Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 22 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Enstitü

 

Asrın idrakine söyletilen İslâm

Her insan yeryüzüne gelişinden itibaren doğrunun ve doğruluğun arayışı içine girer. Çünkü fıtratın gereği olan hal doğruluktur. Asıllar ve özler hep doğruya ve güzele dayanır. Çirkinlikler ve sapkınlıklar fıtratın bozulması ve özden uzaklaşma neticesinde ortaya çıkar. Her şeyin aslı Alemlerin Rabbi'nin bir ismine dayandığı için güzeldir. Çünkü esma hüsnadır. Bu anlamda hayat bir asla dönüş sürecidir ve özü bulma arayışı içinde geçer.

Tüm insanlık doğrunun arayışı içinde. Varlığı anlamlandırma ve hayata farklı açıdan bakabilme anlamında çeşit çeşit kültür ve inançlar asla uygun olarak temellendirildiğinde ilâhî mesajın anlaşılmasında ve algılanmasındaki farklılıklar ve zenginlikler haline dönüşecekler. İnsanlığın gelişim seyri içinde ortaya çıkan farklı kültür ve medeniyetler varlık âlemini kendi iç dünyalarını şekillendiren değer yargıları çerçevesinde, yani ayinelerinin rengine ve özelliğine göre anlamlandırmaktadırlar. Bu noktadan bakıldığında, ferdin varlık âleminin içinde şekillenen doğrular, hiç bir zaman mutlak doğruyu ifade etmeyecektir. Yani zaman ve mekânın sınırlılığı ve her yönü ile izafi olan varlık âleminde hiç kimse mutlak doğruyu, her şeyin gerçek hakikatini bulduğu iddiasında olamayacak ve doğrular varlık gereği hep izafi olacaktır. Yani her hüküm elde bulunan veriler ve doğruya götürdüğüne inanılan yollar çerçevesinde doğru olduğuna inanılan konumda kalacaktır. İşin hakikatinde bu dünya ve insanın özellikleri mutlak doğruyu bulmanın rahatlığını yaşatacak özellikler barındırmamaktadır. Elde olan tek şey ihlâs ve samimiyet, doğru olduğuna inandığını bulana kadar aramak, bulduktan sonra da bu doğruları anlayıp anlatmaya çalışmak olmalıdır.

Günümüzün en temel problemlerinden biri, belki de maddî âlemin yapı ve kuralları dışına çıkamayan düşünce sığlığıdır. Olurlar ve olmazlar şeklinde hükümler çok aceleci ve çok sınırlı verilerle, çok net olarak ortaya konabilmektedir. Bu doğruluk konusundaki hassasiyetin zayıflamasının da bir yansıması olabilir. Oysa doğruluk, her insanın, özellikle de vahye dayanan din mensuplarının ve bilhassa Müslümanların hayatını şekillendiren kavramlar içinde doğruluk en merkezi konumdaki değerler ve kavramlardan olmalıdır. Bu, kâinatın ve insan hayatının en değerli meyvelerinden olmalıdır. Dolayısı ile olur ya da olmaz şeklinde bir hüküm ortaya koyarken çok ihtiyatlı davranmalı, hiç bir ifade ve insanî hüküm mutlak olamayacağı için ifadelerimizde bir esneklik hep bulunmalıdır. Bu asrın önemli ihtiyaçlarından biri de farklı bakış açılarının doğrularını ya da doğrunun farklı bakış açılarından görünümlerini aynı zeminde toplayabilmek ve insanlığın selâmeti için ahenkli bir birliktelik oluşturabilmektir. Tevhid hakikatinin sosyal yansıması olacak bu tablo için en uygun zemin Risâle-i Nur olmalıdır. Tevhid hakikatini asra taşıyan bu eserler aynı zamanda bir tevhid zemini olmuştur

Risâle-i Nur'un, Kur'ân, Hazret-i Peygamber (a.s.m.), Hazret-i Ali (r.a.) ve Gavs-ı Azam (k.s.) gibi sönmez ve söndürülemez güneşlerden aldığı enerji ile bu asırda Kur'ân medeniyetini ihya edecek bir kaynak ve bu sağlam dayanaklarından dolayı sönmez ve söndürülemez olduğuna inanıyoruz. Külliyattan aldığımız enerji ile bu inancımızda en ufak bir şüphe taşımıyoruz. Buna inanmayanları itham hakkımız olduğunu da düşünmüyoruz. Ancak günümüz insanının ihtiyaçları doğrultusunda mantık, belâgat, usül ve kelâm gibi ilimlerin yanında pek çok fen ilimlerinin hazmedilmiş ve süt şeklinde asrın insanlarına sunulmuş olduğunu düşünüyoruz.

Ezeli Şemsin âleme yansımalarının en parlaklarından olan Risâle-i Nur hakikatlerinin de farklı yansımaları olacaktır. Ancak kaynağa yönelik olmak şartı ile ve esnek bakışlar ile bu farklılıklar algıda ve anlamlardaki zenginlikler olarak hayata zenginlik katacak Külliyatın güzelliğinin farklı açılardan yansımaları ile daha da genişlemesine ve zenginleşmesine hizmet edecektir.

22.12.2006


 

Ziya Nur Aksun

Ziya Nur, 29 Mayıs 1930 tarihinde Konya’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini doğduğu şehirde yaptı. Orta öğreniminden sonra kaydını yaptırdığı Ankara Hukuk Fakültesi’nden 1955 yılında mezun oldu. Hukuk fakültesi mezunu olmakla birlikte mesaisini daha çok Osmanlı ve İslâm tarihini öğrenmeye ayırdı. Bu alanda önemli bir birikime sahip oldu. Günlük siyasi olayları irdeler ve eleştirirken söz konusu birikimini kullandı. Yazılarını tarihi muhakeme içinde ortaya koydu.

Osmanlı ve İslâm tarihi hakkındaki bilgileriyle bir cazibe merkezi oluşturan Ziya Nur’un etrafında her zümreden insanlar toplanmaya başladı ve sohbetlerinden istifade etmeye çalıştı. Memleketin meseleleriyle ilgili Dündar Taşer ve Erol Güngör ile yaptığı sohbetler kendisi tarafından kitaplaştırıldı. Bu eser Dündar Taşer’in vefatından sonra yayınlandı. Eserini Z. N. rumuzu ve Dündar Taşer’in Büyük Türkiyesi adı altında yayımladı. 1974 yılında neşredilen eserin altı baskısı yapıldı.

Ziya Nur’un hukuk fakültesindeki öğrenciliği sırasında Bediüzzaman ve eserleri hakkında bilgi sahibi olduğu ve yakından takip ettiği bilinmektedir. Hatta, Konya’da lise öğrenciliği sırasında Risâle-i Nur’u tanıdığı ve istifade ettiği nakledilmektedir. Eserlerin neşri konusunda da, öğrenciliği sırasında önemli bir gayretin içine girdiği ve çalıştığı görülmüştür. “Bediüzzaman Kimdir?” sorusunu cevaplayıp “Hukuk Fakültesinden Ziya Nur” imzasıyla yazdığı ve Risâle-i Nur’a dahil edilen bir yazısından bu neticeyi çıkarmak da mümkündür. Risâle-i Nur’da ismi, bu yazısı vesilesiyle zikredilmiştir. Bediüzzaman ve yaptığı iman hizmeti hakkında Ziya Nur şu ifadeleri kullanmıştır:

“Bediüzzaman, mâhut ve mühlik uçurumlarla dolu olan içtimaî seyrimizi, mânevî değerler bakımından bir nûr-ı imânî ve ziyâ-yı irşâdî ile taht-ı emniyete almaya çabalayan ve bu hususta bilmenin, kendi kendini idare etmek; bilmemenin, körü körüne idare olunmak hakikatine vücut vereceğini halk kitleleri arasında temessül ettiren insandır.

Bediüzzaman, ahlâkî kıymetler ve millî hasletlerin pozitif ilimlerle muvazi olarak kat-ı mesafe edemediğini, bu mânâ ve şekil muvacehesinde yetişen çöl kadar kuru ve boş ruhlarla bulanmış gençliğin, istikbalde milletimizin rüyet ufkunda bir kara belâ olacağı hakikat-i kat’iyesini gözlere sokan ve çare-i halâsı da gösteren kimsedir.

Bediüzzaman, şark ve garp arasındaki azîm mufarakatın, şahsiyet mefhumunun daralma ve genişlemesinden neş’et ettiğini gören ve asrın maymun taklitçiliğine varan şahsiyetsizliği önünde şahsiyet mefhumunun ilâhî yüksekliğini gönüllerin mihrak noktasında sembolleştirmeye tevessül eden âlimdir.

Bediüzzaman, hür adamların, hür memleketinin ilâhî kuruluş felsefesini, akıllara ve gönüllere nakşeden din adamıdır. Bu necip millet, Bediüzzaman gibi nefsindeki menfaat putunu deviren insanların hizmetine çok, ama çok muhtaçtır.” (Tarihçe-i Hayat, 1994, s. 552)

Ziya Nur, Filibeli Şehbenderzade Ahmet Hilmi’nin “İslâm Tarihi” adlı eserini sadeleştirerek neşretti. Esere notlar yazdı ve eserin müellifi hakkında ilâveler yaptı. Yaptığı ilâveler eserin asıl hacminden daha fazla oldu. Söz konusu ilâveleri yaparken usul bakımından farklı bir metot takip etti. Türklerin İslâm Tarihindeki yerlerine daha fazla yer verdi. Eserde, Sünni ve Şiî tarikatlarıyla ilgili akla gelebilecek bazı soruların da cevabını vermeye çalıştı. Dinî ve siyasî cereyanları farklı bir değerlendirmeye tabi tuttu. Bu eser ilk defa 1974 yılında neşredildi. Eser, 1982 yılında bir kez daha yayımlandı.

Neşredilen bu iki eser dışında bazı makaleler de neşreden Ziya Nur, yazılarını daha çok Diriliş adlı dergide yayımlatmıştır. Makalelerini yazarken de Z. N. rumuzunu kullanmıştır.

Ziya Nur’un büyük emek verdiği ancak, tamamlayamadığı en önemli çalışması Osmanlı Tarihi hakkındadır. Eserini vücuda getirmek için çok sayıda kaynak ve vesika taramış ve önemli bilgiler toplamıştır. Eserini, Birinci Dünya Savaşı yıllarına kadar gelen tarihî gelişimi yazmak üzere tasarlamıştır. Bu eseri tamamlamak için 1965 yılında çalışmaya başlamış ve on bir yıl devam etmiştir. Ancak, eserini tamamlayamamıştır. Eserinin basılmasını bekleyen dostlarına; eserinin bu haliyle neşredilmesini istemediğini, en önemli sebep olarak da, yazmaya başladığı günlerdekine göre tarihî görüşlerinde önemli değişiklikler olduğunu, dolayısıyla yazdıklarını bir daha gözden geçirmesi gerektiğini ifade etmiştir.

Osmanlı Tarihi üzerindeki çalışma ve ilgili eseri baskıya vermemesine sebep olarak, geniş bir önsöz yazma arzusu da yatmaktadır. Çünkü, Ziya Nur Osmanlı Tarihi adını taşıyacak eserine 150-200 sayfalık geniş bir önsöz yazmak isteyip bunun hazırlıklarını da yapmıştır. Bütün bu arzularını gerçekleştiremeden 1976 yılında bir felç geçirmiştir. Yazar ve düşünür bunun neticesinde hem yazma, hem de konuşma melekesini önemli ölçüde kaybetmiştir. Bu rahatsızlığından kurtarılması için yapılan tedaviler de netice vermemiştir.

Ziya Nur, tarihe olan merakının yanında iyi bir san’atsever olduğu da bilinmektedir. Özellikle resim san’atına özel bir ilgi duymuş ve bu alandaki kabiliyetini yaptığı eserlerle ortaya koymuştur. Yağlı boya tabloları bir sergi açmak için yeterli miktara ulaşmıştır. Yazma ve konuşma melekesini kaybetmesine rağmen hayata küsmemesi takdire şayan bir durum olmuştur. Bütün bunların dışında şiir ve musikiye de hayranlık duyan bir kişiliğe sahip olmakla tanınmıştır.

22.12.2006


 

Ülke birliği - 3

MİLLİYETÇİLİK

Milliyetçilik kavramını, milletini yüceltmek, milletinin iyiliğini istemek, menfaatini hayrını düşünmek, zarara uğramasını, kötü ve zor durumlara düşmesini istememek, onun için çalışmak, çabalamak şeklinde açabiliriz. Sosyal bir varlık olan insan, toplumsal bir düzen içerisinde adaletle yaşayabilir. Yaradılıştan gelen yapısı medenî olduğundan etrafındaki diğer insanların durumuyla da ilgilidir.1

Her şeye kendi menfaati çerçevesinde bakan, nemelâzımcılıkla başkalarının üzüntüsü, sıkıntısı ve derdiyle ilgilenmeyen, sosyal yardımlaşma ve dayanışma olgusunu tamamen dışlayan bir insanın, insanlık vasıflarını muhafaza ettiği söylenebilir mi?

Milliyetçiliği bu bakış açısı ile değerlendirdiğimizde olumlu ya da olumsuz yönde kullanılabildiğini görüyoruz. Eğer milliyetçilik, kavmiyetçilik/unsuriyet yani ırkçılık anlamında kullanılırsa, başka ırk mensuplarını sömürmek ve yok etmek gibi insanlık değerleriyle bağdaşmayan bir yönde sonuç doğurur. Müslümanlar arasında parçalanmaya ve onları birbirine düşürüp çatışmaya yol açar. Bu çatışmadan da dahilde bir fayda elde edilmez, ancak haricin işine yarar. Bu sebeple ırkçılık, ayet ve hadislerde yasaklanmıştır.2

Menfi milliyetin tarihte pek çok zararları görülmüştür. Meselâ, Emevîler, menfî milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için, kendileri zarar gördüğü gibi, İslâm âlemini de küstürmüşlerdir. Ayrıca dünya savaşları da menfi milliyetin insanlığa ne kadar zararlı olduğunu göstermiştir.

Müsbet milliyet ise, sosyal hayatın içindeki ihtiyaçtan gelmekte olup yardımlaşmaya ve dayanışamaya vesile olur. Bu yönüyle yararlı bir kuvvet sağlar. Ancak müspet milliyetçilik, İslâmın hizmetinde olmalı, onun yerine geçmemelidir. Çünkü İslâmiyet’in verdiği kardeşlik daha geniş ve kapsayıcıdır. Dünyada kardeşlik bağlarını sağladığı gibi, bu kardeşliği ebedîleştirir. Milliyetçiliği İslâm kardeşliğinin yerine ikame etmek, kalenin taşlarını kalenin içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmaya benzetilmiştir.

İşte, ecdadımız milliyetini Kur’ân’a ve İslâmiyet’e kale yaparak haricin hücumunu defetmiş ve bin senedir Kur’ân’ın bayraktarlığını yapmıştır.3 Şimdi ise, birbirine muhtaç, mazlum, fakir ve ecnebî tahakkümü altında ezilen Müslümanların, milliyetçilik fikriyle birbirine yabancı gibi davranması ve hatta birbirini düşman gibi görmesi, tarifi imkânsız büyük bir felâkettir.

Bediüzzaman milliyetçiliğin İslâmiyet’le imtizaç etmiş olduğunu, birbirinden ayrı düşünülemeyeceğini ortaya koymuştur. Ona göre, din ile hayatın, birbirinden ayrılabileceğini ve Millet ile İslâmiyet’in ayrı ayrı olduklarını sanmak felâkete sebeptir. Jön Türkler bu bakımdan yanılgıya düşmüştür. Çünkü bizdeki din, hayatın esası olmuştur. Dinin yaşatılmasına çalışmak, milletin yaşatılmasına çalışmakla eşdeğerdir. Din öldürülürse, millet de ölür. Çünkü dinimize bağlılığımız ölçüsünde millet olarak yükselmişiz, dinde ihmalimiz nispetinde de millet olarak geri kalmışızdır. Bunun böyle olduğu tarihi gerçeklerle sabittir.

Bunlar birbirinden ayrıldığı zaman ortaya çıkacak unsuriyet anlamına gelen menfî milliyetçiliğin, gerçekte milletin birlik ve bütünlüğünü zedeleyeceği açıktır.

Yukarıda din birliği bölümünde belirtilmiş olmakla birlikte Bediüzzaman’ın, “Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et.” sözleriyle Türklerin milliyetinin İslâmiyet’le imtizaç etmiş olduğu ve ayrılamayacağı, ayrıştırmaya kalkışılmasının kendi kendini yok etmek anlamına geleceği, onun geçmişteki övünç vesilesi icraatlarının İslâmiyet defterine geçtiği, hiçbir kuvvet yeryüzünde bunu silemediği halde, şeytanların desiseleriyle o mefâhiri kalbinden silmemesi gerektiği yönündeki ikazına4 burada da değinmekte yarar görüyoruz.

Günümüzde tüm dünyada farklı ırk ya da etnik kökene mensup kişiler, aralarında aile bağları kurarak ve bir arada yaşamaktadırlar. Özellikle ülkemizde eski zamandan beri çok göçler ve değişimler olmuş, çok çeşitli kavimler gelmişler, yerleşmişler ve kaynaşmışlar, ülkemizi vatan edinmişlerdir. Bu sebeple unsurların gerçek mânâda birbirinden ayrılması mümkün değildir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle bu ancak levh-i mahfuzun açılmasıyla5 mümkün olabilir. Öyleyse, hareketi ve hamiyeti ırk esasına dayandırmak, anlamsız ve zararlıdır.

Irkçılık (menfi milliyetçilik) vatan birliğini engeller. Bediüzzaman, Kürtlere has bir özellik olarak, sosyal hayatlarının Türklerin sosyal hayat, mutluluk ve huzurları ile yakından alâkalı olduğunu belirterek gerçekçi bir tesbitte bulunmuştur.

Sonuç

Yukarıdaki tahlilde görüldüğü gibi dil, din, millet, milliyet gibi kavramlar ülke birliği açısından olumlu veya olumsuz sonuçlar doğurabilmektedir. Bağ unsuru olarak sadece vatan ele alındığında, milletin tanımlandığı alanın coğrafî boyutu kesin bir çizgiyle ortaya konabilir. Böyle bir coğrafî alan içerisinde yaşayan insanlar için, alan dışında milliyetlerinden olan başka insanlar bulunamayacağı gibi, bağlılıkları da sadece dünyevî olan zayıf bir temel üzerine kurulacaktır.

Öte yandan iletişimin en önemli vasıtası olan dil unsuru, kültürel bir muhteva oluşturması sebebiyle boyutları belli bir vatan alanını aşar. Aynı vatan içinde yaşayan insanları, tek bir dili konuşmaları yönünde sınırlandırmak, yaradılıştan gelen özelliklerine zıt olduğu gibi, hayatı hem daraltır, hem zorlaştırır.

Başlı başına ırk özelliği ise cesetlerin biyo-fizyolojik özellikleri üzerine kurulu bir çerçeve sunar. Günümüzde saf ırkın bulunması hemen hemen imkânsız olması yanında, ırka dayanan bir milliyetçilik anlayışı, birliği bozar ve milleti bölünmeye götürür.

Bütün bu faktörlerin olumlu bir etki doğurması için, iman perspektifinden müsbet bir bakışla yorumlanması gerekmektedir ki, bunu da Bediüzzaman Said Nursî yapmıştır. Onun görüşleri ışığında konuya bakıldığında milletin birlik ve beraberliği, ülke bütünlüğü sağlanabilmektedir.

Toplumun imanla olan bağları koparıldıktan sonra artık soyut bir din anlayışının, dil, etnik köken, v.s. gibi kavramların pek bir anlamının kalmayacağı ve bunların menfî yönde kullanılmasına müsait bir zeminin meydana getirilmiş olacağı açıklıkla görülmektedir. Bu durumda ise, milletin birlik ve bütünlüğünün muhafazası fevkalâde zorlaşır. Toplumda bölünme, güç kaybetme ve nihayet dağılmaya doğru gidiş kaçınılmazdır. Böyle bir durumun da hâricî düşmanların işine yarayacağı ve onların istediği gibi bir ortamı sağlayacağı açıktır.

Öyleyse iman, bu milletin manevî harcıdır. Birlik ve bütünlüğünü sağlayan diğer unsurları olumsuzluktan çıkarıp olumlu kılan en temel unsurdur. Tamamen maneviyat ve imana karşı bir şekilde hareket edilerek Milletin birlik ve bütünlüğü adına yapılan birtakım uygulamaların milletin birlik ve bütünlüğüne bir faydası olmadığı gibi bilâkis milletin birlik ve bütünlüğünü bozan, gücünü zayıflaştıran hareketler olarak tarihte yerini almaktadır. Milletimiz her türlü oyuna rağmen, özündeki iman meşalesini canlı tutarak, birlik ve beraberliğini devam ettirmektedir.

Milletimizin muhtaç olduğu mâneviyata dünya da muhtaçtır. Her türlü sinsi planı yapıp uygulayarak Osmanlıyı parçalayan tarihteki sömürgeci devletler bile bugün kendi varlıklarını sürdürmek ve kendi cemiyetlerindeki manevî çöküntülerden insanlarını kurtarmak için bu maneviyata muhtaçtır. Bu maneviyat, milletimizin içinden çıkmış olan, çağımızın büyük İslâm mütefekkiri Bediüzzaman Said Nursî’nin öğretisinde mevcuttur ve mütevazi bir şekilde bir gonca gül gibi etrafa güzel kokular saçarak yayılmaktadır. Diğer tarafta dünyanın huzura, barışa ve adalete kavuşmasını istemeyen ruhu bozulmuş, insanlık vasıflarını kaybetmiş kişiler de boş durmamakta ve ortalığı karıştırmaya devam etmektedirler. Allah nurunu tamamlayacaktır. Çünkü kâinatta asıl maksat iyilik ve güzelliktedir. Kötülük ve çirkinlik ise asıl maksadın anlaşılması içindir. Öyleyse iyilikler ve güzellikler yeryüzünde hâkim olacaktır. Bunun için de bize düşen, muhtaç olan insanlara Allah’ın nurlu Peygamberinin mesajlarını ulaştırmaya çalışmaktır.6

Bediüzzaman’ın öğretisine gönül veren ve bizzat onun yanında hizmetinde bulunan Zübeyir Gündüzalp’in ifadesiyle: Risâle-i Nurun şahs-ı mânevîsi; yalnız bir devleti değil, dünya yüzündeki milletleri, selâmet ve saadet içinde idâre edecek bir iktidar ve inâyete mâliktir.”7

Dipnotlar:

1 - Ecnebîler bizden aldıkları fikr-i milliyetle, bir ferdi, bir millet gibi kıymet alıyor. Çünkü bir adamın kıymeti himmeti nispetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir. Bazılarımızdaki dikkatsizlikten ve ecnebîlerin zararlı seciyelerini almamızdan, kuvvetli ve kudsî İslâmî milliyetimizle beraber, herkes “Nefsî, nefsî” demekle ve milletin menfaatini düşünmemekle, menfaat-i şahsiyesini düşünmekle, bin adam, bir adam hükmüne sukut eder. Yani, kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan değil. Çünkü insanın fıtratı medenîdir. Ebnâ-yı cinsini mülâhazaya mecburdur. Hayat-ı içtimaiye ile hayat-ı şahsiyesi devam edebilir. Meselâ, bir ekmeği yese, kaç ellere muhtaç ve ona mukabil o elleri mânen öptüğünü ve giydiği libasla kaç fabrikayla alâkadar olduğunu kıyas ediniz. Hayvan gibi bir postla yaşayamadığından, ebnâ-yı cinsiyle fıtraten alâkadar olduğundan ve onlara mânevî bir fiyat vermeye mecbur bulunduğundan, fıtratıyla medeniyetperverdir. Menfaat-i şahsiyesine hasr-ı nazar eden, insanlıktan çıkar, mâsum olmayan câni bir hayvan olur. Birşey elinden gelmese, hakikî özrü olsa, o müstesna... (Hutbe-i Şamiye, s.)

2 - “İslâm dini kendinden önceki bâtıl olan fiil, hareket, âdet ve inanışları keser, kaldırır.” Buharî, Ahkâm: 4, İmâra: 36, 37; Ebû Dâvud, Sünnet: 5; Tirmizî, Cihâd: 28, İlim: 16, Nesâî, Bey’a: 26; İbni Mâce, Cihad: 39; Müsned, 4: 69, 70, 199, 204, 205, 5:381, 6:402, 403. “Kâfirler, kalblerine cahiliyet taassubundan ibaret olan o gayreti yerleştirdiklerinde, Allah, Resulünün ve mü’minlerin üzerine sükûnet ve emniyetini indirdi ve onlara takvâda ve sözlerine bağlılıkta sebat verdi. Zaten onlar buna lâyık ve ehil kimselerdi. Allah ise her şeyi hakkıyla bilir.” Fetih Sûresi, 48:26.

3 - “Allah öyle bir topluluk getirecektir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler ve Allah yolunda cihad ederler.” (Mâide Sûresi, 5:54.) ayetinde bildirilen topluluğa uygun düşen bir yaşantı sergilemiştir.

4 - Mektubat, s. 312.

5 - Mektubat, s. 313.

6- ”Bana ıztırap veren,” dedi, “yalnız Islâmın mâruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü, düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basîret gözü böyle körleşirse, îman kalesi tehlikededir. Işte benim ıztırâbım, yegâne ıztırâbım budur. Yoksa, şahsımın mâruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate mâruz kalsam da, îman kalesinin istikbâli selâmette olsa!”

“İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felâket ve musîbetle geçti. Cemiyetin îmânı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı fedâ ettim; helâl olsun. Onlara bedduâ bile etmiyorum. Çünkü, bu sâyede Risâle-i Nur, hiç olmazsa birkaç yüz bin, yâhut birkaç milyon kişinin-adedini de bilmiyorum ya, öyle diyorlar. Afyon Savcısı beş yüz bin demişti. Belki daha ziyâde-îmânını kurtarmaya vesîle oldu. Ölmekle, yalnız kendimi kurtaracaktım, fakat hayatta kalıp da zahmet ve meşakkatlere tahammül ile bu kadar îmânın kurtulmasına hizmet ettim. Allah’a bin kere hamd olsun.

“Sonra, ben, cemiyetin îman selâmeti yolunda âhiretimi de fedâ ettim. Gözümde ne Cennet sevdâsı var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin îmânı nâmına bir Said değil, bin Said fedâ olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmânını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya râzıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistân olur.”

7 - Sözler, s. 713.

22.12.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004