Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 06 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Takrir-i Sükûn çocukları...

Takrir... Ne demek?

Osmanlı Devleti’nde beylerbeyi ve vezirlerin sadrazama gönderdikleri ayrıntılı rapor demek.

Başka?

Osmanlı Meclis-i Mebusanı günlerinden...

1961’e kadar...

Milletvekillerinin verdikleri önergelere verilen ad. Yakın zamana kadar önergeye takrir diyorduk.

Peki ya sükun?

Sükun...

Durgunluk.. Dinginlik.. Sakinlik..

Ve sessizlik demek.

***

Onu da anladık..

Sıra Takrir-i Sükun’a geldi.

Takrir-i Sükun ne?

1925 yılında Şeyh Sait Ayaklanması’ndan hemen sonra hükümete olağanüstü yetkiler veren yasa.

Hangi hükümet bu?

İsmet İnönü hükümeti.

Fethi Okyar gereken önlemleri almadığı için Cumhuriyet Halk Fırkası Grubu’nda eleştirilince istifa etmiş, onun yerine geçen İsmet Paşa’nın da ilk işi Takrir-i Sükun yasasını çıkarmak olmuş.

Tarih 4 Mart 1925...

Tam seksen iki yıl önce yani..

***

Yasaya göre...

İsmet Paşa Hükümeti...

‘Gerici’... ‘İsyancı’..

Ve ‘ülkenin sosyal düzeni ile huzur ve sükunetini ve güvenlik ve asayişini bozan ya da bozmaya yeltenen...’

Bütün kuruluşları... Bu doğrultudaki yayınları... Cumhurbaşkanının onayıyla yasaklamaya yetkili kılınıyordu.

***

Bir nebze ‘hukuk bilinci’ olan herkes için dehşet verici bir yasa.

Neden? Suçlamaların ‘hukuksal’ bir tanımı yok çünkü. Yaptırım için ‘mahkeme kararı’ gerekmiyor.

Cumhuriyet Halk Fırkası iktidarı istediğini istediği biçimde salla sırt edip götürüyor.

***

Nitekim hükümet de bu yasayla Osmanlı döneminin son zamanlarındaki özgürlük kırıntılarını da yok ediyor.

Ne yapıyor?

Muhalefete karşı harekete geçiyor...

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı destekleyen gazeteleri...

Sol eğilimli yayınları... Yasaklıyor.

Muhalif gazetecileri de İstiklal Mahkemeleri’ne gönderiyor.

***

Bu kesmiyor...

Terakkiperver Cumhuriyet Partisi de kapatılıyor...

Ansiklopedilerin kullandığı sıfatla anlatırsak, ‘koyu bir tek partili rejim’ başlıyor.

Serbest tartışma... Eleştiri...

Hepsi yok ediliyor.

Baskıcı bir rejim arz-ı endam ediyor.

Ortam öyle bir hale geliyor ki...

Gazete satışları düşüyor.

Neden, biliyor musunuz?

Hepsi birbirine benzediği için.

Hepsi resmi gazete haline döndüğü için.

***

Kemalizm, tüm muhaliflerini...

İkinci Meşrutiyet’ten ödünç alınan çoğulculuğu... Ve demokratik süreci...

Karanlık bir bodruma kaldırıyor.

Bu çok hoşlarına gidiyor.

1927 yılında Takrir-i Sükun iki yıl için... Yeniden uzatılıyor.

Durgun... Dingin... Sessiz... Hareketsiz...

Mezarlık gibi bir ülke.

Tek adam... Tek parti... Tek fikir...

***

Takrir-i Sükun ne zaman sona eriyor?

4 Mart 1929 yılında.

Dört yıl boyunca ülkenin üzerine ölü toprağı döküyorlar.

Sorunları çözmeye çare oluyor mu?

Ne gezer? Bugün de hálá aynı şeyleri konuşmuyor muyuz?

***

Zaten amacım Takrir-i Sükun’un hiç bir işe yaramadığını anlatmak değil.

Ya ne?

Ortalıkta fink atmak isteyen Takrir-i Sükun çocuklarını...

Ortalıkta fink atmak isteyen Takrir-i Sükun torunlarını...

İyi tanımanız.

Onlar, zihinsel kromozomları itibariyle başka bir şey bilmezler.

Bildikleri tek şey...

Sessizlik yasası.

Sessizlik Yasası olsun ki...

Ülke mezarlığa dönsün.

Onlar da sessizlik ülkesinin kralları olarak keyf sürsünler.

Halk sussun... Krallar konuşsun.

Star, 5.3.2007

Mehmet ALTAN

06.03.2007


 

Evren vak’ası

Niye “Evren vak’ası”?

Çünkü bu olay, mesela, Türkiye’nin merkezden yönetilmesinin zorlaşması ve iyi yönetim imkanları araştırması değil,

Çünkü bu olay, Türkiye’nin eyalet sistemi ile bölünüp bölünmeyeceği tartışması değil.

Çünkü bu olay, milliyetçi tepkinin her yeni düşünceye karşı çıkması olayı değil.

Çünkü bu olay, bölücü hareketin, önüne gelen her fırsata sarılması olayı değil.

Evet, bunların hepsi var, ama, ana mesele bunlar değil. Bunların tümü, Evren vak’asına eklemlenen hadiseler.

Ve her eklemlenme olayı gibi, ana mesele niteliğinden çıkıp, bir uzantı, bir marj haline geliyor.

Türkiye’de eğer, merkezden yönetimin zorlaştığı, bunun için yeni formüller aramak gibi bir sorun varsa, böyle hayati bir sorunu, bir ihtilalci liderin ahir ömründe söylediği sözden yola çıkarak mı tartışmak gerekiyor?

Türkiye’de eğer, bölünme diye bir sorun varsa bu, Evren’e eklemlenerek mi konuşulmalı?

Türkiye’de eğer, milliyetçi düşünce ülkenin bütünlüğü adına sorunlara yol açma istidadı taşıyorsa, bu taa, “ulus devlet” projesi yapılırken değil de, 2007’de, o da etnik bilinç yoğunlaşması gerçekleştikten, bu noktada bir hayli mesafe alındıktan sonra ve Evren gündeme getirdi diye mi alınmalı?

Türkiye’de eğer, diyelim Kürt vatandaşlar adına bazı hak ihlalleri olduğu ve bunun telafi edilmesi gereğinden söz etmek gerekiyorsa, bu, Evren’in alakasız bir beyanından yola çıkılarak mı dile getirilmeli?

Neredeyse Türkiye’nin en temel meseleleri, Evren’in bir çıkışına bağlı olarak ortaya dökülüyor ve oradan çıkış yolları bulunmaya çalışılıyor.

Bu Türkiye’de sorunların nasıl bir laf ishali halinde gündeme geldiğinin göstergesi...

Evet, ortada bir “Evren vak’ası” var.

Nedir bu vak’a?

Evren bir asker.

Evren bir general.

Evren ihtilal yapmış bir general.

İhtilal yaparak, her ihtilalci gibi, Türkiye’yi bir şeylerden kurtardığına inanan bir insan.

İhtilal yapmış ve o dönemde, söyledikleri her şeyi kanun haline getirmiş 5’li bir grubun lideri.

Evren, bu ülkenin Anayasasını yapmış bir ihtilalin başı.

Evren, bir Cumhurbaşkanı.

Evren, din dahil, hemen her konuda konuşmuş, hemen her konuda doğruları bildiğini zanneden bir kişilik.

Şimdi böyle bir kişilik, 2007’de birdenbire Türkiye’nin eyaletlerle yönetilmesi gerektiğine uyanıyor.

Dünyanın değiştiğine, bu değişimi anlamak gerektiğine uyanıyor...

Katı milliyetçilikle olmayacağına inanıyor.

Ve Türkiye Evren’e odaklanıyor.

Maşaallah.

İlk sorulması gereken şey şu değil mi?

İhtilali yaptınız, Anayasayı yaptınız, Cumhurbaşkanı oldunuz, o zaman aklınız neredeydi?

Türkiye’nin merkezden yönetilme zorluğu bugün mü ihtiyaç haline geldi?

Daha o zaman Özal, merkezden yönetilme zorluğunu gündeme getirdiğinde bölücülükle suçlanırken neredeydiniz?

O zaman, Özal bölücüydü, sizler bütünleştiriciydiniz.

Doğruyu hep siz temsil ediyorsunuz ya...

Bu memlekete şeriat gelecekse onu da siz getirirsiniz ya...

Sol olacaksa sizinle olmalı, memleket bölünecekse, sizin bölünme iyidir, fetvanızla bölünmeli...

Biz bu memleketin insanları...

Kulağımız hep sizde olmalı.

“Evren” türü bir askeri sima çıkmalı, doğruları söylemeli...

Biz de kafalarımızı hemen ona göre ayar etmeliyiz.

Sizin aklınıza gelmiyor mu, bugün, siyasi irade karşısında “doğruların temsilcisi” gibi gördüğümüz simalar bundan 20 yıl sonra, bugünkünden epeyce farklı başka gerçeklere uyanırlarsa ne yapacağız?

Bir soru:

-Size göre Evren, bugün söylediklerini 20 yıl önce neden söylememiştir?

Cevap şıkları şöyle:

-Bilmediği için.

-Bildiği ama o gün Türkiye’ye zararlı olacağına inandığı için.

-Bildiği ve doğru olduğuna inandığı halde siyasetçilere alan açmamak için...

Ya şu soruya ne dersiniz?

-Evren, 20 yıl önce söylemediği şeyi bugün niye söylemiştir:

Cevap şıkları da şöyle:

-Evren dün de süzülmüş düşüncelere sahip değildi bugün de değil. Bugün söylediği de, eni – boyu düşünülmüş, süzülmüş düşünceler değildir.

-Evren 20 yılda kendini geliştirmiştir.

-Evren, bölücülük tehlikesinin artık önemini kaybettiğine inanır hale gelmiştir.

Sizce hangi cevaplar doğrudur?

Ben, Türkiye’nin son 40 yılını iyi takip ettiğine inanan bir insan olarak, Türkiye’de her konuda doğruları bildiğini düşünen, ama Türkiye’nin sorunları ve çıkış yolları üzerine yeterli düşünce birikimine sahip olmayan bir tip bulunduğunu, Evren’in buna denk düştüğünü düşünüyorum.

Türkiye kamuoyunun da, bu tiplere, sahip oldukları statü gereği, hak ettiğinden fazla önem verdiği kanaatine sahibim.

Ne yazık ki askeri simalar, bu noktada öne çıkıyor.

27 Mayıs’ın askeri simalarını düşünün.

12 Mart’ın, 12 Eylül’ün, 28 Şubat’ın...

Tabii senatörlükler, cumhurbaşkanlığı adaylığı serüvenleri, Anayasa ile birlikte kendini cumhurbaşkanı seçtirmeler, Milli Güvenlik Konseyi’ni yargı dışı tutmalar, ve hortumcu bankalara yönetim kurulu üyelikleri...

Ondan sonra Türkiye’yi kurtarma misyonları...

Oluyor mu?

Siz Amerika’ya gidince Türkiye’yi kurtarmış olacaksınız, siyasetçiler gidince ülkeyi satmış olacaklar...

Siz eyaletten bahsedince ülkeye çıkış yolu göstermiş olacaksınız, siyasetçi gösterince ülkeyi bölmüş olacak...

Doğrusu kaç tane bu ülkenin?

Bu yazıda “eyalet sistemi ne getirir?” konusunu tabii ki tartışmadım.

Bu meseleyi Evren’e bağlı olarak tartışmak kadar abes bir iş olabilir mi?

Evren gündeme getirmeseydi, bu ülkenin iyi yönetimi için sağlıklı şartları araştırmak gibi bir zaruret ortaya çıkmayacak idiyse, zaten işler batakta demektir.

Mahalli İdareler yasa tasarısı görüşülürken ülkenin bölünme riskini konuşan Türkiye, Evren’den teklif gelince heyecana kapılıyor...

Anlaşılan damarımızda bir asker heyecanı kıpırdayıp duruyor. 40 yıl önce emekli bile olsa, onlardan bir öneri gelince kanımız kaynıyor.

Baksanıza, Diyarbakır Cezaevi şartları unutuluvermiş..... Abdullah Öcalan’ın bile, DTP lideri Ahmet Türk’ün bile kanı kaynamış...

Herhalde, “Bu ülke bölünecekse, bunu bile siviller başaramaz, askerler başarır” diye düşünmüş olmalılar. Evren’den ucun ucun başladığına göre neden arkası gelmesin?

Şöyle düşünün:

Orgeneral Büyükanıt, Barzani ve Talabani ile görüşmeyi çok normal görseydi, nasıl gerçeği işaretleyen bir sima olarak alkışlanacaktı.

Oysa, Erdoğan – Gül, herhangi bir seviyedeki görüşmeyi “faydalı olacaksa” şartına bağlı olarak seslendirdiğinde bile kuşku oklarına hedef oluyor.

Burası Türkiye!

Evren vak’asına selam!

Sebil gibi yorumlara devam...

ahmettasgetiren.com.tr, 5.3.2007

Ahmet TAŞGETİREN

06.03.2007


 

Türkiye tutkalını arıyor

Hangi iç çatışmaya “iç savaş” denir? Bazı siyaset bilimcilere göre bin kişinin üstünde kayıp olması yeterli. ABD’de Stanford Üniversitesi’nden Prof. James Fearon, 2. Dünya Savaşı’nın bitiminden bu yana yeryüzünde 125 iç savaş yaşandığını saptamış, ki bunların 20’si halen sürüyor. En iyimser rakamla 60 bin kişinin hayatını kaybettiği Irak, dokuzuncu en kanlı iç savaş olarak şimdiden tarihe geçti.

Prof. Fearon, “Foreign Affairs” dergisindeki makalesinde bugünkü Irak’ın en iyi, 1977-1980 arası Türkiyesi’ne benzetilebileceğini ileri sürüyor. Türkiye’nin günde ortalama 20 kişinin öldüğü çatışma ortamından ordusu sayesinde kurtulduğunu, ama Irak’ta asker ve polisin bizzat çatışmalarda taraf oldukları için böyle bir şansın bulunmadığını belirtiyor.

Yangına körükle gidenler

12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997 müdahalelerinin TSK ile toplumun farklı kesimleri arasındaki ilişkileri nasıl etkilemiş olabileceği tartışmalarını bir kenara bırakıp şu hayati soruyu soralım: Bugün Türkiye yeniden bir iç çatışma riskiyle karşı karşıya mı? Bu sorunun gerçekçi cevabı “maalesef evet” olacaktır.

Tabii ki merkezde Kürt sorunu bulunuyor ve bunun sayısız boyutu var. Yani hem dert çok, hem de bunların üzerine ateşle gidenler:

1) PKK sürekli olarak “ateşkes”i her an bozabileceğini duyuruyor.

2) DTP, hem “Türkiye partisi” olma iddiasını, hem de PKK ile özdeşleşmeme kaygısını bir kenara atmış durumda. Çokbaşlı bir görünümdeki DTP’den sürekli olarak Kürt olmayan kesimleri rahatsız edecek çıkışlar geliyor.

3) Iraklı Kürt liderler de Ankara’yı ürkütmeme kaygısından ne zamandır vazgeçmiş durumdalar. Özellikle Barzani’nin yaptığı her açıklama (eskiden de bu kadar çok konuşur muydu sahiden?) Türkiye’de haddinden fazla ciddiye alınıyor.

4) Ulusalcı hareket Kürt cenahının her türlü kendini ifade etme çabasını bir tehdit ve meydan okuma olarak görüp bunlara misliyle cevap vermeyi savunuyor.

5) Bu ulusalcı kabarış asla marjinal değil. Fatih Çekirge yönetimindeki Hürriyet’in internet sitesi ve Akşam Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Serdar Turgut’un yazıları büyük medyanın bir kısmının nerelere yatırım yaptığının çarpıcı ve ürkütücü örnekleri.

Köprüler uçuyor

Türkiye, Türk ve Kürt milliyetçilikleri arasında köprülere sahip olmadığı, daha doğrusu bunları birer birer yitirdiği için talihsiz. Örneğin 1980 ortalarında SHP’de insan hakları mücadelesi temelinde bir buluşma yaşanmıştı. Ancak 1991 seçimlerinin ardından DYP ile yapılan koalisyon ve PKK’nın (Öcalan’ın) yasal hareketin belirleyici olmasına tahammülsüzlüğü yüzünden yollar ayrıldı.

Ardından İslami hareket bu misyonda öne çıktı. RP, muhayyel bir “İslam kardeşliği” etrafında Türk ve Kürt milliyetçilerini bir ölçüde bir araya getirebiliyordu. Ancak 28 Şubat’la birlikte bu tutkaldan da mahrum kaldık. Bugün 28 Şubat’ı “en azından AKP’yi yarattı” diye övmeye çabalayanların, görünüşte RP’den kat kat güçlü olan AKP’nin neden Türklerle Kürtleri aynı ölçüde birbirlerine yapıştıramadığı sorusuna da bir cevapları olması lazım.

Olup bitenleri sadece dışımızda cereyan eden gelişmelerle açıklayamayız. 28 Şubat, kimlik üzerinden siyaseti yasakladı ama toplumsal hareketlerin kimlik üzerinden yürümesini de engelleyemedi. Sonuçta bugün Meclis’te bulunan ve yarın seçim olsa girecek olan partiler toplumdaki dinamikleri tam olarak temsil etmiyor, bunları denetleyemiyor ve yönlendiremiyorlar.

İnsan bu durumun ne gibi tehlikelere kapı aralayabileceğini düşünmek bile istemiyor.

Vatan, 5.3.2007

Ruşen ÇAKIR

06.03.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004