Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 26 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Sivil Toplum

Atilla Yayla ve fikrî etik

Liberal Düşünce Topluluğu’ndan tanıdığımız ve son dönemde AKP İzmir Gençlik Kollarının düzenlediği toplantıda kendi iradesi dışında aniden medyatikleştirilen Prof. Dr. Atilla Yayla’yı bir konferansta dinledik.

Sütten ağzı yanmış olmanın tedbiri olacak ki, politikacı değil, fikir adamı olarak konuştuğunun hatırlatmasını öncelikle yaptı. Medyanın linç girişimi karşısında dik ve sağlam durmuş, bu duruşu ile bir anda turnusol kâğıdı gibi bir görev yapan Prof. Yayla, kendi başından geçen olay ile bağlantı kurarak konuşmasını yaptı. Bu da bizde Nasrettin Hoca’nın “damdan düşenin halini doktor değil, başka bir damdan düşen daha iyi bilir” sözleri kadar samîmî olduğu kanaati uyandırdı.

Öncelikle, ifade özgürlüğünün medeniyetin temel değeri olduğundan hareketle, medeniyet merdiveninde yukarılara çıkıldıkça sorunların tamamen bitmeyeceğini fakat bir alt basamaktan daha fazla ifade özgürlüğü olacağı mealindeki tesbitine katılmamak mümkün değil. Alt yapısı güçlü, doğru fikirleri savunanların, yanlış fikir sahiplerinden korkmalarına ve çekinmelerine gerek olmadığı sözlerine açıklık getirmek anlamında iki ekleme yapmak isterim: Bunun ilki hakaret, diğeri ise doğuştan ve kendi tercihimiz ile kazanmadığımız kimliklerimiz.

Prof. Yayla, kendini ifade etme özgürlüğünün temeli olarak din tercihi yapmak ve tercih ettiği dini yaşamak görüşlerini İngiliz filizoflar John Locke ve John Stuartmill’e dayandırarak izah etti. Diğer alanlarda olduğu gibi özellikle din alanında inançların değiştirilmesi şeklinde yapılan baskıların, inanç boyutunda mutlak doğruları değiştirmediğini fakat bu zorbalığın dış görünüşte sapmalara, kişilik kırılmalarına yol açabileceğini ama netice alınamayacağını gayet güzel izah etti.

Salondaki herkes Kenan Evren’in eyalet-bölge kurulması açıklamalarına değinecek mi diye beklerken nazik ve ince bir üslûpla taşı gediğine koydu. “Bir darbeden ve insan hakları ihlâllerinden sorumlu” olan Evren’in fikrini ifade etmesi anlamında sahip çıkması “fikri etik” açısından dikkate değerdi. Tabi bir darbecinin, yaptığı darbeden değil de, ileri sürdüğü bir fikirden dolayı ağır şekilde eleştirilmesi ve eski dostları tarafından açık şekilde sahiplenilmemesi de, çok enteresan bir durum.

Atilla Hoca konuşmasının sonuna doğru, AİHM’in mahkûmiyet kararlarından hareketle ifade özgürlüğü açısından, AB’ye yeni üye olmuş Doğu Avrupa ülkelerinin Türkiye’den iyi durumda olduğu tesbitini yaptı. Yani basın özgürlüğü ve ifade hürriyeti yönünden önümüzde uzun bir yol olduğu görülüyor.

Hocanın bence en güzel tespitlerinden biri de; ifade özgürlüğünün anayasa ve yasaların yanında toplumun düşünce yapısını yasaklamaya yatkın veya en azından bu özgürlüğü sahiplenmeyi başkalarına bırakıp, eleştirmekle yetinmeyi tercih eden konumu. Bunu “topu hep devlete, kamu otoritesi kullanan kişilere atıp, işin içinden sıyrılmaya kalkmamalıyız” sözleriyle ifade etti. Bu bazen de, reaksiyon göstermeye geldiğinde ölçüsüz ve bilinçsizcesine kendisini gösteren tepkiler şeklinde yansımaktadır.

Son olarak Türkiye’de fiili durumu değerlendiren Atilla Hoca; basın yayın kurumlarının çifte standart yaptığını ve ifade özgürlüğü konusunda yeterli katkıyı sunmadıklarını söyledi. Hürriyetlerin, varlığı ve korunması açısından, kayırma ve ayrıma değil, herkese uygulanması gerekiyor. Atilla Hoca kendi mağduriyeti sırasında, tekzip yazmasına rağmen yayınlanmadığı, basına yaptığı birkaç mülâkatta ise habercilerin kendisini insan olarak değil meta olarak gördüklerini aynen yaşayarak görmüş. İyi niyet ile yapılan bir şeyin, hemen çarpıtılıp çok farklı bir şekilde ekranlara ve gazetelere yansıyabildiğini kendi tecrübesi ile görebilmiş. Salondan alkış aldığı an, “ben söylediğim sözlerin doğruluğuna inanıyor ve dik durmam gerektiğinin farkındayım” dediği an oldu. Çünkü ülkemizde hem sözlerinin arkasında, hem dik duran kaç, hem hapse girmeyen kaç kişi var?

Sözlerinin arkasında dik durduğu için dâvâya muhatap olan Prof. Dr. Atilla Yayla’dan ikinci Sokrat Savunması benzeri bir savunma bekliyoruz.

[email protected]

Emin Talha KARAMUSA

26.03.2007


Sivil toplumun barış potansiyeli

Günümüz çağdaş demokrasilerinde genel olarak üç sektör vardır: Devlet, özel ve sivil toplum. Bu durum katılımcılık ve çoğulculuğun gereğidir. İnsanlık barışı açısından yakın tarihe baktığımızda bu sektörlerle ilgili ders çıkarma adına bazı ipuçları elde edebiliriz.

Devlet sektörünün aşırı kullanılmasını temsil eden Komünist blokun, 1990’lı yıllardaki çöküşüne kadar, insanlığa ne kadar büyük acılar yaşattığını sanırım bizzat yaşayanlar ve hatırlayanlar hâlâ çoktur.

Batıda doğan ve her şeyi menfaat eksenli gören ve vahşi sıfatını kendine lâyık kılan kapitalizmi de özel sektörün aşırı ve kötüye kullanılışına örnek verebiliriz. Özel sektöre ait silah fabrikaları günümüzde hâlâ tam gün vardiya çalışmakta, insanlığa vereceği zararlardan elde edeceği nemaları hesaplamakla meşgul bulunmaktadırlar.

Geçmişte savaş adına bu iki sektörün birlikte çalıştığının örnekleri pek çok. Elbette iktidar ve parayı temsil eden bu sektörlere günümüz şartlarında da ihtiyaç var. Ama bu ihtiyaç insanlığa layık düzen ve gelişimi sağlamak adına olmalı. Yoksa, özellikle Irak, Afganistan, Çeçenistan ve Bosna’da olduğu gibi insanlığı yok etme adına değil!

Gelelim katılımcılığın esas kaynağını oluşturan sivil toplum alanına… Bu sektör özellikle son yirmi yıldır dünya gündemine damgasını vurdu. İktidar ve paranın gücü yerine gönüllü katılım ve hizmetleri öne çıkardı; insanî değerleri fark etti, ettirdi... Sadece bu özelliğiyle, insanlık âleminde barışı bir türlü gerçekleştiremeyen diğer sektörlerden daha ziyade barış potansiyeli taşıdığını gösterdi. Özellikle bütün insanlığı etkisi altına alan teknolojik devrim ve bilişim çağı da bu sektöre eşdeğer zamanda inanılmaz fırsatlar sunmakta. Coğrafi sınır, uzak ve yakın gibi kavramlar anlamını kaybediyor. Örgütlü dünya toplumlarının savaşlar karşısında birlikte davranışlar sergilemesi çok daha kolaylaştı. Her gün örneklerini görmekteyiz.

Hangi konu olursa olsun somut neticelere ulaşmadan önce zihinlerde birlikteliğin sağlanması gerekir. Savaşların yerini barışın alması gerektiği konusundaki zihinsel birliktelik de gerçek anlamda sivil toplum örgütlenmeleri sayesinde olacak gibi görünüyor.

Demokrasilerde, siyasî iradeyi ve iktidarı en çok etkileyen güç kamuoyu ise, onu etkileyen de toplumsal tepkilerin dinamiği olan işte bu üçüncü sektördür. Kuvvetlenmesi dünya barışının gelmesini kolaylaştıracaktır. Bu konuda devlet, özel ve sivil sektör koalisyonunun sağlanması ise en ideal olanıdır. Herkes ve her kesim taşın altına elini sokmalı.

[email protected]

Prof. Dr. Gürbüz AKSOY

26.03.2007


Ecobella Home ile ömürde bir gün kadın olmak

Anma günlerinde veya sosyal olayların kamuoyuna daha çarpıcı şekilde fark ettirilmesi istenildiğinde “sosyal reklâm kampanyaları” ile karşılaşıyoruz.

“Hayatınızda bir gün bile kadın olmanın ne demek olduğunu düşündünüz mü? En azından bugün düşünün!” diyerek başlayan ve Ecobella Home’un sponsorluğunda gerçekleştirilen reklâm, acı bir sosyal gereğe işaret edip çözüm için de ileri bir adım atarken, şirket mobilya alımında karar verici konumunda olan kadınlar üzerine uzun vadeli yatırım yapmış oluyor. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü sebebi ile hazırlanan ve kadına karşı şiddeti, erkeklerin bilinç altına empati yaptırarak engel olmaya çalışan bir film.

Reklâmda gösterilen bölümler sessiz film olarak piyano eşliğinde veriliyor. Belki bu film ve çalışmaların faydası bugün değil, 15 yıl sonra görülebilir. Çünkü bunu izleyen ve bugün ilkokul çağında olan erkek çocuklar 10-15 yıl sonra evlendiklerinde bu garabetin farkında olarak eş ve çocuklarının kendilerine Allah’ın bir emaneti olduğunun bilinciyle hareket edebilirler. Fakat, tek reklâm bunun için yeterli değildir, bunun bir konsept olarak geliştirip uygulanması, feminizme düşmeden ve kadınların kendilerini aşırı derecede acındırarak üstünlük kazanmasına vesile olmadan, şiddetin ortaya çıkmasına fırsat tanımamak gerekiyor.

Dünyada her üç kadından biri şiddete maruz kalıyor. Peki suçlu kim? Sorduktan sonra biraz da mahcup bir ifade ile “biz bir ayna koyduk” yani “suçlu biz değiliz” demeye getiriyor. Suçlu erkekler olarak ilân ediliyor. Fakat suçun temyiz hakkı var mı, ceza nedir? Belli değil. Ayrıca, şiddet yalnızca fiziksel değildir. Özellikle psikolojik şiddet dikkatli incelendiğinde, kadına yönelik şiddet (kaynana-gelin) toplumumuzda ağırlıkla kendi cinsinden gelmekte ve çoğu zaman kurtarıcısı veya mağduru erkek olmaktadır. Kadının, kadına yol açtığı şiddet reklamda nedense görmezden gelinmiş. Şiddet eşittir, erkeğin kadına uyguladığı fiziksel darbeler olarak mesajlanmış.

Kadınlar bir günlüğüne değil, ama bir ay için erkek olmayı düşündünüz mü? İnanın davulun sesi uzaktan hoş gelir, benden söylemesi… En iyisi herkesin yerinde ve görevinin başında olması…

Allah’ın verdiği canı ve cinsel kimliği bir baskı aracı değil bir diğerini (eşini) tamamlama vesilesi olduğunu bilmek, ona zulüm değil, muhabbet etmek gerekiyor.

[email protected]

Burak EMRE

26.03.2007


İşgalin dakikası 250 bin dolar

Irak’ın işgalinin ABD’ye maliyetinin dakikada 250 bin dolar olduğu açıklandı. İşgalin 5. yılında Irak için harcanan paralar yeniden tartışma konusu oldu. 1993-1997 yılları arasında Beyaz Saray’da Ulusal Güvenlik Bütçesi yetkilisi olarak çalışan Gordon Adams’ın yaptığı araştırmaya göre, ABD Irak için ayda yaklaşık 10 milyar dolar, dakikada ise 245 bin 370 dolar harcıyor.

2003 yılında Beyaz Saray tarafından maliyeti 50 milyar dolar olacağı duyurulan Irak Savaşı için şu ana kadar harcanan para ise neredeyse bu rakamın 10 katı. Her yıl Pentagon için ayrılan bütçenin yüzde 75’inin harcandığı Irak’ın yeniden yapılandırılması için gerekli olan para miktarına yönelik tahminler de tutmadı.

Elektrik, su, ulaşım, eğitim, sağlık ve güvenlik konularını içine alan yeniden yapılandırmanın Dünya Bankası 36 milyar, ABD ise 50 milyar dolar tutacağını bildirmişti. Ancak şu ana kadar 103 milyar dolar harcanmasına rağmen hâlâ bir ilerleme kaydedilebilmiş değil.

26.03.2007


İşadamı derneği kumardan, eğitimci derneği içkiden kapandı

Yasa gereği polisin hakim kararı olmadan giremediği dernek lokallerinin uyuşturucudan kumara birçok yasadışı faaliyet için kullanıldığı tesbit edildi. İstanbul’da 2 bin 57 dernek lokaline yapılan seri denetimler sonucunda 77’si esrar bulundurmak, kumar oynatmak, çevreyi rahatsız etmek, üyesi dışındaki kişileri içeriye almak gibi kurallara aykırı hareket etmekten kapatıldı. Faaliyetten men edilenler arasında İstanbul Eğitimciler Derneği de bulunuyor. Dernek, izinsiz içki içilmesi sebebiyle 30 gün faaliyetten men edildi. Şişli İşadamları ve Esnafları Derneği’ne ise kumar oynatıldığı için 30 gün men cezası verildi.

Ayşegül AYBAR

26.03.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004