyguladığımız baskıya baktığımızda o amaç da epey kuşkulu bir hale geliyor çünkü.

Bu Kıbrıs politikası hiçbir açıdan akla yakın gözükmüyor.

Kimsenin işine yaramaz bu politika…

Türkiye’yi bayıltmak ve onun baygınlığından yararlanmak isteyen gizli iktidar meraklılarından başka.

gazetem.net, 14.11.2006

Ahmet ALTAN

15.11.2006


 

AKP’yi bekleyen tehlike

Ben Türkiye’de milletin hem muhafazakár değerlere sahip çıkan hem de değişimi savunan partilere öncelik verdiği teziyle, AKP’nin kendi kuyusunu kazdığını düşünüyorum.

Şu an için en büyük avantajı; statükoyu savunanların halkın muhafazakár değerlerine karşı uzak durması nedeniyle milletin yine de AKP’yi ehven-i şer bulmasıdır.

AKP’ye muhalefet edenlerin, milletin değerlerine de muhalefet ediyor olmasıdır.

AKP’nin en büyük avantajı, karşısındaki muhalefetin laikçi bir görüntü çizmesi ve milliyetçi akımların şu an için “değişim”den daha fazla prim toplarmış gibi gözükmesidir.

Ancak iddiam odur ki, muhafazakár değerlere de sahip çıkarak AKP’yi “değişim”in önünde engel gibi gösterecek bir siyasi akım, hele hele Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmasının ardından, AKP’yi epey güçlü silkeleyecektir.

* * *

Gelin şöyle bir senaryo yazalım:

Hükümet, beklendiği gibi Kıbrıs meselesinde limanları aralık ortasına dek Kıbrıs Rum Kesimi’ne açmıyor. İzolasyonlar kalkmadan limanları açmayacağını söyleyerek “Kıbrıs’ı satmıyor”. AB de bazı başlıklarda müzakerelere başlamayı erteliyor. Hükümetin, “bunlar zaten bana muhtaç, kasım seçimlerinden sonra nasıl olsa masaya yeniden otururuz” diyerek bilinen hesabı tutuyor.

Ancak, bu hesabın karşısında AKP’nin AB’den tamamen koptuğu, milliyetçi çizgiye büsbütün kaydığı, ülkedeki milliyetçi partilere iyice benzediği propagandası da güçlü bir şekilde yapılacaktır. Hatta, ülkedeki milliyetçi ve statükocu söylem, AKP’nin kendilerinden korktuğu için bu adımları atamadığını ilan edecek ve inandırıcı da olacaktır.

* * *

Bu durumda ne olabilir?

Hem ülkede, hem yurtdışında AKP’nin, bir tren kazası yaşanmasa bile AB yolculuğundan bir süre için de olsa koptuğu inancı yerleşebilir.

Türkiye’de en muhafazakár kesimler bile, demokrat olmasalar dahi, baş başa kaldıklarında ülkedeki statükocu güçlerin kendilerine hayat hakkı tanımayacağı inancıyla, kızsalar da kırılsalar da yine AB’ye sarılıyorlar.

Onlar ellerinden bu sigortanın bir süre için dahi alındığını hissettikleri an panikleyeceklerdir.

Öte yanda benzer bir şüphe duygusu, son birkaç yıldır Türkiye’ye doğrudan veya dolaylı yatırım yaparak sermaye aktaran ve bir potansiyel tehlike olarak başucumuzda durmakta olan dış açığı finanse eden yabancı sermaye çevrelerinde “bekle gör” politikasına dönüşebilir. Özellikle, dolaşan sermaye seçim sonuna (Kasım 2007) dek ülkeden uzak durmayı, seçimlerden sonra yeniden tavır almayı tercih edebilir.

Onların Sermaye Piyasası’ndan çekilmeye başlamaları, içerideki siyasal paniği bir de ekonomik panik ile katlamaya başlar.

* * *

Tam bu sırada; Cumhurbaşkanlığı seçiminin ardından kendi derdine düşen ve yeni liderlik kadrosunu belirlemeye uğraşan bir AKP’nin, millet indinde güvenilirliğini ne kadar koruyabileceğini her bir AKP’li derin derin düşünmelidir!

Hürriyet, 14.11.2006

Cüneyt ÜLSEVER

15.11.2006


 

İşte demokraasi...

Çağdaş demokrasilerde parti kongreleri 5 - 6 gün sürer... Bu sürede, ülkenin dört bir yanından gelen delegeler yönetimi eleştiri süzgecinden geçirir, halk adına hesap sorar, ülke ve parti sorunları masaya yatırılır, yeni çözümler üretilir. Peki bizdeki durum mu? AKP Ankara Milletvekili Ersönmez Yarbay AKP kongresini anlatıyor:

- Bir gün süren kongremizin büyük bölümü Genel Başkan’ın konuşmasıyla geçti. Biri ben olmak üzere sadece iki kişi söz aldık. Ben eleştirilerimi dile getirdim, öteki arkadaşım övgülerini...

- Sizin eleştirileriniz neydi?

- Bir günlük kongre sadece derneklerde olur. Bu kadarcık sürede neyi konuşup neyi tartışabiliriz ki, dedim. Nitekim ne AB’yi ne işsizliği ne Kıbrıs’ı hiç konuşmadık.

- Tüzük değişikliği nasıl oldu?

- Kongrede tüzük değişikliği yapılacağını bir gazeteden okuduk. Değişiklik kongrede okundu ve hemen arkasından oylanarak kabul edildi.

- MKYK listesi nasıl oluştu?

- Kongreden 12 saat önce bizlere sözüm ona görüşümüz soruldu. İsimler verdik. Ortaya bir liste çıktı. Ne kadarı bizlerin verdiği isimlerdi, kimse bilmiyor.

***

Uzun lafın kısası... AKP’de bütün kararlar, bütün seçimler Tayyip Bey ve arkadaşlarınca kotarılıyor. Sonra delegelere onaylatılıyor. Bunun adı da demokrasi oluyor.

Milliyet, 14.11.2006

Melih AŞIK

15.11.2006


 

İlerleme raporunun ardından

Bir ilerleme raporu daha geldi, geçti. Türkiye, AB’ye üye olma yolunda olduğunu artık sadece AB kurumlarının yayımladığı raporlarla hatırlıyor. Rapor dönemleri dışında ilişkiler 2002-2004 dönemiyle karşılaştırıldığında son derece soğuk ve sınırlı. Geçen hafta televizyon karelerinde dönen AB -Türkiye görüşmeleri karelerinin hemen hepsi Aralık 2004 tarihliydi.

Önümüzde Fin dönemini noktalayacak yıl sonu zirvesi var. AB belki bu sayede yıl sonuna kadar gündemin bir köşesinde kalır. Fakat Kıbrıs konusunda en iyimserler dahi Fin teklifinin sorunu çözmede yetersiz kalacağı görüşünde. Ancak bu, epeyidir yazdığım gibi Aralık’taki zirvede müzakerelerin topyekûn askıya alınması doğrultusunda bir karar çıkacak anlamına gelmiyor. Olsa olsa bugünkü fiilî durum, yani bir türlü açılamayan müzakere başlıkları açılmamaya devam eder ve zirve kararlarında bu not edilir. Kıbrıs’ta bir ilerleme sağlanana kadar da bu durum devam eder. Bu şekilde 2007 boyunca AB işleri yavaş yavaş unutulur gider. Bugün için reel ekonominin dışında bu gidişatın vahametini kavrayan pek kimse de yok.

Nitekim bu defaki İlerleme Raporu ihtiva ettiği sayısız baş ağrıtacak konuya rağmen tartışma bile yaratmadı. Konu ertesi gün unutuldu. Halbuki daha Eylül ayında Avrupa Parlamentosunun raporu etrafında epeyi bir tartışma yaşanmıştı. AB meselesinin artık seçim açısından tehlikeli madde haline geldiğine kanaat getirmiş olan politikacılar rapor hakkında değerlendirme bile yapmadı. Hükümet mecburen Kıbrıs konusunda iki lâf etti ama raporun içeriği ve esas bundan sonra ne yapılacağı konusunda hiç bir ciddî beyan gelmedi. Konunun sorumlusu olan Devlet Bakanından ise doyurucu hiç bir şey işitmedik. Tarama sürecinin fevkâlade iyi cereyan ettiğini dile getirenler Strateji belgesinde taramayı birlikte gerçekleştirmiş olan Hırvatistan ve Türkiye hakkında ne kadar farklı bir ifade kullanıldığını görmüştür elbet. Belgede Hırvatların tarama sonrasında taahhüt altına girdikleri ve müzakerelerin iyi gittiği yazarken Türkiye’nin müzakerelerinin istikbali konusunda hiçbir ifade yok.

Hükümetin AB konusunda “günü kurtarmak ve Kasım-Aralık dönemini kazasız belâsız atlatıp seçimlere odaklanmak” diye özetleyebileceğimiz kısa vadeli bir hesap yaptığı hissediliyor. Her ne olursa olsun icraat yapılıyor mu yapılmıyor mu göreceğiz. Muhalefetten raporla ilgili bir seda çıkmadığı gibi eskiden AB icraatı üzerinden hükümete yönelttiği eleştiriler dahi bu defa ortada yoktu. Bu umumî ilgisizlik AB projesinin artık ne ölçüde ülkenin ulusal hedefi olduğu konusunda soru işaretleri doğuruyor.

Diğer taraftan cereyan eden sınırlı tartışma esnasında raporun her vakit olduğu gibi sadece siyasî içeriği üzerinde duruldu. Halbuki içinde tarım, balıkçılık, kobiler, ulaştırma, tüketici sağlığı, malî politika, yargı mekanizması, eğitim, enerji, telekomünikasyon, araştırma, gençlik gibi gündelik hayatımızı birebir ilgilendiren envai çeşit konudaki icraat ve yapılması gerekenler sıralanıyor. Politikacıların bu işlerle ilgilenmeye niyeti olmadığını varsayarsak adı edilen konuların esas sahiplerinin bunlara sahip çıkması yerinde olur. Avrupa Birliği Genel Sekreterliği İlerleme Raporlarının gayriresmî çevirilerini hızla yapar. Çıkar çıkmaz herkesin edinmesi yararlı olacaktır. AB konusunda bundan başka ne yapılabilir meçhul.

Ama herşey bir kenara, 1959’dan beri AB ile ilişkide olan, 1996 yılından bu yana AB ile gümrük birliği içinde olan ve 2004 yılından beri müzakere eden aday statüsünde olan Türkiye’ye, ilerlemeden ziyade gerilemelere işaret eden bu rapor açıkçası yakışmıyor.

Vatan, 14.11.2006

Cengiz AKTAR

15.11.2006


 

“Bas bas paraları Laila’ya!..”

AK Parti’deki “İstanbul Sosyetesi”ni yakından takip eden Bugün yazarı Nuh Gönültaş, “değişimin” misallerini sıralıyor…

Mesela:

-Çoğu sıkı Reinacı.

-Her akşam binlerce YTL’lik (eski lira hesabıyla milyarlarca liralık) hesap ödeyenler var. Görseniz, televole gençliğinden pek farkları kalmadı bunların!

- Elimde Teşkilat üyelerinin akşamları takıldıkları mekanlar, eğlendikleri yerlere ilişkin bir liste var.

- AK Parti İstanbul teşkilatlarında görevli olup da sıkı Reinacı olanların isimlerini söyleyebilirim...

- Kadir Topbaş, Reina’daki kaçak yapılaşma sebebiyle üç kişinin ölümüne yol açan çökme hadisesinden sonra Reina’yı yıkmıştı. Fakat yeniden faaliyete geçen Reina’nın sıkı müdavimleri İstanbul’da yerel yönetimlerin tepe noktalarında görev yapan kişilerin çocukları, yeğenleri, kuzenleri...

- İstanbul İl Yönetim Kurulu üyeleri...

-İstanbul milletvekillerinden bazılarının çocukları...

-Bakan çocukları, akrabaları...

- Büyükşehir Gençlik Meclisi üyeleri...

- AK Parti İstanbul ana kademe ve gençlik örgütünün önemli kısmı Reinacı!.. Kendi aralarında bir Reina sorumlusu bile olmalı!

-Bunlar örgütçü çocuklar. Sanıyorum AK Partililerin denizden ve karadan Reina seferleri sebebiyle belki mekânda bir mescit bile açtırırlar!

*

Evet, Nuh Gönültaş’ın kaleminden, İstanbul’daki “değişimin” hikâyesi.

Ankara boyutunu da biz biliyoruz…

Mesela…

Bizim Fatih Akkaya ile birlikte Ankara’nın Laila’sına bir göz atalım dedik…

(...)

O saatlerde sakindi Laila…

Bizim Fatih, makinesini çıkarıp deklanşöre basınca…

Sordular o taraftan:

“Girer mi bunlar sizin gazetede?..”

-Hayır girmez!.. Siz de istemezsiniz zaten girmesini!..

Tuhaf…

“Aslında bizim için sakıncası yok” demezler mi…

Sakıncası yokmuş…

Sebebi de...

Şöyle:

“Artık Türkiye bunları aştı. Bakın, bizim buraya AK Partili milletvekilleri ile yakınları gelir. AK Partili belediye başkanları gelir. Yani, Laila öyle bir kesimin yeri değildir.”

*

Tamam… AK Parti “din partisi” değil.

“Din üzerinden siyaset” yapmıyor.

Lâkin,

“Bu partiyi daha çok dindarlar destekliyor!..”

Hal böyle olunca da…

Bir AK Partili için “nerelerde bulunacağına, hangi tavırları sergileyeceğine” dikkat etmek, öncelikli görev haline geliyor…

(...)

(Erdoğan’ın) ısrarla vurguladığı bir başka hassasiyet vardı:

“Gelişerek değişiyoruz ama, hayat tarzımız ve ilkelerimiz değişmedi, değişmeyecek!..”

Ne yazık ki, Erdoğan’ın “değişim” mesajları özellikle “üst orta” ve “üst” katmanlarca yanlış anlaşıldı…

“Üretimle değil tüketimle”, daha doğrusu “gösterişle” öne çıkan bazı AK Partililer…

Bazı “lümpenler”, servetlerini pervasızca savururken, AK Parti’ye ne denli zarar verdiklerini düşünmezler, elbette.

Onlar için, “değişim öncesi” dönemlerin kaçırılmış fırsatları, tadılmamış zevkleri vardır.

Bunları yakalamanın tam zamanıdır…

Peki…

AK Parti döneminde böyle tipler üredi de…

Gerçekten anlamlı olan, “gelişerek değişme” çabalarından ne haber?..

Doğrusu, AK Parti böyle bir vizyonu sergileyemedi.

Vakit, 14.11.2006

Serdar ARSEVEN

15.11.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004