Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 13 Haziran 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Ordu ve çıldırma…

Geceyarıları garip bir dille yazılmış muhtıraları internet sitesine koyma tuhaflıkları…

Cumhurbaşkanıyla ve başbakanla görüşüp Milli Güvenlik Kurulu’nu toplayarak tartışılacak “Kuzey Irak’a müdahale” gibi önemli konuları basın toplantılarından açıklayıp, devlet kademelerinde konuşmama ciddiyetsizlikleri…

Kürt meselesi gibi olağanüstü hassas konularda halkı meydanlara davet etme kışkırtmaları…

Doğru dürüst yazmayı bile beceremedikleri anadillerine bir ömür vermiş aydınları hedef gösterme cüretkarlıkları…

Bütün bunlar, bizimki gibi bir ordu için bile fazlasıyla gayrıciddi ve disiplinsiz hareketler.

Üstelik boğazlarına kadar siyasete battıklarından bir de kendi mesleklerini unutmuş durumdalar.

Kendi askerî karakolumuzu bile koruyamıyoruz.

İki kişi geliyor, karakolu basıyor, yedi gencecik askeri öldürüp sekizini yaralıyor, ayrıca saldıranlardan biri de olay yerinden kaçmayı başarıyor.

El insaf…

Buna askerlik mi diyorsunuz?

O öldürülen çocuklar bu ordunun generallerine emanet edilmişti.

Ne oldu o emanetlere?

Kim bunun sorumlusu?

Bir ordunun üstüne vazife olmayan işlere karışacağına ciddi biçimde askerlik yapması, karakolunu koruması, çocuklarını sakınması gerekmiyor mu?

O çocukların hesabını kim verecek?

Kimse…

Onun yerine internet sitesine “ordumuzu yıpratmaya çalışıyorlar” diye klişelerle ve tehditlerle dolu bir muhtıra daha koyacaklar.

Korkutup susturacaklar.

Ölen çocukların hesabını vermeyecekler.

Bir yarbay, bir binbaşı, bir er daha uzaktan patlatılan mayınla öldürüldü.

Geçen gün Ayşe Önal’dan öğrendik ki Kuzey Irak’ta Amerikan askerleri “manyetik alanı kitleyip” uzaktan bomba ve mayın patlatmayı imkansızlaştırmış.

Bizim ordu niye bunu yapmıyor?

Niye subaylarıyla erlerini korumuyor?

Halkı sokaklara çağıracaklarına, manyetik alanı kitleyecek teknolojiyi uygulamaları gerekmiyor mu bu komutanların?

Onların işi bu değil mi?

Resmi rakamlara göre Cudi Dağı’nda 35, Gabar Dağı’nda 100 PKK’lı varmış.

Bizim binlerce asker onları yakalayamıyor.

Niye?

Bütün bunlar bizim ordu için bile normal değil.

Sanırım ordunun içinde anormal bir şeyler oluyor.

Çok tuhaf şeyler.

Ve, ordu askerliği bırakmış ülkeyi hızla bir belanın içine doğru sürüklüyor.

Manyetik alanı kitleyip dağdaki yüzeli PKK’lıyı yakalayamadıkları, karakolları doğru düzgün koruyamadıkları için ya Kuzey Irak’a yüz binlerce askerle girip içinden çıkamayacağımız bir felakete dalacağız ya da içerde büyük gösterilerle Türk Kürt çatışması yaratacağız.

Medya generallerin siyasi kavgasına amigoluk yapacağına, ordunun işlevini niye yerine getirmediğini sormazsa, bu kışkırtıcı iklim devam ederse, sonunda generallerin de, medyanın da, aydınların da, halkın da paçasını kurtaramayacağı korkunç bir kaosun içine yuvarlanacağız.

Ordunun neden bu kadar tuhaf davrandığını süratle sorgulayıp anlamak zorundayız.

Korkarım, “dönüşü olmayan” noktaya çok yaklaştık.

Ordu bu anormalliklerini biraz daha sürdürürse Türkiye tarihinde yaşamadığı ölçüde bir karmaşa yaşayacak.

Doların fırlaması, ekonominin çökmesi, iflaslar, işsizlikler, sefaletler değil yalnızca bizi bekleyen, büyük iç çatışmalar, diktatörlük çekişmeleri, blok değiştirme çabaları, savaşlar da epeyce karanlık geleceğin içinde bizi bekliyor.

Yaşadığımız sorun, şu parti ya da bu parti, şu siyasi davranış ya da bu siyasi davranış anlaşmazlıklarının çok ötesinde ve çok daha derin bir sorun.

Sorun ordunun içinde.

Bizi korkunç bir karmaşaya sürükleyen bu çıldırma halinin gerçek nedenini bulup düzeltemezsek…

Bu ülke, bir daha içinden çıkamayacağı kanlı bir kuyuya düşecek.

Herkesin hayatı söz konusu.

Herkesin…

gazetem.net, 11.6.2007

Ahmet ALTAN

13.06.2007


 

Cudi’de kaç PKK’lı var?

Türkiye’de bir askeri darbe olsa... Sıkıyönetim ilan edilse, PKK çok mutlu olur. Çünkü PKK’nın büyüdüğü zeminlerdir bunlar. PKK, Kürtlere hak verildikçe zemin kaybeder.

Kürt ulusalcılarla Türk ulusalcılar birbirini destekliyor. Ülkede terör dönemine geri dönülmesini isteyenler, ‘Kürt meselesinin sadece silahla çözülebileceğini, demokratikleşmenin çözüm olmayacağını, AB üyeliğinin yanlış olduğunu, Türkiye’nin dışa kapanması gerektiğini, Batı demokrasisinin ülkeyi böleceğini’ söylüyorlar.’

***

‘... Daha önce Türkiye’nin karşısında bir PKK vardı. Yani birkaç bin adam vardı. Ama şimdi bu açıklamalar sonucunda, Türkiye’nin karşısında AB, ABD, Barzani, Talabani, Bağdat var, tüm dünya var. Siz bir devletin, hem ülkenizde terörü desteklediğini söyleyip, hem de onunla müttefik olamazsınız. Eğer bu kadar açık meydan okuyarak, ABD’nin ve AB’nin terörü desteklediğini söylerseniz, karşılığını alırsınız. PKK’nın eline öylesine etkili bir silah verirler ki, öyle bilgiler aktarırlar ki, siz Irak’ın kuzeyine girdiğiniz anda 300 askerinizi kaybedersiniz. Hatta Barzani’nin adamları ve İsrail’in oradaki istihbarat görevlileri, size PKK kılığında öyle zararlar verirler ki, şaşkınlığa uğrarsınız.’

***

‘PKK’nın orduyla mücadelede hiçbir sorunu yok. Bir örnek vereyim. Gabar Dağı’nın adı çok geçiyor. Bu dağda şu anda 35 PKK teröristi var. Bu resmi rakamdır. Bunlar dağda dolaşıyorlar, arada bir de uzun namlulu silahlarıyla kayanın arkasına geçip kurşun atıyorlar ve bir eri öldürüyorlar. Peki biz bu dağın etrafında kaç kişi bulunduruyoruz biliyor musunuz? Dağın etrafında 10 bin kadar askerimiz var bizim. Cudi Dağı’na gelelim... Orada da 100 civarında PKK teröristi var. Oysa bir dağa hakim olmak için binlerce insana ihtiyacınız yok. O dağa işini iyi yapan, komando eğitimi almış, SAT türü 35-100 James Bond gönderirsiniz, işi bitirirsiniz. Ama gönderilmiyor.’

***

‘Sınırlarımız delik deşik demek yanıltıcı olmaz. Zaten Genelkurmay Başkanı da, iki-üç yıl önce, kara kuvvetleri komutanıyken, ‘Sınırlarımızdan 2 bin terörist girdi. Terör eylemleri artacak’ demişti. Sınırlarımızın korunmasında büyük problem var. Sınırdaki coğrafi zorluklar gerekçe gösterilemez. Çünkü sınırda bazı yerler var ki, yerel halk da, bürokratlar da oraya ‘koridor’ diyor. Hiçbir engelle karşılaşılmadan herkes istediği gibi girip çıkıyor. Ankara’daki bir büyükelçi bana ‘Bizim uydular tespit ediyor. İran sınırından şu anda yüzlerce terörist girdi. Irak sınırından da binlerce girdi. Sizinkiler niye müsaade ediyor? Niye bunlar rahatlıkla girebiliyor’ diye sormuştu.’

***

‘Doğu ve G. Doğu’daki karakollarda, Ankara’da bir orduevinin güvenliği kadar bile güvenlik yok. Üç ay askerlik yapmış birini siz profesyonel bir teröristin karşısına çıkarırsanız, güvenlik nasıl olabilir? Pülümür’deki baskın gösterdi. Karakola gelen ekmek cipine ne parola soruyorlar, ne de güvenlik kontrolü yapıyorlar. İki teröristten biri ölüyor, diğeri kaçıp gidiyor.’

***

Bir de şehit cenazelerini bazı siyasi gruplar domine ediyorlar açıkçası. Bu tür açıklamalar olmasın, iş tersine dönmesin diye bilinçli yapılan bazı işler de var şehit cenazelerinde. Biri çıkıyor slogan atıyor ve o slogan herkesi sarmaya başlıyor.

...Türk ordusu içinde terör eğitimi almış subay sayısı yok denecek kadar azdır. Ama Türkiye’de ‘Asker eleştirilmez’ diye bir gelenek, adap var. Eleştirdiğiniz zaman asker düşmanı etiketi alıyorsunuz. Oysa toplumda askerlere bu kadar destek varken, insanlara bu kadar şüpheyle yaklaşmak, artık paranoya seviyesine geldi.’

***

Bunlar ne ?

Uluslararası Araştırmalar Kurumu (USAK)’ın Başkanı Doçent Sedat Laçiner’in yorumları..

Dünkü Radikal’de Neşe Düzel sormuş, Doç. Laçiner cevaplamış..

Tek sesliliğe doğru hızlıca yelken açtığımız şu günlerde dikkati çekecek önemli tespitleri var genç bilim adamının.

Star, 12.6.2007

Mehmet ALTAN

13.06.2007


 

Hükümet iktidara

28 Şubat günleri dahil, Türkiye hiç bu kadar karanlık olmamıştı. İnsanlar şaşkın. Öyle hızlı bir gidiş ki bu, olanı biteni takip etmek bile zorlaştı. Ne oluyor? Nereye gidiyoruz? 22 Temmuz’da sandığa gidebilecek miyiz?

23 Temmuz’da bizi neler bekliyor? Cumhurbaşkanlığı seçimi ne olacak? Zaferin mümkün olmadığı bir savaşa mı sürükleniyoruz? Uluslararası ittifaklarımız mı değiştirilmek isteniyor? Şu Rusya- Çin hattı da neyin nesi oluyor? Avrupa Birliği hayalimiz çökmek üzere mi? Bir iç savaş mı bekliyor Türkiye’yi? PKK Türkiye’yi neden Kuzey Irak’a çekmeye çalışıyor? PKK’yı kimler kontrol ediyor? Bütün bu soruları birçoğumuzun kendimize göre verdiği cevaplar var elbete. Ben kendi payıma 27 Nisan’dan beri döne döne, bu soruların cevaplarını vermeye; kurulan senaryoları, yürütülen psikolojik harekatı deşifre etmeye çalışıyorum. Ama hükümetin de bir cevabı olmalı bütün bu sorulara, öyle değil mi? Bütün bu karambolde hükümet ne yapıyor? Aday listeleriyle uğraşmaktan başını kaldırıp da uçuruma itilmeye uğraşılan bu ülkeye, dehşet senaryolarından hangisine korkacağını şaşırmış bu halka şöyle bir bakmıyor mu?

Gelişmeleri bizim gibi uzaktan izlemeyi bırakıp, olayların inisiyatifini eline almak için daha ne bekliyor? İktidarın ellerinin arasından kayıp gittiğini; şimdi iktidar olamayacaksa, bundan sonra da kolay kolay olamayacağını fark etmiyor mu? Neden içinde bulunduğu kuşatmayı yarmak için, demokrasiyi korumak isteyen diğer güçlerle birleşmek için, atağa kalkmak yerine hala her şey normal seyrinde gidiyormuş, hiçbir şey olmuyormuş gibi davranmaya devam ediyor?

* * *

Her şey yolunda gidiyormuş gibi davranmanın, “kol kırılır yen içinde kalır” tutumunun şimdiye kadar hiçbir iktidara bir faydası olmadı. Yönetenlerin, böyle zor zamanlarda yapmaları gereken ilk iş, içinde bulundukları çetin koşulları toplumla paylaşmaktır. Böylesine büyük krizler ancak büyük kitlelerin desteğiyle atlatılabilir. Ak Parti içinde bulunduğu kuşatmayı ve bu kuşatmanın amacını ne yapıp edip halka anlatmalıdır. Bu, şu ana kadar tek taraflı olarak yürütülen psikolojik harekatı püskürtmek için atılacak ilk adımdır. Ama bu kadarı yetmez.

Halk aynı zamanda karşısında ne yapacağını bilen, iktidar olduğunun bilincinde, kararlı yöneticiler ister. Hükümet seçimleri izleyen birkaç yılda, AB uyum sürecinde büyük reformlar yaparken, geleneksel Kıbrıs politikasında köklü değişikliklere imza atarken böyle bir iktidardı, o yüzden de toplumun her kesiminden geniş destek aldı. Ama Şemdinli Olayı ile birlikte süreç tersine işlemeye başladı. Hükümet, o tarihte verdiği vahim tavizlerden itibaren siyasetin kontrolünü kaybetme, deyim yerindeyse iktidarsızlaşma sürecine girdi.

27 Nisan tarihinden bu yana da bu süreç hızlanarak sürüyor. Artık, Genelkurmay’ın 8 Haziran tarihli bildirisinin vahim bir hukuk ihlali olduğunu bile ifade edemeyen bir hükümetle karşı karşıyayız. Ve bu pasifizm demokrasi dışı müdahaleleri cesaretlendirmekten başka bir işe yaramıyor. Susmak, sineye çekmek, üstüne alınmamak, geçiştirmek çözüm değil.

AK Parti’nin içinde bulunduğumuz tarihi koşullarda silkinmek ve yeniden muktedir olmaya çalışmaktan başka çaresi yok.

Bugün, 12.6.2007

Gülay GÖKTÜRK

13.06.2007


 

Bunlar imkânsız mı?

“Sayın Talu; Şırnak’ta şehit olan Yarbay’ın devresiyim. 2 ay sonra albay olacaktı.

Şimdi sivillerde dahi zırhlı araç olmasına rağmen, tümgeneral dahil daha alt seviyede hiç zırhlı araç yoktur. Ve maalesef koruyucu çelik yelek de o bölgede yeterli değildir. Amerikalıların her bir erinin giydiği yelek bizde, şehit olan arkadaşlar gibi, yarbayda, binbaşıda da yok. Özel görev olmadıkça maalesef verilmiyor. Acilen yelek kampanyası başlatılmalı. Her bir askere çelik yelek. Bu, şehit ve yaralı sayısını azaltacaktır. Başımız sağ olsun. Saygılarım ve teşekkürlerimle.”

Elbette en iyisi (ve doğrusu), terörün, çatışmanın, düşmanlıkların, korkuların, şiddetin, nefretin, tezgahların, savaş histerilerinin, iç savaş havalarının, kahpe mayınların, bombaların, şovenizmlerin, etnik milliyetçiliklerin bitmesi;

Barışın, huzurun, kardeşliğin, demokratik hukukun, hukuk devletinin, silahsızlanmanın, eve ve köye dönüşün tesisi.

Ama işte yukarıdaki meseleler de var.

Astsubay, uzman çavuş mesajlarıyla da birleştirip sıralamak mümkün:

1. Her askere çelik yelek;

2. Daha çok zırhlı araç; mevcutların daha etkin, daha özenli kullanımı;

3. Mayına karşı mücadelede, mayın temizlemede daha çok kararlılık, kaynak ve imkân.

Devam ediyorum:

4. Özellikle astsubay ve uzman çavuşlar için, kira ile maaşlarının, güvenlik eksikliğiyle canlarının yok olmaması için daha fazla, daha adil lojman;

5. Cenazelerine üst rütbelilerin de gittiği astsubayların, özellikle de tamamen dışlanan uzman çavuşların, sağ iken de üst rütbeliler tarafından insan yerine konması ve aileleriyle en iyi koşullarda(ki) orduevlerine kabulü.

6. Can kaybına yol açan saldırılarla ilgili tepki, öfke, siyasi, askeri karşı tedbirlerin yanı sıra, varsa, idari ve askeri hataların da teşhisi ve sorumlulukların da tespiti.

Şimdi “kaynak ve imkân ihtimalleri” için öneriler sıralıyorum:

1. Elbette genel bütçe, açık savunma bütçesi, gizli savunma bütçeleri, örtülü ödenekler vesaire;

2. Bu ülkedeki her bir ferdin gönüllü yahut dolaylı katkılarıyla kaynak sağlanan askeri vakıfların imkanlarının, çelik yelek, zırhlı araç, lojman için, subay, astsubay, uzman çavuş ve erlerin daha çok ve daha iyi yaşatılması amacıyla kullanılması;

3. Özellikle OYAK ve başta Oyakbank gibi iştiraklerinin, “piyasa ekonomisi”nde (üstelik imtiyazlara sahip) bir holding gibi davranmak yerine, bir sosyal “güvenlik” kurumu olduklarını hatırlayarak, mensuplarının yelek, zırhlı araç, lojman ihtiyaçları için de “tatlı” karlarından ayırıp gönül rahatlığıyla harcamaları.

4. Bütün bu ihtiyaç ve harcamaların, gizli askeri bilgiler dışında, şeffaf hale getirilmesi.

Yukarıdakiler, benim; siyasi, kültürel, ulusal, bölgesel, toplumsal, hukuki, insani, vicdani, demokratik tüm “derinleşmiş” sorun ve yaralara karşı önerilerim olmayıp bizatihi o ortamdaki çeşitli kademelerden askerlerin, daha az can kaybı, daha az yaralı ve sakat, daha az acı, daha az kan için öngördükleri, istedikleri kimi tedbir ile “askeri, demokratik, insani, vicdani” zihniyet sıçramasıdır.

Sabah, 12.6.2007

Umur TALU

13.06.2007


 

En büyük tehlike: ‘Kaptansız Türkiye’

Yazı başlığının ikinci yarısını Mustafa Özcan’dan (Yeni Asya) iktibas ediyorum. “Tehlikeli Çığır” başlıklı dünkü yazısını şu sözlerle bitiriyordu: “Kem alatla kemalat olmaz. Ve kaptansız Türkiye tehlikeli bir dönüm noktasının başında.”

Meseleyi açmadan önce Mustafa Erdoğan’ın dünkü yazısının başlığını da aktarayım: “Gidişat iyi değil”.

Dünkü yazımda (“Hükümetten beklediklerimiz”) açıklamaya çalışmıştım: Ülke “öznesiz süreç” olarak adlandırabileceğimiz bir siyasi ve toplumsal iklimin içine dalmıştır...

Vaziyete hâkim olması gereken “özne”, yani hükümet, ülkede olup biteni neredeyse sadece seyreden bir “aktör” konumuna çekilmiştir. (Yani Türkçesi, elini eteğini “aktörlükten” çekmiş gibidir.)

Hükümet hızla demokrasi dışına doğru seyreden bu iklime mutlaka müdahale etmelidir.

Ankara’da şehit binbaşı Ramazan Armutçuoğlu’nun cenaze törenine damgasını vuran hükümete yönelik sert tepki (“Kahrolsun PKK, işbirlikçi AKP” sloganı eşliğinde) bu işin şakası olmadığının son delilidir.

Ama ne hikmet ise hükümet bir türlü doğrudan kamuoyuna seslenip “kaptan köşkü”nde -hâlâ- kendisinin bulunduğunu, gelişmelere hâkim olduğunu (olmak zorunda bulunduğunu) ilan etmemektedir.

“Hükümet adına konuşan Başbakan’ın gündemdeki meseleler hakkında açık-seçik ve kararlı mesajlar vermediği dikkat çekiyor.” (Mustafa Erdoğan)

Anlaşılan o ki, hükümet, Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül aracılığıyla kamuoyunu Hürriyet gazetesi üzerinden aydınlatmak gibi amacı belirsiz bir yöntemi benimsemekle yetinmektedir. İki gün önce gazetenin genel yayın yönetmenine telefonla iletilen “Emin olunuz, her şeyi askerle konuşup birlikte götürüyoruz” mesajı gibi iki gün sonra gazetenin neler çevirdiği bilinmeyen gazetecisine yüz yüze yapılan görüşmede sarfedilen “Irak, terör ve güvenlik konusunda hükümetle asker arasında hiçbir kopukluk yok” açıklaması da, kamuoyuna -lâyıkıyla- bilgi verme tarzından çok uzaktır.

Bugün cenaze törenlerinde karşımıza çıkan tepki yarın seçim mitinglerinde -mutlaka- kim bilir kaç misliyle önümüze gelecektir. Hükümet (yani “özne”) bu anlaşılmaz “atalet”den sıyrılmadıkça güvenlik süreci ülkedeki siyasi süreci kuşatmayı sürdürecektir. Ayrıca unutulmamalıdır ki siyasal alanı daha fazla “gözetim ve denetim” altına almayı amaçlayan bu hamle, başarıyla tamamlandığında, kimilerinin gönlünden geçtiği gibi sadece hükümet ve dolayısıyla AKP’yi “milletin gözünden düşürmek”le kalmayıp, bütün eksiklerine rağmen sahip çıkmamız gereken demokrasimizi de derinden yaralayacaktır.

AKP Hükümeti’nin olması gerektiği gibi inisiyatifi ele alarak bu “kuşatmayı” kırabilmesi -bana göre- herşeyden önce bilgisini, bildiklerini, ilişkilerini, gücünü (iktidarını), iç ve dış siyasetini, tasavvurlarını açık-seçik bir biçimde kamuoyu ile inandırıcı bir tarzda paylaşmasına bağlıdır. Yanlış anlaşılmasın; kendisinden “güç gösterisinde” bulunmasını filan istediğimiz yok. Bir web sitesini dolaşıma sokarak “asker”le “açıklama” yarışına girmesini de talep etmiyoruz... Yapacağı tek şey -eğer Türkiye de “medeni bir ülke” ise- atasözü, deyim, deyiş ve de hamasetten arınmış bir belagat ile halkına görev ve yetkileri çerçevesinde terörden başlayarak ülkenin kilitlenmiş sorunlarını nasıl çözeceğini doğrudan anlatması, açıklamasıdır. Bir an önce muhtemel bir milliyetçi koalisyon (MHP-CHP) rüzgârının hızını giderek artırdığı bir iklimde toplumu içine çeken endişe ve korkuları akılcı biçimde dağıtmaya koyulmalıdır.

Kuşatmayı kaldırmanın başka yolu yok; suskunluğunun kuşatmayı güçlendirdiğinin bir an önce farkına varmalıdır

Yeni Şafak, 12.6.2007

Kürşat BUMİN

13.06.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004