Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 25 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Laikli demokrasi içinde kalarak korunur

İmam hatip tartışması... Din ve eğitim... Tabii laiklik... Yani malûm kör dövüşü!

Yine böyle bir dönem.

Herkes bilinen siperlere çekilip atışa başladı. Kamplaşmaya davetiye çıkaran çıkarana.

Biraz farklı, biraz aykırı ses verenin de vay haline! Laiklik düşmanı da olabilirsin, gafil de. Din düşmanı da, gavur da...

Hepsi mümkün.

Beyni rehin alan sloganların, klişelerin bini bir para...

Sıkıcı, hem de çok.

Konu çetrefil ve çok boyutlu. Cumhuriyetin kuruluşundan beri seksen küsur yıldır yerli yerine oturtamadığımız karmaşık bir dizi içiçe konu...

Sözgelimi laiklik diyoruz. Dinle devlet işlerinin ayrılması diye tarif ediyoruz.

Bizde öyle mi?

Değil.

Dini baştan beri devletin denetimine vermişiz. Diyanet İşleri Başkanlığı bunun için kurulmuş. Dini faaliyetleri izliyor. Camilerde imamların okuyacağı hutbelere kadar karışıyor Diyanet İşleri...

Laik bir düzende devletin farklı din ve inanç gruplarına eşit mesafede durması gerekmez mi? Tarif öyle değil midir?

Öyledir ama bizde farklıdır.

Bir devlet kuruluşu olan Diyanet İşleri, daha çok İslam’ın Sünni-Hanefi yorumunu temsil eder. Bu nedenle örneğin Aleviler kendilerini sistemden dışlanmış hissederler.

Yine laiklik deriz ama, bu ülkede zorunlu din dersi vardır.

Yine laiklik deriz ama, bu ülkede din adamı yetiştirmek de devlet tekeli altındadır. İmam Hatipler tek parti döneminde bu amaçla kurulmuştur.

Ama zamanla meslek okullarına dönüşerek paralel bir eğitim sistemi yaratılmıştır devlet eliyle.

Bir başka deyişle: 1924 tarihli Öğretim Birliği Yasası yine devlet eliyle delinmiştir. Toplumdaki din eğitimi ihtiyacı bir yerde İmam Hatip Okulları ile karşılanmaya başlamıştır.

1990’lı yılların ikinci yarısında, 28 Şubat’lı dönemde sekiz yıllık zorunlu sistemle birlikte İmam Hatiplerın orta kısımları da kapatılmış, sadece liseleri kalmıştır. Ayrıca, öteki meslek okul mezunları gibi İmam Hatip Liselerinden mezun olanların üniversiteye girişleri de katsayı sistemiyle zorlaştırılmıştır.

Şimdi kıyamet işte buradan kopuyor.

Sorun kendi kendinize:

Demokrasilerin özündeki seçme özgürlüğü, fırsat eşitliği penceresinden bakarsanız, bu ayrımcılığı içine sindirebilir misin?

Ben sindiremiyorum.

Tıpkı türbanlı kız öğrencilere üniversite yolunun kapatılmasını sindiremediğim gibi...

Ama aynı zamanda biliyorum, kolayca çözülebilecek bir sorun değil. Kapatın imam hatip liselerini de diyebilirsiniz. Peki o zaman ‘din eğitimi’ni ne yapacaksınız? Ya da bu yüzden evde oturacak kız çocukları...

Bir başka soru:

Bir eğitim reformunun genel çerçevesi içinde nereye oturacak din eğitimi?

Veyahut:

Türkiye’de laiklik uygulamasının düzeltilecek, reforma tabi tutulacak yanları neler?

Din ve vicdan özgürlüğü diyorsak, dini toplumsal bir olgu olarak kabul etmek durumundaysak, dinle sivil toplum ilişkilerini nasıl yerli yerine oturtacağız?

Tarikatlar 1925’den beri yasak. Yok edebildik mi? Hayır.

Peki, din eğitimiyle sivil toplumun, dini cemaatlerin ilişkisi ne olacak?

Soru çok.

Evet, bu memlekette irtica isteyenler elbette var. Özgürlüklerden yararlanarak özgürlüğü boğmak, yok etmek isteyenler yani. Ama azınlıktalar...

Onlarla daha etkili biçimde mücadele edebilmek için, demin bazılarını belirttiğim gibi karşılığını bulmak zorunda olduğumuz o kadar çok soru var ki.

Kökleri Osmanlı’ya, Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar gidiyor bu soru ve sorunların...

Bütün bunlara ‘kışla mantığı’yla yaklaşamayız. Bu sorunlar elde sopa çözülemez. Çözülebilse, -tıpkı Kürt sorunu gibi- seksen küsur yıldır çözülürdü.

Bu konularda kabahati, 1946 sonrasına, yani demokrasiye bulanlar var.

“Erken gelen demokrasi” safsatasına inanıp “demokrasi düşmanları”nın işbirlikçiliğine soyunanlara Allah akıl versin.

Bu çağda daha hâlâ demokrasi yolundan ayrılıp elde sopa aydınlığa yürüyeceklerini sananlar, tam bir aymazlık, eski deyişle gaflet içindeler.

Çünkü bu kapı aydınlığa değil, cehennem karanlığına açılır ancak...

Son söz:

Laiklik en iyi demokrasi içinde korunur!

Dışlamak ve yeraltına itmek değil, demokratik sistemin içine almak ve oyunun kuralına alıştırmaktır doğru olan...

Milliyet, 24 Kasım 2006

Hasan CEMAL

25.11.2006


 

301’inci madde Atilla Yayla’ya da uygulanmalı!

Adalet Bakanı 301’inci madde ile ilgili olarak AB’den—Ve tabii ülke içinde ifade özgürlüğünden yana tavır alan çeşitli kurum ve kişilerden—gelen çağrılarla alay edercesine konuşuyor:

“301 konusunda sivil toplum örgütleri arasında üç görüş ortaya çıktı. Bir grup toptan kaldırılmasını istiyor. Başka bir grup olduğu gibi kalmasından yana. Üçüncü grup ise değiştirilerek kalmasını savuyor.”

Adalet Bakanı’nın ve Hükümet’in görüşü ise malum:

“Maddeye dokunmaya gerek yok. Zaman içinde içtihat oluşmasını beklemek lazım.”

Tabii bu arada, yargılanan yargılanır. Mahkum olan içeri girer. Eh nasılsa zamanla bu yargıçlar, savcılar emekli olur yerine yenileri gelir. Ola ki onların özgürlüklere yaklaşımında değişimler olur, o zaman 301’inci maddenin uygulaması daha yumuşayabilir.

“Balık kavağa çıkarsa” anlayışı.

Bakan bey bunları açıkladıktan sonra sözü başka bir ‘sivil toplum örgütü (!)’ olan Ankara Ticaret Odası’nın başkanı Sinan Aygün almış.

“Hayır” demiş. “Dördüncü bir görüş daha var. 301’inci madde bize göre daha da ağırlaştırılmalıdır”

Bir kamu kurumu niteliğindeki ‘sivil’ toplum örgütünün başkanı benim adıma, benim özgürlüğümün pazarlığını yapıyor.

Diyor ki, “İfade özgürlüğünün sınırları daha da daraltılsın”

Bu ifade, benim kalkıp da, “Şu ticari kural böyle değil de şöyle olsun” deyip, üzerime vazife olmayan bir mesele hakkında ahkam kesmeme benziyor.

Hükümetin sivil toplum örgütü diyerek karşısına aldığı örgütler bunlar. İşçi ve işveren örgütleri, odalar.

Sanırsınız ki 28 Şubat’ta Refah Partisi hükümetinin askeri bir zorlamayla yıkıldığı ve demokrasinin yerle bir edildiği o meşum 28 Şubat’ın, kendilerine ‘ Beşli çete’ diyen baş aktörleri tekrar bir araya gelmişler.

Sağolsunlar, bazıları 301’in kaldırılmasını istemişler. Bazıları ise değiştirilerek kalmasından yana tavır koymuşlar. Hadi buna da bin şükür diyelim.

Ama, ya “Cezalar ağırlaştırılsın” fetvası verenler?

Ya da hükümetin, bu farklı görüşleri ileri sürüp, “Bakın, sivil toplum örgütleri arasında dahi özgürlüklerin sınırı konusunda görüş birliği yok. Demek ki bu yasanın kalmasını savunduğumuz için biz doğru yoldayız” havasında hâlâ işi ağırdan almasını nasıl değerlendirelim?

Kim bilir, belki de hükümet, Avrupa Birliği ile gerilen ilişkilerde son pazarlık kozu olarak 301’inci madde değişikliğini saklıyordur. Bir de bakarsınız bu değişmez denilen madde AB’yi yumuşatmak için biraz yumuşatılmış!

Neden olmasın?

Böyle olsa da hükümete yönelik eleştirilerimiz olacak, hiç merak edilmesin. “Bravo iyi yaptınız” denilecek bir durum değil çünkü.

İfade özgürlüğü gibi önemli bir mesele böyle bir pazarlığın kozu olarak kullanılamaz.

Bir hafta, on gün sonra ne olacağını hepbirlikte göreceğiz.

Göreceğiz de, geçtiğimiz hafta sonu Prof. Atilla Yayla’nın İzmir’de AKP’nin düzenlediği bir toplantıda Kemalizm konusunda söylediği sözlere yönelik saldırılara baktığımızda 301 konusunda umutlu olmamız zorlaşıyor.

Malum medyanın her zamanki gibi ihbarcılığa soyunduğu bu olayda Prof. Yayla’yı davet eden AKP’nin, konuşmacı Prof. Yayla’nın düşüncelerine olmasa bile, bu düşünceleri açıklama özgürlüğüne sahip çıkma basiretini gösterememesi ile Adalet Bakanı’nın 301’e yönelik tavrı nasıl da benzeşiyor?

Bir bilim adamının bilimsel açıklamaları önce medya tarafından mahkum ediliyor ve konuşma gereken yerlere ihbar ediliyor.

Arkasından mensup olduğu üniversitenin rektörü bilim adamının bilimsel ve ifade özgürlüğünü savunacağına, hiçbir araştırmaya gerek görmeden onun işten el çektirildiğini açıklıyor. Türkiye’de üniversitelerin halini gösteren yüzkızartıcı bir durum.

Ya onu toplantıya davet eden AKP İzmir İl Gençlik Kolları ne yapıyor?

Gazetelerde çıkan haberlere bakılırsa parti yetkilileri, bir yandan Yayla’ya katılmadıklarını açıklarken, öte yandan bu işten nasıl en az zararla çıkılacağını araştırıyorlarmış!

İhbarcı gazetelerden biri olan Yeni Asır’ın sorularını yanıtlayan Gençlik Kolları Başkanı Kürkçü, “Atilla Yayla, ölçüp tartmadan konuştu. Unvanı Prof. Dr. olan birinden bu türden konuşmalar beklenmez. Biz de beklemiyorduk. Soruşturma başlattık” diyor.

Bu lafların ciddiye alınacak bir tarafı var mı?

İşin zavallılığına bakın. Özgürlüklerin savunucusu olduğunu söyleyen bir partinin gençlik örgütü, düşüncelerini bilerek çağırdığı bir bilim adamının ifade özgürlüğünün arkasında duramıyor. Neredeyse, “Biz adamı tanımıyoruz” diyecekler.

Bana kalırsa Yayla’nın bu konuşmasını da 301 kapsamında mütalaa etmek lazım. Bana inanmazsanız Adalet Bakanı’na danışabilirsiniz!

Espri bir yana..

Böylesi yaklaşımlarla özgürlüklerin genişletileceğini düşünmek ve Avrupa kriterlerinin yakalanacağını ummak olsa olsa safdillik olur.

Yeni Şafak, 24 Kasım 2006

Koray DÜZGÖREN

25.11.2006


 

Sınıfta kalanlar

Adalet nedir? Hak edene hak ettiği kadarını vermek. Haktan ve haklıdan yana olmak; hem de sonuçlarından bağımsız olarak. Bu çerçevede bir hakkı, kime yarayacağına ve ne gibi siyasi sonuçlar doğuracağına bakmadan hak olduğu için savunmak. Galiba bizde asıl eksik olan da bu.

Prof. Dr. Atilla Yayla’nın İzmir’de yaptığı konuşma dolayısıyla uğradığı saldırılar bu eksikliğin boyutları hakkında yeterince bilgi veriyor. Bu sınavda basının sınıfta kaldığı kesin. (Akademik camianın tepkisini beklemedeyiz.)

Ama sınıfta kalan sadece basın değil. Davet ettiği misafirinin söylediklerinden ‘dehşete kapılan’ AK Parti İzmir İl Başkanı, rahatsız olup salonu terk etmiş. Sormak gerek, hoşlanmadığı bir fikri duyduğunda konuğunu or(t)ada bırakıp giden bir kişi ne kadar demokrat olabilir? İzmir milletvekili ise ‘gitsin reklamını başka yerde yapsın’ demiş. Bu en hafif ifadeyle ayıptır. Sormak gerek, acaba insan reklam amaçlı olmadan, inandığı için konuşuyor olamaz mı? Siz böyle bir insanın varlığını tahayyül edemiyor musunuz? Sayın milletvekiline hatırlatmak gerek, 28 Şubat sürecinde birileri postunu kurtarmaya çalışırken Atilla Yayla demokrasi mücadelesi veriyordu.

Tanımıyorlarmış, ne söyleyeceğini bilememişler. Demek ki özgürlükle, liberalizmle, hatta kendi ideolojileri muhafazakarlıkla ilgili yazılan en temel Türkçe eserlerden haberleri yok. Eğer tanımıyor idiyseniz Ankara’dan Sn. Yayla’yı hangi özelliği nedeniyle çağırdınız?

Onları bir yana bırakalım, diğer AK Partililer de konuşmuyor, ifade özgürlüğünün linç edilmesine karşı çıkmıyor. Prof. Yayla’nın Kemalizm eleştirisini fırsat bilerek basının ve bazı çevrelerin partilerine yüklenmek istediğini düşünüyor olabilirler. Bu doğrudur. Ama bu durumda yapmaları gereken, yapılan konuşmanın içeriğinden bağımsız olarak sadece ifade özgürlüğünü savunmaktan ibaret olmalıydı. ‘Bilmiyoruz, duymadık’ diyerek korktukları suçlamalara maruz kalmaktan kurtuldular mı?

Kendi misafirinin dahi hakkını savunmamak belki kısa vadede ödemeleri gereken siyasi faturanın maliyetini düşürebilir; daha doğrusu onlar öyle umabilirler. Ama bu tenzilat, kendilerine ahlaki bakımdan ödenmesi mümkün olmayan çok daha ağır bir fatura çıkarır. Dahası savundukları düşünce geleneği olan muhafazakarlığın temel tezlerini en başta kendilerinin çiğnemesi anlamına da gelir. Çünkü muhafazakârlık, siyaseti adalet ve ahlak gibi değerlerle birlikte yürütülebilecek bir etkinlik olarak görür.

Ama bizim siyaset geleneğimizde insaf, adalet, vefa genellikle herkesin kendi ihtiyaç duyduğunda başvurduğu erdemlerdir. Siyasi bir risk söz konusu olduğunda bu erdemler rahatlıkla terk edilir. Ama tecrübeler göstermiştir ki bunun başta yapan olmak üzere kimseye faydası yoktur. Dahası bunu yapanlar, umdukları siyasi sonucun tam da tersinin başlarına gelmesine sebep olurlar. İlkeleri feda ederek savuşturmak istedikleri belanın tahakkukunu hızlandırmış olurlar.

Olurlar, ama yine de ders almazlar.

Star, 24 Kasım 2006

Berat ÖZİPEK

25.11.2006


 

General motor

Son dönemde akılda kalacak en çarpıcı başlığı dün Yeni Şafak atmıştı. Konu, “Bilimsel Düşüncenin Gücü” sloganıyla yola çıkan Erke’nin basın toplantısıydı.

Günlerdir basını meşgul eden bu konu genelde ortaya atılan iddiaların kofluğu ve toplantıya katılan emekli generaller üzerineydi.

Evet, günlerce süren reklam kampanyasının ardından ortaya ne bir ürün çıktı, ne de ürünle ilgili teknolojik bir bilgi.

Basın toplantısına katılanların ilginç bağlantılarını dün Serpil Yılmaz Milliyet’teki köşesinde aydınlatmaya çalışmıştı.

Erke adına bilgi verdiğini söyleyen emekli tümgeneral Çetin Uğural, Ertan Gönen’in başkanlığı döneminde Kızılay yönetim kurulu üyeliğinde bulunmuş bir isim.

Kızılay, devletle sıkı fıkılığıyla bilinen bir kurum. Zaten Uğural da bu deneyiminin ardından emekli bir MİT mensubuyla iş hayatına atılmış.

Basın toplantısına çağırdığı isimler de ilginç. Hepsi 28 Şubat sürecine şöyle veya böyle bulaşmış isimler.

Kimler yok ki?

Dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, dönemin Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş, eski Kara Kuvvetleri Komutanı Muhittin Fisunoğlu, Eski Jandarma Genel Komutanı Özden Boztepe, Kemal Yavuz, Necati Özgen, Hikmet Karabay falan.

Sadece ticari bir girişimi aşan, siyasi bir faaliyetin altyapısını oluşturacak bir grup izlenimi veriyor insana.

Toplantıya katılanlar eski bürokrat, şirket adına konuşan kişi de emekli bir bürokrat. Şirketle ilgili kimse bilgi vermiyor.

Burada araştırmacı gazeteciliğin devreye girmesi gerekir.

Günlerce süren tam sayfa gazete ilanlarının maliyeti nasıl karşılandı?

Olmayan bir şeyin ilanı için kim, niye bu kadar para harcadı?

Niye 28 Şubat ekibi toplu halde böyle bir girişime destek verdi?

Ortada yakıtsız bir motor mu var, yoksa halksız bir demokrasi arayışı mı, merak konusu.

Belki bir gazeteci eldeki verilerden ortaya çıkarak bu “Türk Şey”inin arkasında yatan gerçekleri ortaya çıkarır.

Sabah, 24 Kasım 2006

Ergün BABAHAN

25.11.2006


 

Yasak, 12 Eylül’ün ürünü

Gazi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Atilla Yayla, yaptığı bir konuşmada Atatürk’ü eleştirdiği için şu sıralar çarmıha geriliyor. Prof. Yayla’nın sözlerinin basında eleştirilmesinden söz etmiyorum, beni esas ilgilendiren şey, bazı gazete yazarlarının aykırı bir fikir açıklaması söz konusu olduğunda verdikleri ilk tepkinin ‘Bu adam hâlâ nasıl ders veriyor, atın bunu işten’ demek olması ve adı ‘üniversite’ olan kurumun da Prof. Yayla hakkında hemen soruşturma açıp onu ders vermekten men etmesi.

Hadi, fikirlerini ifade eden birinin hemen işten atılmasını önerenlerin aslında ifade özgürlüğünden nasiplerini almadıklarını, alışmadıkları bir durumla karşı karşıya kalınca ilk tepkilerinin ‘Urun kellesini’ cümlesinden başka bir şey olmamasının da bu durumda ‘olağan’ olduğunu söylemekle yetinelim. Peki ya ‘üniversite’ye ne diyeceğiz?

İşte, ‘akademik özgürlüğün’ kalesi olması gereken ‘üniversite’ ile ilgili herhangi bir cümleye başlamazdan önce, bizdeki ‘üniversite’yi tanımlayan temel hukuk metinlerine bakmamız gerek.

Anayasa’nın 130. maddesinde üniversitenin, ‘Çağdaş eğitim-öğretim esaslarına dayanan bir düzen içinde milletin ve ülkenin ihtiyaçlarına uygun insan gücü yetiştirmek amacı ile’ ve ‘ülkeye ve insanlığa hizmet etmek üzere çeşitli birimlerden oluşan kamu tüzelkişiliğine ve bilimsel özerkliğe sahip’ olduğu söyleniyor. Yine aynı maddede, bu özerklikle ilgili yegâne kısıtlayıcı hüküm olarak, ‘Devletin varlığı ve bağımsızlığı ve milletin ve ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği aleyhinde faaliyet’ler sayılıyor.

Buna karşılık Türkiye’deki yükseköğretim düzenini belirleyen Yüksek Öğretim Kanunu’nun (meşhur YÖK kanunu yani) yükseköğretimin amacını belirleyen 4. maddesi, üniversitelerin öğrencilerini ‘Atatürk inkılapları ve ilkeleri doğrultusunda, Atatürk milliyetçiliğine bağlı’ kişiler olarak yetiştirmesi emrediliyor.

Aynı kanunun 5. maddesinde de, ‘Öğrencilere, Atatürk inkılapları ve ilkeleri doğrultusunda Atatürk milliyetçiliğine bağlı hizmet bilincinin kazandırılması sağlanır’ deniyor.

Yanlış hatırlamıyorsam türbanla ilgili bir Danıştay kararında da, üniversitenin görevinin ‘Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı öğrenciler yetiştirmek’ olduğu söyleniyordu. Danıştay’ın kanunun yukarıda saydığım maddelerine dayandığına kuşku yok.

İşte bütün sorun da burada başlıyor. Bizim üniversite kanunumuz Atatürk’ü eleştirmeyi yasaklıyor. (...). Kısacası kanun Atatürk’ü dogmalaştırmaya çalışanların, yani 12 Eylül askeri darbesinin eseri.

Hukuki çerçeve bu olunca, Prof. Atilla Yayla’nın üniversiteden atılmasını, hatta YÖK kararıyla akademik unvanlarını kaybetmesini bile ‘normal’ karşılamak gerekir. Oysa bu durum hiç de ‘normal’ ve ‘olağan’ değil.

9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in zaman zaman kullandığı üslupla şöyle diyenler çıkacaktır: “Kardeşim her şey serbest, bir tek Atatürk’ü eleştirmek ve ülkenin bölünmez bütünlüğü aleyhinde yazıp çizmek yasak. Sen de Atatürk’ü ve ülkenin bölünmez bütünlüğünü eleştirmeyiver.”

Bu kabul edilebilir bir görüş değil. Yarım hamilelik olmayacağı gibi yarım özgürlük de olmaz. Türkiye’nin de parçası olmaya çalıştığı ‘muasır medeniyetler’in kabul ettiği yegâne kısıtlama, şiddet çağrısı içeren veya ırkçı-ayrımcı tutumları körükleyen fikir açıklamalarına yöneliktir. Bunun ötesindeki kısıtlamalar ifade özgürlüğünün bütünselliğini zedeler ve dolayısıyla kabul edilemez.

Bugün Prof. Dr. Atilla Yayla’nın başına gelmekte olanlar geçmişte başka akademisyenlere de oldu, doktor unvanı dahil akademik unvanlarını kaybedenler oldu. Geçmişte üniversiteden atılanlar İslamcı veya Kürt milliyetçisi fikirleri seslendirdikleri için basında çok da fazla tartışılmadılar. Bu sefer karşımızdaki kişi ne İslamcı ne de Kürt milliyetçisi olduğu için herhalde daha ciddi bir tartışma var.(...)

Radikal, 24 Kasım 2006

İsmet BERKAN

25.11.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004