Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 12 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Enstitü

 

Kesrette boğulmak

İnsanoğlu garip bir varlık. Varlık içinde varlıkla alakadar ve varlığı anlamlandıran bir konumda. Bu açıdan hayat önemli bir zemin ve pek çok güzellikle bu zeminde belirip, yeşeriyor. Hayatın hemen hemen tüm özelliklerini ve güzelliklerini yansıtan ve yaşatan insan, çoğu zaman algılarının sınırlılığından kurtulamıyor. Varlığın maddî boyutuna muhatap ya da kesretine yönelik algılar ise varlığın içine sığmayan, maddenin ifade edemeyeceği ruhi güzellikleri boğuyor. Kesrette boğulmak bu olsa gerek!

Ruhlar âleminin, mânâ boyutunun özelliklerini taşıyan ruhlarımız, sınırlı bedenlerimizde, kafesteki kuş misali zaman zaman bunalıyor, sıkılıyor. Bir teneffüs için ruhun kendini daha serbest hissettiği manevî ortamlar arıyor. Evet, biz insanlar garip varlıklarız, çünkü kendimizi tam anlamıyla yaşadığımız, içinde bulduğumuz âleme ait hissetmiyoruz. Bize ait olduğunu zannettiğimiz, kendimizin olarak hissettiğimiz şeylerin hangi sınırdan itibaren bize ait olduğunu bilemiyoruz. Zaten, biz kimiz? Bu sorunun cevabı da kafamızda netleşmiş değil. Varlığın gerçek anlamını iç âlemimizde netleştirmemişiz. Dolayısı ile zaman zaman kendimizi varlığa ve kendimize yabancı hissediyoruz.

Bir yerlere ait olmak istiyoruz. Bu arzumuza ailede, arkadaş çevresinde, şehirde ve ülkede birlikte olduklarımızla cevap bulmaya çalışıyoruz. Kolektif bir şuur, ortak bir benlik ve toplumsal özelliklerle “biz” anlayışını pekiştirmeye çalışıyoruz. Çevremizle, diğer insanlarla, hatta diğer varlıklarla birlikte oluşturduğumuz ilişkiler ağı içinde benliğimize, kişiliğimize bir dayanak, eşya ve kesret içinde boğulmamak için bir tutanak arıyoruz.

Gündelik hayatın işleyişi içinde kurduğumuz ilişkiler ağı işimiz, ailemiz, arkadaşlarımız, şehrimizle sınırlı. Zaman zaman dünyayı nadiren de uzayı içine alabiliyor. Çoğumuzun hayatı ev ve iş arasında sınırlanmış, meslekî problemlerin çözümü, ailemizin ekonomik sıkıntıları ve kısmen de memleket meseleleri içine sıkışmış vaziyette. Ülke yönetimini, alınan ekonomik kararları, seçim sonuçlarını, borsayı, ülkemizin futbol maçlarında kazandığı galibiyetleri çok önemsiyoruz. Hayatımız bu türden ilişkiler yumağı içinde sürüp gidiyor. Ancak şehrin şatafatlı yaşantısı, gökyüzünü gizlemek istercesine delen yüksek binalar, kısa vadeli, çoğu zaman günü birlik arzular ve endişelerin çizdiği çerçeve içine sıkışmış hayatımız bizi oyalıyor, pek çok şeyi; bazen düşünmeyi bile unutturuyor. Nefsanî arzuların tatmini, “ben”e yönelik isteklerin yerine getirilmesi ile geçici mutluluklar da yaşayabiliyoruz. Yeni aldığımız ev, yenilediğimiz araba, yaz tatili planları kulübecik şekline dönüştürdüğümüz küçük dünyamızı dolduruyor. Daha üst düzeyde düşündüğümüzde Filistin’deki dram, Afganistan’ın problemleri, Ortadoğu sorunu, Kıbrıs sorunu gibi konular gündeme geliyor. Oysa, sonsuz izlenimi veren bir uzayda, milyarca galaksinin içinde yerini bulmakta güçlük çekeceğimiz bir Samanyolu galaksisi içinde toplu iğne ucu kadar bile yer işgal etmeyen bir dünya da bütün bunların ne önemi var ki? Yani bunlar varlığın aslı ile, bizim gerçekliğimiz ile ilgili ne ifade ediyor olabilir ki? Uzaydan baktığımızda, ufacık bir mavi top içinde dönen bunca olay, çok şaşırtıcı bile gelebilir. Sonra bütün sonsuzluğu, akıl almaz genişliği ile semâ ve uzay olarak yaptığımız tanımlar, yalnızca algılarımıza ulaşanlardan oluşuyor. Algılarımızın dışında pek çok maddî ve maddî olmayan varlıkların bulunduğunun da çok sayıda işaretleri var. Bunların da bizim ve âlemimizin gerçekliği ile ilgili bir anlamı, kendi ve çevre tanımımızda bir yeri olmalı. âlem-i ervahtan şehadete, bir büyük patlamanın ardından birbirini takip eden silsilelerle genişleyen varlık âleminde, esrarengiz bir yolculuk halindeki ruhumuzda, özümüzde bu âlemlerden de birer parça olmalı. Zaman zaman ruhumuzun derinliklerinde hissettiğimiz tarifi güç duygular, bir anlam veremediğimiz arayışlar, kim bilir hangi âlemin ruhumuzda yansıması. Kendimize ve ruhumuza yabancı oluşumuz, bu yansımaları anlamsızlaştırıyor ve anlamsız yansımalar, karşılıksız iletişim zaman zaman benliğimizi ve ruhumuzu boğuyor.

Aslına çözüm çok kolay! Bütün âlemleri, uzayı, sayısız galaksileri, dünyamızı ve bizi aynı anda gören, aynı anda yaratan, Kadîr-i Zül’celâl’e dayanmak, O’na kulak vermek, her şeyin aslını ve özünü kuşatan Alim-i Külli Şey’i dinlemek bizleri sanki varlığın kargaşası ve boğuculuğunun dışına çekiyor. Kur’ân okunurken ruhta hissedilen rahatlık ve en sıkıntılı anlarda bile bir huzur buluşumuz, bu halin bir tazahürü olmalı.

Aslında eşyanın kesretinden esmanın vahdetine doğru gidildikçe ruhta bir ferah, kalpte bir inşirah hali kendini hissettiriyor.

Varlığın boğucu işleyişlerinden, mülkün karmaşık ilişkilerinden sıyrıldıkça aslımızı buluyoruz. Belki de bu yüzden kendimizi sanki ait olduğumuz yerde ve olmamız gereken konumda hissediyoruz. Varlıktan ve “ben”den ayrılmış ve O’ndan uzaklaşmış bir ruh, sanki efendisinden kaçmış bir köle gibi sıkıntılı, huzursuz ve gergin... Sanki çağımızın hastalığı olarak adlandırılan stres bu durumun bir tezahürü. Oysa, O’nun ile bütünleşmiş, O’na dayanan, O’ndan kaynaklandığının farkında olduğumuz “ben,” varlık ve ruh daha uyumlu bir bütün oluşturuyor. Böyle bir vahdanî ya da tevhidî birliktelik ruhun aslını ve özünü bulduğu mükemmel bir ahenk sergiliyor.

Cemiyet içinde mutlu ve huzurlu yüzlerle endişeli, gergin, sıkıntılı ve isyankâr yüzler bu durumu daha net anlatıyor.

Rahîm-i Zül’cemâl’e dayanan o rahmetin sıcaklığını, bütünlüğün rahatlığını ruhunun ta derinliklerinde hissediyor. Aynı şekilde O’ndan uzak olan, O’ndan ayrılığın cehennemî azabını daha dünyadayken yaşıyor. Kesrette boğulmanın karmaşa ve bunalımı depresyonlar, intiharlar, panik ataklar, anksiyeteler, bunaltılar şeklinde dünyamıza yansıyor.

12.01.2007


 

Bediüzzaman'a göre Avrupa Birliği- 3

Kıbrıs, AB’ye rest çekildiğinde, mevcut haliyle kalabilecek midir? Hiç sanmıyoruz. Zaten epeydir, her şeye rağmen AB’ye imrenen bir Kıbrıs Türkü olgusu önümüzde durmaktadır. Eski çileler unutulmuş, çilekeşler bir bir terk-i dünya eylemiştir. Kıbrıs Türküne rağmen mevcut statükoyu devam ettirmek de, KKTC yönetimi ve Türkiye için pahası zor ödenecek bir bedeli kabullenmek olacaktır. Üstelik Yunanistan ve Rum Kesimi ile baş edemezken 25 ülkenin ablukasına maruz kalınacaktır.

6- MEDENİYETLER BULUŞMASI ZEMİNİNDE AB

6.1. MEDENİYETLERİN

GÜNÜMÜZDEKİ GEÇİŞ SÜREÇLERİ

Küreselleşen bir dünyada medeniyetlerin birbirinden bağımsız ele alınması imkansızdır. Dünyanın en ücra köşesinde yer alan bir kültürel unsur bile binlerce kilometre uzaktan bilinebilmekte ve etkileşim inanılmaz derecelere ulaşmaktadır. Avrupa Birliği, kendi birliği içinde sınırları kaldırmasıyla bu realiteye ne denli entegre olduğunu göstermiştir.

Avrupa geldiği noktada yıllarca savaştığı ve sömürdüğü bir medeniyetin derin izleri ile karşılaşmaktadır. Avrupa Birliği küreselleşme ile birlikte domino etkisi yapan sosyal ve siyâsî olaylar ile “medeniyetler çatışması” nı dillendiren senaryolara karşı, sınır komşusu olduğu İslâm ülkeleri ile buluşma ve medeniyetlerin müspet yaklaşımları, birbirine geçişe sıcak bakacak noktaya gelmiştir. Avrupa Birliği üyelik sürecine giren Türkiye örneği bu noktada çok önemlidir. Medeniyetlerin buluşmasına, yanlışların ayrışmasına ve insânî değerlerin başka medeniyetlerin olumlu taraflarını da içine alacak bir yakınlaşma ve sempatiye geçmesine ortam hazırlayacaktır.

Avrupa Niye İstiyor?

Felsefî ve fikrî boyutlarının yanı sıra, ayakları sağlam zemine basan, somut temeller sebebiyle de Avrupa ‘vizyoner’leri Türkiye’nin AB üyeliğini istemektedir. Bu temelleri; “doymamış pazar, genç ve ucuz işgücü-Avrupa nüfusunun yaşlılığı, rakip olabilecekleri partner yaparak çatışma potansiyellerini yok etme, Türk ve İslâm dünyasına kolay açılma, önemli bir ülkeyi Amerika veya üçüncü dünya ekseninde kaybetmeme” olarak kısaca özetleyebiliriz.

Bunun yanı sıra Avrupa’nın hesapladığı başka kazançları da vardır. Bunlar;

Hep fundamentalizm ve çatışmalarla tanıdığı, ancak esrarına da meftun olduğu doğu (İslâm) dünyasına gerçek açılış,

Yeni medeniyet ve kültürü, peşin hükümsüz tanıma, ilmî araştırmalar, üniversitelerde sempozyumlarla, aklı başında dört başı mamur doktoralarla bizim bile yapamadığımız incelemeler, ‘meğer biz neymişiz dedirtecek’ bulgular,

Türkler kendini daha rahat ifade ettiğinde, Avrupalının yalnız başına yakalayamadığı ferdî ahlâka ve insanın iç alemine erişme şansı. Tek ayakla yürüyen kendi sosyal ahlâk düzenlerini tamamlayabilme imkanıdır. Tabii bu Türkler için de yakalayamadıkları sosyal ahlâkı bulma şansını verecektir.1

İnsanlığa büyük faydalar ve önemli ilerlemeler sağlayan medeniyet, sadece Batının malı değildir ve olamaz. Medeniyet, insanlığın ortak eseridir. Bu medeniyetin oluşmasında; yüzyıllar boyunca görüş ve fikirlerin birbirlerine katılmasıyla oluşan birikim, semâvî dinlerin ve özellikle de İslâmiyet’in büyük katkıları vardır.

Bediüzzaman; İslâmiyetin zuhuruyla insanlık aleminin cehaletten kurtulduğunu, yeryüzündeki tüm kemâlât, medeniyet ve terakkinin kaynağının semâvî dinler olduğunu, peygamberler eliyle geldiğini, bilim ve sanatın da bundan istifade ettiğini2 özellikle belirtmektedir.

İslâm dünyası medeniyetlere geçiş desteği verme noktasında yeterli manevî kaynaklara sahiptir. Sadece Avrupa, Japonya veya başka bir bölgede kullanılan ilmî gelişim ve tekniklere ihtiyacı vardır. Bu zamanda İslâm dünyasının kalkınması, gelişmiş bilimlerden istifade ile mümkün olabilir. Bilim ve dinin birbirine dost olması mutlaka sağlanmalıdır. Nereden gelirse gelsin bilim ve sanata İslâmiyet’in malı olarak sahip çıkan Bediüzzaman, bunların tevhit ile yoğrularak, Kur’ân’ın bahsettiği tefekkürle ve Cenâb-ı Hakk’ın kainata derc ettiği kanunlar nazarıyla değerlendirilmesi gerektiğini savunur. Böylece, bu yeni sentezlerle gelecek yapılanması sağlıklı olacaktır. 3

Avrupa kadar İslâm dünyası da medeniyetlerin olumlu geçişlerine ve müspet ittifakına, kendine düşen sorumluluklarıyla katkı yaparsa, dünya dengesinin müspet medeniyet blokunu beraberce inşa şansı artacaktır.

Kuvvetler ayrılığı prensibinin iyiden iyiye kendini hissettirmeye başladığı günümüzde, Amerika’nın geri giden totaliterliği çözüldükçe ve İslâm’a bakışlarını gözden geçirme noktasına gelen Batı, AB’ne aday Müslüman ülke konumundaki Türkiye ile birlikte, dünya haritasında okumaya ve anlamaya çalıştığı yeni ödevlerinin arasında öncelikle İslâmiyet gelmektedir.

6.2. İslâm MEDENİYETİ

İLE AVRUPA BULUŞMASI

Türkiye’nin Birliğe aday olması Avrupa Birliğini İslâm-Avrupa buluşmasında bir zemin konumuna getirmektedir. Burada Türkiye İslâm alemi için Avrupa’ya ulaşmada bir köprü iken, Avrupa’nın da İslâm alemine açılmasında yine bir köprü vazifesi görecektir.

İslâm medeniyeti eski semâvî dinlerin güzelliklerini kendisinde barındırır. Bu nedenle İslâm medeniyetinin Avrupa ile buluşmasında Avrupa medeniyetinin eksik kalmış ya da zamanla bozulmuş kısımlarına bu güzellikleriyle katkılar yapması beklenmektedir.

Türkiye-AB yakınlaşmasında kafa kurcalayan bir diğer konu da gayr-i Müslimlerle nasıl birlik olunabileceğidir. Bunun cevabını Bediüzzaman’ın; “Her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin de her bir sıfatı kâfir olmak lâzım gelmez. Onlardan medeniyetlerinin güzelliklerini alırız. Maye-i bekamız olan İslâmiyete sımsıkı sarılmaya devam ederiz.” 4 çözümlemesinde bulmak mümkündür.

Ayrıca Avrupa’nın vahşetten medeniyete geçişi ve kuvvetlenmesi sebebiyle özellikle Müslümanlara karşı olan husumet ve taassupları zail olmuştur. “Çünkü din nokta-i nazarından medenilere galebe çalmak ikna iledir.” Diyen Bediüzzaman, medenî Avrupa’ya karşı davranış biçiminin formatını verir. Uzak durularak veya düşmanlık edilerek dine hizmet yapılması mümkün görünmemektedir. İslâmiyetin güzellikleri, hayata geçirilerek münasebet içerisinde olunan Avrupalılara gösterilirse, söz ile yapılacak ikna metodundan daha etkili sonuçlar vereceği şüphesizdir.

İstikbalde İslâmiyetin kuvvetiyle medeniyetin güzellikleri üstün gelerek İslâmiyet güneşinin büyük milletler ve kıt’alar üzerinde hâkim olacağını5 müjdeleyen Bediüzzaman, hakikî münevver ve müttehit olarak insanlık kervanına öncülük edeceğimizi6 söylemektedir.

Karşımızda; bütün kemalâtın üstadı ve üç yüz yetmiş milyon nefisleri bir tek nefis hükmüne getirebilen ve hakikî bir medeniyetle ve müsbet ve doğru fenlerle teçhiz edilmiş olan ve hiçbir kuvvet onu kıramayacak bir mahiyette bulunan hakikat-ı İslâmiyet7 durmaktadır.

7- TÜRKİYE’NİN AVRUPA YOLCULUĞU

7.1. 200 YILLIK SERÜVENİMİZ

1839 yılında Tanzimat Fermanının ilanından başlayarak günümüze kadar başa gelen bütün devlet erkanının rotası Avrupa’ya doğru olmuştur.

Türkiye, tarihinde her zaman gücünü doğudan alıp yüzünü Batıya çeviren bir gelenekten gelmektedir. Bu daha evvel fetihler şeklinde vuku bulurken, son 200 yılda ise fikrî ve siyâsî anlamda bir yönelişe dönüşmüştür. Baştan beri Avrupa’ya doğru olan bu yöneliş Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar taklit seviyesinde kalmış ve sadece Avrupa’nın sefahat ve israf gibi menfî yönleri örnek alınmak şeklinde olmuştur. Onlara benzeme adı altında menfî fikirler ithal edilmiştir. Dolayısı ile eskiden olduğu gibi bugün de mükemmel ve her şeyin üstadı olan hakikî İslâm medeniyetinin, müsbet ve doğru fenlerle donatılarak hayata geçirilmesi İslâm âlemi açısından büyük önem arz etmektedir.

AB, bir anlamda, Doğu ve Batı’nın gelişme dinamolarının farklı olduğu gerçeğini kabullenmenin, Batı açısından ispatıdır. Zira Batı dünyası, kilise taassubunu kırabildiği, tahrif edilmiş dini kullanan ruhban sınıfının istibdadını aşabildiği ölçüde ilerleyebilmesine rağmen, Doğu (İslâm dünyası) aksine, temel dinamiği olan dînî değerlere ve bundan kaynaklanan ferdî ve sosyal ahlâka bağlılığı derecesinde dünyevî gelişmeyi yakalayabilmiştir. Tabii ki bu gelişme, Moğollar veya Haçlılarda olduğu gibi bir istila hegomonyası değil, rafine bir kültür ve medeniyet oluşturmanın heyecanı ve serencamıdır.8

Asya ve Avrupa arasına sadece coğrafik olarak konuşlanmakla kalmamış, aynı zamanda yıllarca Avrupalılarla hem komşuluk etmiş, hem de Avrupa Ülkelerinin bir kısmını yönetmiş bir kökten gelen Türkiye’nin, AB’ye girmesi durumunda kendine has özelliklerinden ötürü, deyim yerindeyse, “laiklik” ve “özgürlük” gibi konularda bir nevi alış-verişte bulunarak, kendine çeki-düzen vermesi, diğer yandan, İslâmiyetten gelen güzellikleri ile bağlantılı olarak, Avrupa Medeniyetinin tamamlanmamış kısımlarına katkı yapması mümkün görünmektedir.

Türkiye, Avrupa’nın zararlarını düşünürken nasıl rahatsız oluyorsa, Avrupa dahi Türkiye’nin özellikle nüfus yapısından korkmaktadır, kaygılanmaktadırlar. Neden? Çünkü ülkemiz aktif, işsiz fakat genç dinamiği fazla ve ciddi bir güç görünümündedir.

Şeyh Bahid Efendinin: “Avrupa ve Osmanlı Devleti hakkında ne diyorsunuz? Fikriniz nedir?” sorusuna; “Avrupa bir İslâm Devletine, Osmanlı Devleti de bir Avrupa Devletine hâmiledir. Bir gün gelip doğuracaklardır.” cevabını veren Bediüzzaman, bu serüvenin zamanla ortak bir noktada birleşeceğini keskin bir ileri görüşlülükle ifade etmiştir.9

7.2. AB İLE YAŞADIĞIMIZ SÜREÇ

Fiili olarak AB’ye ilk başvurumuz 1959 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğuna katılma istemiyle vuku bulmuş ve AB süreci bu şekilde başlamıştır. Uzun uğraşlar sonucu demokrasi bağlamında alınan yollar darbeler ile sekteye uğramış ve süreç büyük yaralar alarak Türkiye’yi hep yolun başına atmıştır.

1959 yılından beri bir inişli bir yokuşlu şekilde devam eden AB sürecimiz, zaman zaman Avrupa’nın çifte standartları, zaman zaman da TC’nin basiretsiz yöneticileri tarafından gerektiği gibi değerlendirilememiş ve AB yolculuğunda en uzun üyelik süreci olarak tarihe geçmiştir.

Türkiye’nin Avrupa birliği macerası farklı duruşlara sahip kesimlerce aynı noktalara vurgu yapılarak Avrupa Birliği sürecimiz üzerinde olumsuz spekülasyonlara kapı açılmaktadır. Bu endişeleri iyi niyetli kabul ederek değerlendirdiğimizde birkaç noktayı irdeleme ihtiyacı doğmaktadır. Sorgulanan konulardan birisi, bağımsızlıktır. Bunlara göre;

“Vatandaşın hürriyeti ne kadar kısıtlanırsa, ülke o derece bağımsız olur, hatta kolay yönetilir.” anlayışı iyice aşınmıştır. İnsan bağımsızlığı, ülke bağımsızlığı ile taçlanmaktadır. Bugünün dünyasında, kendi halkına hürriyet tanımayan yöneticilerin ülkelerinin, bağımsız kalmaları da zor görünüyor. Bağımsızlık için halk desteği, her zamankinden daha fazla şart hale gelmiştir. Halka dayanılmıyorsa veya halkın iradesi yönetim için belirleyici olamıyorsa, başka destekler ve kumpaslarla idareyi elde tutma çabaları uç verecektir. Bu yapıların, ezeni, ezileni ile topyekün silinmesi söz konusudur.

Yetiştirilme biçimlerimiz dikkate alındığında önemli revizyonlara ihtiyaç hasıl olabilir. Bağımsızlığı bahane ederek AB karşıtı olduğunu seslendirenlerin, bağımsızlıktan ne anladıkları da, uygulamada ortaya koyulduğu üzere, ayrıca sorgulanmalıdır. Bağımsızlığın anlamı, “Kendi halkım, döverim de, severim de.” veya “Ülkeyi istediğim ülkeye bağlarım.” olmasa gerektir.

Yeni süreçlerde ülkemiz açısından baktığımızda, yeni tartışma konusu ve aranacak soru “Çokluk içinde maddî-manevî zenginlikle var olmak.” ile “Azlık ama, başına buyruk (kendinden başkalarına buyruk) erime ve yok olma.”seçenekleridir.

Halkın taleplerinin ortaya koyduğu fotoğrafı net çekemez, dışarıya ve içeriye verdiğimiz resimde, ülke insanını biteviye dışlar ve yok sayar isek, milletlerin iç içe geçtiği küreselleşmede, devletin; ülke içi bir yana, dış alemde de önemli bir temsil sorunuyla karşı karşıya kalması muhtemeldir. Ayrıca, içeride iyi kötü var olduğunu kabul ettiğimiz idari müesseselerin, içten çürüyen ağacın bir anda devrilmesi gibi göçtüğüne şahit olabiliriz. Dileğimiz, ülkeyi yönetenlerin, vatandaşların şikâyet ettiği sistem bozukluklarıyla ilânihâye gidemeyeceklerini kendiliklerinden anlayıp, devletin ve milletin önünü açmalarıdır. Sosyoloji biliminden de istifade ederek; “Değişim ve dönüşüm taleplerine direnmek, mümkün mü?” “Kendi gelecekleri için de doğru mu?” olduğu konusu, kapsamlı araştırma yapmayı arzulayan meraklıları için boş ve verimli bir alandır.

Direnerek elde tutacağımızı sandıklarımız, daha kolay da kaybedilebilir. Ülke bütünlüğü, mevcut zihniyetle devam edildiği takdirde, muhafaza bir tarafa, tehlikededir bile. Millet bütünlüğü ise, bizâtihi hâkim gücün doğru bellediği hata ve yanlışlar yüzünden epey yara almıştır.

Kendini gümrük duvarlarının arkasına saklamış sermaye, dış rekabete açılamadığı ölçüde, tüketiciye tek tip ve kötü malı pahalıya satma, devlete mal ve hizmet satmayı birinci girdi yapma açmazına düşecektir.

Kıbrıs, AB’ye rest çekildiğinde, mevcut haliyle kalabilecek midir? Hiç sanmıyoruz. Zaten epeydir, her şeye rağmen AB’ye öykünen bir Kıbrıs Türkü olgusu önümüzde durmaktadır. Eski çileler unutulmuş, çilekeşler bir bir terk-i dünya eylemiştir. Kıbrıs Türküne rağmen mevcut statükoyu devam ettirmek de, KKTC yönetimi ve Türkiye için pahası zor ödenecek bir bedeli kabullenmek olacaktır. Üstelik Yunanistan ve Rum Kesimi ile baş edemezken 25 ülkenin ablukasına maruz kalınacaktır. Kıt’a sahanlığı, Adalar ve Ege problemleri içinde benzer tehlikeler vardır.

Türkiye için bir bölgesel güç ve dünya devleti olmanın yolu, içimizdeki bazı vakıaların da katkısı ile AB ile bütünleşmekten geçiyor. Gelişmeyi ve kalkınmayı, aslında inancımızda zaten var olan hür dünyanın olmazsa olmazlarına sırtımızı dönerek gerçekleştiremeyiz.

Altıların imzaladığı Roma Anlaşmasının 1958’de yürürlüğe girmesinin ardından, Demokrat Parti zamanında 1959 Haziran’ında Yunanistan, Temmuz’unda ise Türkiye topluluğa katılma müracaatında bulunmuşlardır. Amaç, zamanın iktidarınca “uzun dönemde, Batı Avrupa’da kurulabilecek siyâsî birliğin dışında kalmamak” olarak açıklanmıştır. Bu, bazılarının 40 yılda göremediklerini bir yılda görebilen uzak görüşlülüğün resmidir. Görüşmeler 4 yıl sürmüş ve meşhur Ankara Anlaşması 12 Eylül 1963’de imzalanmıştır. Üç kademede tamamlanacak bir ortaklık ilişkisi başlamış, kademeler uzatılmış, karşılıklı ayak sürümeler, redleşmeler, restleşmeler yaşanmış ve nihayet 1987 yılında resmen yeniden erken tam üyelik müracaatında bulunulmuştur. En son Aralık 1999 tarihinde Helsinki’de, 1997 Lüksemburg toplantısının aksine Türkiye’ye aday ülke statüsüyle davette bulunulmuş ve buna biraz gönülsüz de olsa iştirak edilmiştir. Aralık 2005 itibariyle başlayan Müzakere Süreci ise, kervanın her şeye rağmen yürüdüğünü göstermektedir.

Dipnotlar:

1 - Lem‘alar, s: 126

2 - Nursî, Bediüzzaman Said, Tarihçe-i Hayat

3- Nursî, Bediüzzaman Said, Divan-ı Harb-i Örfi

4 - Nursî, Bediüzzaman Said, 20. Lem‘a

5 - Nursî, Bediüzzaman Said, Emirdağ Lâhikası-2-142

6 - Nursî, Bediüzzaman Said, Münazarat, s: 29

7 - Nursî, Bediüzzaman Said ,Tarihçe-i Hayat, s: 93

8 - Nursî, Bediüzzaman Said, Mektubat, s: 312

9 - Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s: 753,754

12.01.2007


 

Abdulaziz Çaviş (1876-1929)

Mısır’da doğup büyümüş son dönem düşünce ve fikir adamlarındandır. Ömrü boyunca işgalcilere karşı çıkmış ve İslâm topraklarının işgalden kurtarılması için yayın yoluyla faaliyette bulunmuştur. İngilizlere karşı yayımlattığı beyanname ile mahkemeye verilmiş ve mahkemeden beraat etmiştir. Trablusgarp ve Birinci Dünya savaşlarında Müslümanları harekete geçmeye çağırmıştır. Osmanlı ülkesinde de bulunmuş ve Bediüzzaman ile birlikte Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’de hizmet görmüştür. Risâle-i Nurda kendisinden övgüyle söz edilmiştir. Kendisi de Mısır’da Bediüzzaman hakkında övgü dolu bir makale kaleme almıştır.

bdülaziz Çaviş, 1876 yılında İskenderiye’de doğdu. Fas asıllı bir aileye mensuptur. Temel eğitimini aldıktan sonra Mısır’ın dünyaca ünlü üniversitesi olan Camiü’l-Ezher’de okudu. Buradaki eğitiminden sonra Mısır hükümeti tarafından İngiltere’ye eğitim görme amacıyla gönderildi. Burada da bir süre eğitim gördükten sonra Oxford Üniversitesinde hocalık yapmaya başladı. Arapça dersleri okuttu.

Abdülaziz, bir süre İngiltere’de kaldıktan sonra Mısır’a geri döndü. Bir süre siyasete ilgi duydu. İngilizlere ve işgalcilere karşı bir politika izleyen Mustafa Kâmil’in liderliğindeki partiye girdi. Daha sonra 1910 yılında El-Hidaye adlı dergi ile birlikte yayın hayatına başladı.

Mısır’da tanınıp çeşitli faaliyetlerde bulunan Abdülaziz Çaviş, 1912 yılında Osmanlı devletinin merkezi olan İstanbul’a geldi. Burada ilmî çevrelerle yakınlık kurdu. İstanbul’da da El-Hidaye ve Hilâl-ı Osmanî adlı dergiler ile fikirlerini neşretmeye devam etti. Diğer yandan eğitim faaliyetini sürdüren camilerde ders vermeye başladı.

Abdülaziz Çaviş, Osmanlı ülkesine geldiği zaman durum pek iyi değildi. Trablusgarp topraklarına yıllardan beri göz dikmiş bulunan ve işgal için fırsat kollayan İtalya harekete geçti. Merkezden uzak ve yardım gönderilemeyen Trablusgarp’ta Osmanlı-İtalyan savaşı başladı (1912). Bu savaş sırasında Osmanlı Devleti Trablusgarp’a tatminkâr bir yardım gönderemediği gibi İtalyan işgaline de engel olamadı. Ancak, bu savaş başladıktan sonra yıllarca süren sivil ve askerî yardımların farklı bir örneği sergilendi. Vatanperver sivil ve askerî simalar, gerek dışardan ve gerekse oraya giderek İtalyan işgaline karşı halkı teşvik ve onlarla birlikte mücadele etme yoluna gittiler. Abdülaziz Çaviş de elinden geldiği kadar bu işgallere karşı çıktı.

Abdülaziz Çaviş, İngilizlerin işgali altında bulunan Mısır’da İngilizlerin aleyhinde bir beyanname hazırlayıp dağıtması üzerine mahkemeye verildi ve Mısır Hükümeti tarafından geri çağrıldı. Mısır’a geri gönderilen Abdülaziz Çaviş, beraat ettikten sonra tekrar Türkiye’ye geldi.

Bilindiği gibi 1914 yılında Birinci Dünya Savaşı başlamış ve Osmanlı Devleti Almanya’nın yanında İngilizlerle savaşa girmişti. Bu savaştaki cephelerden birisi de Süveyş Kanalı üzerine idi. Gaye İngilizleri Mısır’dan çıkartmak idi. Bu girişimde İngilizleri yıpratmak ve onları sömürgelerinde vurmak amacı güdüldüğü gibi, Almanya’nın yükünün hafifletilmesi de söz konusu idi. Abdülaziz Çaviş, savaş sırasında bu cephenin açılmasına ve İngilizlere karşı harekete geçilmesine destek verdi. Seferin hazırlanması aşamasında yardımcı olmaya çalıştı.

Milyonlarca insanın ölümüne ve büyük kayıpların verilmesine sebep olan bu büyük savaş dört yıl sürdü. Abdülaziz Çaviş, savaş boyunca Almanya, Suriye ve Türkiye toprakları üzerinde bazı seyahatlerde bulundu. İngiliz, Fransız ve Ruslara karşı verilen savaşta başarılı olunması için fikrî alanda katkılarda bulundu. Tunuslu Salih Şerif ile birlikte bütün İslâm dünyasını kapsayan beyannameler hazırlayıp dağıtmaya çalıştı. Sömürgecilere karşı Müslümanları harekete geçmeye çağırdı. Büyük bir gayret sarf ederek esaretten kurtulmak için mücadele verdi.

Abdülaziz Çaviş, muhtelif beldelerde faaliyet göstermeye devam ederken Türkiye’ye dâvet edildi. Bediüzzaman Said Nursî’nin de üyeleri arasında bulunduğu Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’de çalışmalarını sürdürdü. Burada Tel’if ve Tedkikat-ı Şer’iyye Encümenliği’nde üye olarak çalıştı. Bu vesile ile Bediüzzaman’ı tanıdı. Türkiye’de çalışmasını 1924 yılına kadar sürdürdü ve bu tarihte Mısır’a döndü.

Abdülaziz bir süre Mısır’da da hizmetlerini devam ettirdi. Önce Eğitim Bakanlığı’nda görev aldı. Bu arada kurulan “Müslüman Kardeşler” teşkilâtının kurucuları arasında yer aldı. Türkiye ile olan bağlarını devam ettiren Abdülaziz İstanbul’da tanıştığı Bediüzzaman hakkında yazılar yazdı. 1928 yılında Mısır’ın El-Ahram Gazetesi’nde övücü bir makale neşretti. Bediüzzaman’ı “Fatinü’l-Asr” olarak vasıflandırdı. Erzurum milletvekilliği yapan Salih Yeşil de Abdülaziz Çaviş için; “Mısır’ın en maruf ulemâsından olan ve garbın müteaddit lisan ve felsefesine âşina bulunan üstad-ı âzam…” ifadelerini kullanmıştır (Emirdağ Lâhikası, s. 136).

İşgallerle birlikte giderek küstahlaşan İngilizlerin Anglikan Kilisesi, cevaplandırılmak üzere Şeyhülislâmlığa mektup yazmış ve bu yazı Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiyeye havale edilmişti. Dört soru sorulmuş ve cevabın da en fazla otuz bin kelimelik olmasını isteme küstahlığında bulunmuştu. Bu sorulara karşılık İsmail Hakkı İzmirli ile Abdülaziz Çaviş birer cevap yazmış, İzmirli’nin cevabı Şeyhülislâmlık tarafından uygun bulunmuştu. Daha sonra Abdülaziz Çaviş’in cevapları Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından neşredilmişti.

Anglikan Kilisesi’nin küstah tavrını fark eden ve kasıtlı sorulan sorulara cevap verme yoluna gitmeyen Bediüzzaman İngilizlerin aleyhinde ağır bir beyanname yazarak dağıttırmıştı. Onların sorularına karşılık, “… o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı, mağrurane, üstümüzde sual sormasına karşı yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!..” (Tarihçe-i Hayat, s. 124) ifadelerine yer vermişti. Bu beyannamesinden sonra takibata uğramıştı.

Abdülaziz Çaviş, 1929 yılında Mısır’da vefat etti.

12.01.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004