Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 22 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Anayasa Mahkemesi ve bürokrasi

GÜNLERDİR Anayasa Mahkemesi’nin “memurlar lehine ayrıcalık sağlayan kararı” tartışılıyor.

TÜSİAD, “Emeklilik yaşı, prim gün sayısı gibi temel düzenlemeleri kamu görevlileri yönünden iptal” eden mahkemenin, çalışanlar arasında bürokratlar lehine ayrım yaptığını, yılda 23 milyar YTL yutan sistemi reforme etmenin zorlaştığını belirtiyor.

Gerçi kararda işçi ve esnaf lehine birkaç iptal de var ve bu iptaller yasal boşluk yaratıyor. Fakat, memurlar söz konusu olunca Yüce Mahkeme o kadar özenli davranıyor ki, iptal ettiği hükümlerin yerine eski hükümlerin uygulanmasına karar veriyor, yasal boşluk bırakmıyor!

Kararı DİSK eleştiriyor, Hak-İş eleştiriyor. Türk-İş Başkanı Salih Kılıç, “Mahkemede bir işçi temsilcisi olsaydı bu iptale oy vermezdi” diyor. Kılıç’ın bu sözleri, ‘sistem analizi’ bakımından önemlidir.

Seçilmişlerin yetkisi

Tabii Anayasa Mahkemelerinde, işçi, patron veya parti temsilcisi üyeler olamaz. Fakat, üyelerin hemen tamamı yargı bürokrasisinin adayları arasından sorumsuz cumhurbaşkanı tarafından atanıyorsa, “bürokratik dünya görüşü” ağır basar ve bu ‘tarafsızlık’ ilkesine aykırıdır.

Bir bunu önlemek için, bir de anayasal yargı adli yargıdan farklı olduğu için, bütün demokrasilerde Anayasa Mahkemelerinin üyelerini, nitelikli adaylar arasından siyaseten sorumlu parlamentolar seçer.

Başkanlık sisteminde de yine siyaseten sorumlu olan cumhurbaşkanı seçer.

Böylece mahkemede çeşitli bakış açıları temsil edilir, topluca mahkemenin tarafsızlığı sağlanır!

Dünyada üyelerini parlamentonun seçmediği tek Anayasa Mahkemesi bizdedir! Bu sebeple “bürokratik dünya görüşü” ağır basıyor.

Bunu Yüce Mahkeme’nin son kararında da, özelleştirme yasalarının iptallerinde de görmek mümkündür.

Meşruiyetin temeli

Halbuki, milli iradenin tasarruflarını iptal eden Anayasa Mahkemelerinin demokratik meşruiyetinin temelinde, belirli nitelikteki adaylar arasından, üyelerinin çoğunluğunu parlamentonun seçmesi ilkesi vardır. (1)

Bizde ise kökleri derinlere giden “bürokratik dünya görüşü” son derece güçlü olduğu gibi, 12 Eylül anayasası da parlamentonun anayasal yargıya üye seçme yetkisine son vermekle tüm devlet hayatında bürokratik dünya görüşünü çok daha güçlendirmiştir!

Aynı bürokratik dünya görüşünün etkisiyledir ki, bizde anayasal ve idari yargıda seçilmişlere güvenmeme ve “yerindelik denetimi” yapma, yani ‘politika oluşturma’ eğilimi de çok güçlüdür. (2)

Halbuki, Anayasa Mahkemesi üyelerinin önemli bir bölümünü parlamento seçseydi, “bürokratik dünya görüşü” bu kadar etkili olmayacak, farklı görüşlerin yansımasıyla ‘liberal tarafsızlık’ gerçekleşecekti.

Türkiye çağdaş bir hukuk devleti olmak, piyasa ekonomisiyle gelişmek ve “yöneten demokrasi”ye ulaşmak istiyorsa, yapılması zorunlu reformlardan biri, Anayasa Mahkemesi üyelerinin önemli bir bölümünü parlamentonun seçmesini sağlamaktır.

Fazla bürokratik karakterli mevcut anayasal yargı yapısı değişmedikçe, siyasi irade her zaman reformlarda çok zorlanacak, Türkiye vakit kaybedecektir, bugüne kadar olduğu gibi!

1) Prof. Ergun Özbudun, Anayasa Yargısı ve Demokratik Meşruiyet Sorunu, TBB yayını, 2005.

2) Prof. Kemal Gözler, Türk Anayasa Hukuku, sf. 635, vd., sf. 889, vd.

Milliyet, 21.12.2006

Taha AKYOL

22.12.2006


 

Tesettür faciası değil ‘Ertuğrul Faciası...’

Hayır, bildiğimiz ‘Ertuğrul Fırkateyni’nden söz etmiyorum... Hani Sultan Abdulhamid tarafından ‘iyi niyet’ çerçevesinde Japonya İmparatoru’na gönderilen, 11 aylık zahmetli yolculuktan sonra Serendrip adası açıklarında batan gemi...

Tarihe ‘Ertuğrul Faciası’ olarak geçen kazada bir rivayete göre çoğu üst düzey memur 500’ün üzerinde Osmanlı vatandaşı hayatını kaybetmiştir. Kurtulanların sayısı da, bir rivayete göre 69, bir rivayete göre 70... Geminin kaptanı ‘Kaptan Ali Paşa’nın şair Can Yücel’in dedesi olduğunu ekleyelim de tam olsun.

Bakmayın ‘bildiğimiz Ertuğrul Fırkateyni’ dediğime, kimselerin bir şey bildiği yok; adam ismini ‘entelektüel’e çıkarmış ama ne ‘teslis’le ‘tevhid’ arasındaki farkı biliyor, ne de ‘harem’in esasında ‘mahrem’ (anlayacakları dilden söylersek ‘özel hayat’) demek olduğunu çözebiliyor.

Konu ne?

Bir süre önce, çok satışlı gazetelerimizden birinde ‘Tesettür Faciası’ başlıklı bir haber çıktı.

Bu bir ‘irtica haberi’ydi ve hem habere konu olan hastane, hem haberde geçen tesettürlü doktorlar, hem de olmayan tesettürlü doktorlara göz yuman Sağlık Bakanlığı dayak yiyordu.

Dayaktan dolaylı olarak Başbakan, hükümet ve böyle bir hükümeti başımıza sardıran halk da nasibini alıyordu.

Haberin altında ‘güvenilir’ bir ismin imzası vardı.

Hani, aşevi ve pastane imalathanesi baskınları yapan, sterilizasyon gereği gittiği yerlerde ‘bone’yle karşılanan ünlü gazeteci...

Gazeteciye bir şey demiyorum, görevini yapmıştır, hastane kayıtlarındaki sıhhat derecesi tartışmalı bir raporu kamuoyuna faş etmiştir. İyi de etmiştir.

Fakat, haberin işleniş biçimi biraz şeydi...

Nasıl derler, biraz tuhaftı...

İddiaya göre, testislerinden arızalı bir hasta hastaneye başvuruyor, tedavi için röntgen çekilmesi gerekmektedir, röntgenci doktorlar bayan ve aynı zamanda ‘tesettürlü’ oldukları için röntgen çekilemiyor, dolayısıyla hastamız kısır kalıyor.

Madem yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimi çevresinde bazı ‘çıktı haberler’e ihtiyaç var, al sana çok yönlü, çok işlevli, çok amaçlı bir ‘irtica haberi.’

Gelgelelim, haberin yalan olduğu, daha doğrusu masa başı çalışmasıyla hafiften manipüle edildiği ortaya çıktı.

Gazete, tesettürlü doktorların muhtemelen günah olduğu gerekçesiyle röntgen çekmeye yanaşmadıklarını öne sürüyor ama ortada tesettürlü doktor yok. Üstelik, ‘olmayan tesettürlü doktorlar’ daha önce yüzlerce testis röntgeni çekmişler; bunu da Yeni Şafak refikimiz belgeleriyle ortaya koydu.

Bir de doktor var...

Bu doktor, bir rivayete göre hastayı özel muayenehanesine çekmek için mahsustan tedaviyi savsaklamış, ihmalinin ortaya çıkacağından korktuğu için de uyduruk bir rapor yazarak (olmayan tesettürlü doktorları suçlayan bir rapor yazarak) hastanın dosyasına koydurmuş.

İşin ilginç tarafı şu: Röntgen çekmemekle suçlanan ‘olmayan tesettürlü doktorlar’ o gün nöbetçi değillermiş.

Dahası da var: Başhekim böyle bir şeyden haberi olmadığını söylüyor. Raporu yazan (dolayısıyla tedaviyi savsaklayan) doktor kah gazetenin haberini yalanlıyor, kah bu haberi çürütenleri suçluyor....

İrticacı doktorların kısır bıraktığı hasta ise, ‘Olay gazetenin yazdığı gibi değil, benim testislerim üzerinden irtica kampanyası yürütmesinler’ diyor.

Ben işin içinden çıkamadım.

Sadece şu kadarını anlayabildim: Ortada bir olay var ama, olayın ne irticayla, ne de olmayan tesettürlü doktorlarla ilgisi var.

Biraz yukarıda ‘Ertuğrul Faciası’ndan söz etmiştim.

Fazla da bir şey söylemek istemiyorum. Arkadaşımız, ‘teslis’ten ‘testis’e güzel bir geçiş yaptı. Hayırlısı diyorum...

Star, 21.12.2006

Ahmet KEKEÇ

22.12.2006


 

Uğur Dündar’ın savunması

Neydi Uğur Dündar’ın haberinin başlığı: “Tesettür Faciası!” Neydi iddia: “Başörtülü radyolog, hasta gencin testislerinin filmini çekmedi!”

Kimse, Dündar’ı “bu sağlık skandalını niçin ortaya çıkardın” diyerek suçlamıyor, eleştirmiyor. Tam tersine, son derece doğru bir habercilik bu. Filmleri çekilmedi diye bir gencin bir testisini kaybetmesi, akıl alır gibi değil çünkü. Ama işte, gencin filmini çektirmeyen başörtülü bir kadın değil. Hatta kadın da değil. Uğur Dündar’ın haberine kaynaklık eden doktor Celal Tütüncü, “acil” kaydı düşmeyince olmuş bütün bunlar. Anlayacağınız, Uğur Dündar, kendini “eleştirilmediği yerden” gayet rahat savunabilir. Ama bu savunma, işe yaramaz. Çünkü ortada hâlâ taş gibi sorular var. Hasta gencin babası, hastanenin başhekimi, Sağlık Komisyonu Başkanı, resmi belgeler, tanıklar... Hepsi ittifak halinde “tesettürlü doktorla bu haberin bir ilgisi yok” diyor. Peki o zaman nereden çıktı bu “tesettür faciası!” Nereden icap etti?

Belli ki, Uğur Dündar, doktor Celal Tütüncü’nün ameliyat raporuna itibar etmekle hata etti. Bunu itiraf etmiyor. Uğur Dündar, gazetecilik itibarını zedeleyici bu pozisyona girmesin. Tamam, kabul. Peki biri bana söyler mi acaba; bir tarafın “bu başörtülüler böyle zaten” yargısını, diğer tarafın “bu laik kesim de kafalarına taş düşse başörtülüler attı zannedecek” yargısını kim değiştirecek?

Bugün, 21.12.2006

İsmail KÜÇÜKARSLAN

22.12.2006


 

Kumarhanedeki cinayet

Dün Kıbrıs’ta çözümsüzlüğün adadaki mafyanın nasıl işine geldiğini anlatan ‘Şeytan ayrıntıda gizlidir’ adlı yazım yayınlandığında ben bir günlük Kıbrıs gezimi tamamlamış dönüyordum.

Lefke Avrupa Üniversitesi’nin sekiz aylık yeni rektörü Prof. Dr. Ali Rıza Büyükuslu ve ekibi, kurumlarını küresel bir marka yapmak için sistematik bir çabaya girişmişler. Onların heyecan verici çabalarına tanıklık etmek yanında, Güzelyurt konferans salonunda da çoğunluğunu öğrencilerin oluşturduğu izleyicilere ‘Küreselleşme, Türkiye, AB ve Kıbrıs’ başlıklı bir konferans verdim.

Sabahın köründe Ercan Havaalanı’ndan beni almaya gelen şoför dostum, otelin lobisindeki görevlinin, gece bir kumarhanede çıkan çatışmada iki kişinin öldüğünü kendisine anlattığını söyledi. O sırada bu sözlerin, yazımdaki ‘korsan ada’ anlatımıyla ilişkisini de doğrusu çok algılayamadım. Konuyla ilgili üç beş kelime edip geçtik.

***

Kıbrıs’ta bıraktığım, hatta hafızamda silinecekler arasına koyduğum cinayet haberinin detaylarını gün içinde öğrendim.

Girne’de cinayetin meydana geldiği yer, bir Susurluk hükümlüsüne aitti.

Olayın içinde mafya dünyasının diğer ünlülerinin adları da geçmekteydi.

O zaman yeniden dünkü yazımdan bir bölümü anımsadım:

‘Biliyorsunuz KKTC’yi bizden başka kimse tanımıyor. Kıbrıs Cumhuriyeti’ni ise Türkiye’den başka tanımayan yok.

Bu, KKTC’nin uluslararası meşruiyetinin olmadığını, evrensel hukuk kurallarının denetiminde bulunmadığını da anlatmakta.

Bundan dolayı Korsan Ada diyorum.

Ama sadece bundan dolayı değil, kimsenin dillendirmediği karanlık faaliyetlerde üs olarak kullanıldığı için.

Üstelik orada mafya organize çalışmakta.’

***

Ne mafyası?

Güney’de Rus, KKTC’de Türk mafyası...

Zaten yazıda, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan’ın adada çözüm isteyen girişimini Ruslar’ın neden veto ettiğini, Rus mafyasının bu politikadaki etkisini sorguluyordum.

Annan, Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nün görev süresinin uzatılmasını isteyen raporuna KKTC’ye uygulanan izolasyonların kaldırılması talebini de iliştirmişti. Bu, ortak çalışan mafya organizasyonuna da büyük bir darbe olacaktı.

Yazının sonunda da şu soruyu soruyordum:

‘Eğer Kıbrıs’ta çözümü Rus ve Türk mafyası elbirliğiyle engelliyorsa, bizim politikacıların o vatansever nutukları birer akılsızlık şaheseri olmaktan öteye gidemez. Bunu anlamak için o iddiaları bir araştırmak gerekmez mi?’

***

Cevap, Girne’deki cinayetle geldi.

Evet, araştırmak gerekiyor.

Hem de nasıl gerekiyor

Dün gene haberler Kıbrıs’la doluydu.

Hepsini bulup okursunuz.

Ama ben en üzerinde durulmayan noktayla, mafyanın cirit attığı adadaki çözümsüzlükten sağlanan rantla ilgiliyim. Ve o rantın gizli patronlarının kimler olduğu sorusundayım. Türkiye’nin geleceğini, Kıbrıs’taki insanların hayatını karartan bu durumdan kim kár sağlıyor? Var mı bunun cevabını verecek babayiğit bir politikacı?

Star, 21.12.2006

Mehmet ALTAN

22.12.2006


 

Sorular

Anayasa Mahkemesi kararının gerekçesi henüz açıklanmadı. Ama ben yine de aklımdan geçen bazı soruları sıralamak istiyorum.

Sırf sesli düşünmek için.

Örneğin bu ülkede bir yasama organı, halkın oylarıyla seçilmiş bir Meclis, devlet memurları hakkında yasal bir düzenleme yapamayacak mı?..

Bir başka soru:

Anayasa Mahkemesi’nin sayın üyelerinin, bu kararla aynı zamanda kendi emeklilik haklarıyla ilgili bir konuda karar vermeleri ne kadar doğrudur?

Çünkü bu karar sayesinde emekli oldukları vakit, bir takım avantajları onlar da kaybetmemiş olacaklar, öyle değil mi?

Bu soru da aklıma takılıyor.

Biliyorum, Anayasa Mahkemesi’yle ilgili hukukta görevsizlik kararı diye bir şey yok. Ama yine de böyle bir soru aklıma takıldı işte...

Bir başka soru:

12 Eylül’den kalma mevcut Anayasa’yla bu ülkede nereye kadar reform yapılabilir?

Milliyet, 21.12.2006

Hasan CEMAL

22.12.2006


 

DYP’ye dikkat

MEHMET Ağar ve DYP, bir süredir “ince politika” uyguluyor.

Son zamanlarda halk arasında epey etkili olduğunu gözlemlediğim bu yaklaşımın çerçevesini şöyle çizebiliriz:

BİR: Tayyip Erdoğan’ı mağdur duruma sokacak denli bir yüklenme içine girmekten özenle kaçınıyorlar.

İKİ: “Erdoğan cumhurbaşkanı olursa indiririz” şeklinde bir yaklaşıma prim vermiyorlar.

ÜÇ: Erdoğan üzerinden bir meşruiyet tartışması yapmıyorlar. En etkili sözcüleri, “Başbakan olan bir kişinin cumhurbaşkanı olmasında ne sakınca var?” sorusunu soruyor.

DÖRT: Eleştirilerini daha çok “Büyük bir imkan elde ettiler ama başaramadılar” cümlesinden hareketle yapıyorlar.

BEŞ: İktidar olup muktedir olamamak meselesini gündemde tutarak, başörtüsü, imam hatip gibi sorunların çözülememesi üzerinde duruyorlar.

ALTI: Kürt sorununda kendilerinden beklenmeyen açılımları göstererek şehirli kesimlere açılıyorlar.

Hürriyet, 21.12.2006

Ahmet HAKAN

22.12.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004