Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 20 Haziran 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Sonra aralarında çeşitli fırkalar çıkıp İsa hakkında ayrılığa düştüler. Pek acı bir günün azabı yüzünden o zalimlere yazıklar olsun!

Zuhruf Sûresi: 65

20.06.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Müezzin Cuma ezanı okuduğunda herhangi bir iş yapmak haram olur.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 213

20.06.2007


İslâm kardeşliği uyanmalı

Rüyanın zeyli

Rüya hacda sükût etti. Çünkü, haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musibeti değil, gazap ve kahrı celb etti. Cezası da keffâretü'z-zünub değil, kessâretü'z-zünub oldu. Haccın bahusus taarrüfle tevhid-i efkârı, teavünle teşrik-i mesaiyi tazammun eden içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâmı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar etti.

İşte Hint, düşman zannederek, halbuki pederini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor.

İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahıs, biçare valideleri olduğunu, "ba'de harabi'l-Basra" anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar.

İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor.

İşte Afrika, biraderini tanımayarak öldürdü, şimdi vâveylâ ediyor.

İşte âlem-i İslâm, bayraktar oğlunu gafletle bilmeyerek öldürmesine yardım etti, valide gibi saçlarını çekip âh ü fîzar ediyor.

Milyonlarla ehl-i İslâm, hayr-ı mahz olan sefer-i hacca şedd-i rahl etmek yerine, şerr-i mahz olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatlar ettirildi. “Fa'tebirû” (İbret alınız!)

“Zaruret yasakları mübah kıldığı gibi zorlukları da kolaylaştır.” Korkaklıkta darb-ı mesel hükmünde olan tavuk, çocukları yanında iken şefkat-i cinsiyesiyle câmusa saldırır. İşte dehşetli bir cesaret...

Hem darb-ı mesel olmuş, keçi, kurttan havfı, ıztırar vaktinde mukavemete inkılâp eder; boynuzuyla kurdun karnını deldiği vâkidir. İşte harika bir şecaat...

Fıtrî meyelan, mukavemet-sûzdur. Bir avuç su, kalın bir demir gülle içine atılsa, kışta soğuğa mâruz bırakılsa, meyl-i inbisat demiri parçalar.

Evet, şefkatli tavuk cesareti, hamiyetli keçi ıztırarî şecaati gibi fıtrî bir heyecan, demir güllede su gibi zulmün burudetli husumet-i kâfiranesine maruz kaldıkça herşeyi parçalar. Rus mojikleri buna şahittir.

Bununla beraber imanın mahiyetindeki hârikulâde şehamet, izzet-i İslâmiyenin tabiatındaki âlempesent şecaat, uhuvvet-i İslâmiyenin intibahıyla her vakit mucizeleri gösterebilir.

Birgün olur elbette doğar şems-i hakikat

Hiç böyle müebbed mi kalır zulmet-i âlem?

Sünûhat, s. 71-73

Lügatçe:

keffâretü'z-zünub: Günahların keffareti.

kessâretü'z-zünub: Günahların çoğalması.

taarrüf: Tanışma.

tevhid-i efkâr: Fikir ve görüş birliği.

teavün: Yardımlaşma.

teşrik-i mesai: Çalışma ortaklığı, işbirliği yapma.

tazammun: İçine alma.

maslahat-ı vâsia-i içtimaiye: Topluma ait büyük fayda.

Ba'de harabi'l-Basra: Basra yıkıldıktan sonra. Mec. İş işten geçtikten sonra.

şedd-i rahl: Yola çıkma, yolcu olma.

havf: Korku.

mukavemet-sûz: Dayanılmaz.

meyl-i inbisat: Genişleme meyli.

burudet: Soğukluk, soğuk olma.

âlempesent: Âlemce meşhur, dünyaca takdir edilen.

20.06.2007


Çocuk uyanıklığı

Ruhlar âleminden geleli ne çok zaman oldu. Havuzda yıkanıp da gözlerimizi farklı bir âleme açtığımızda çevremizi tanıyıp, iyi ile kötüyü ayırt edebilmek için verilen on beş günlük sürede büyüklerimizden her şeyi öğrendik. Onlar da büyüklerinden öğrenmiş her şeyin bir sebebi olduğunu; ağacın, toprağın, suyun ve güneşin bir araya gelmesiyle oluştuğunu; güneşin doğmak, rüzgârın esmek, yağmurun yağmak zorunda olduğunu... Hayatta tek varlığın insan olduğunu, hayatın insan etrafında döndüğünü öğrendik. Sonra kültürlü olabilmek için neler öğrenmemiz gerektiğini de öğrendik. Günlük döviz kurlarını, sezonun trendi yükselen çizgilerini, bu yılın en moda renklerini, meclis koridorlarında geçen sataşmaları (pardon) tartışmaları, haftanın birinci lig maçlarının skorlarını ve gol pozisyonlarını, bin bir gece dizilerinin bin bir kere tekrar edilen en son bölümünü... Bildiklerimizi ayaklarımızın altına koysak burnumuzun hizasına, yani kaf dağına yakın bir yerlere varıyor olmalıyız.

Oysa onlar, yani çocuklar, büyüklerinin dayatma kabullerinin ötesinde hayata bütün çıplaklığı ve saflığı ile muhatap olabiliyor; bizim gibi sanal görüntüleri değil gerçeğin ta kendisini görebiliyorlar. Biz plastik emzik gibi basitlikle ve sıradanlıkla yoğrulmuş öğretilerimizle meraklarını susturmazsak çocukların, kâinat müşteri olanlara bağrındaki hakikatleri zaten açacaktır.

Bir anne çocuğunun anlam veremediği garip davranışını anlatıyordu: “İnanır mısınız her sabah bıkmadan usanmadan uyanır uyanmaz pencereye koşar ‘Aaa... Bu gün yine güneş doğmuş. Allah’ım bize güneşi gönderdiğin için teşekkür ederim’ der. Çocuk işte ne yaparsın...” Bir şey yapmayın hanımefendi, lütfen hiçbir şey yapmayın, bırakın da kâinatın haykırdığı ama bizim kap kalın ülfet perdemizin ardından göremediğimiz hakikatlere çocuk masumiyetiyle muhatap olsunlar. Bırakın da güneşin her bir doğuşunun paha biçilmez ayrı bir nimet oluşunu onlar bari görebilsinler.

Yağmurlu bir ilkbahar gününde alış veriş için bir dükkâna girmiştik. Esnaf başka bir müşteriyle ilgileniyor, elinde müşterinin istediği ürünün olmadığını bildiği halde farklı alternatifler sunarak müşterisini ikna etmeye çalışıyordu. Bu diyalog, esnafın dokuz-on yaşlarındaki oğluna sıkıcı gelmiş olacak ki bir müddet dışarı çıktı. Sonra büyük bir hayret ve şaşkınlıkla içeri koştu. “Baba, baba! Gel sana ne göstereceğim” derken bir yandan da babasının kolundan çekiştiriyordu. Babası ilgisiz bir tavırla;

“Dur oğlum! İşim var şimdi gelemem.” Çocuk isteğinde ısrar edince baba;

“Tamam söyle bakalım ne göstereceksin?”

“Baba gel bak güneş çıktı.”

“Güneş mi?.. Bunun için mi çağırıyorsun beni ?”

Baba anlamadı çocuğun ısrarını; tam da müşteriyi ikna edecekken güneşin sırası mıydı şimdi? Güneş bu, her zaman çıkar, ya müşteri! Veli nimeti kaçırmak olur muydu?

Çocuk anlamadı babasının ilgisizliğini; uçurtmasının bile gidebileceği en son yükseklikte babasından bile daha büyük güneş, kapkara bulutları aralayıp gülümseyivermişti ona. Bu ânı babası da görmeliydi. Ama o bu muhteşem manzaraya karşı ilgisiz kalmıştı. Büyükler bazen neden bu kadar anlaşılmaz oluyordu?

Dışarı çıktığımızda bir de ben baktım gökyüzüne, manzara gerçekten muhteşemdi. Güneş ışınlarının bulutlardan kırılarak yansımasıyla oluşan renk cümbüşü göz alıcı güzellikteydi. Mülevvin isminin parlak bir nurânî sahifesi oluşmuştu.

Sahi biz büyükler neden bu kadar anlaşılmaz oluyoruz? Aynı yaşlardan biz de geçtiğimiz halde onları anladığımıza göre çocukluğumuzdan bu yana büyürken öğrendiklerimize mukabil kaybettiğimiz önemli şeyler olmalı: Meselâ kocaman merakımızı, küçük şeylerde büyük güzellikler gören ilgimizi, kâinata dünyevî kaygılardan uzak muhatap olmayı...

Ne dersiniz “Dünya hayatı bir oyun ve oyalanmadır” sırrınca oyuncaklara dalıp gerçek hayatı unutan biz miyiz, yoksa çocuklar mı?

Nuriye ÇEVİK

20.06.2007


Bediüzzaman'ın empatisi

HABER-YORUM

“İnsanlar ‘Acını paylaşıyorum’ dediğinde bunu

genellikle lafın gelişi söyler, ancak İngiliz uzmanlar bazı insanların çok güçlü empati duyguları nedeniyle diğer insanların acısını gerçekten hissedebildiğini söylüyor. Londra College Üniversitesi’nden uzmanlar, karşısındakine dokunulduğunu görmenin, beynin aynı bölümünü harekete geçirerek kendi bedenine dokunulmuş gibi hissedilmesine yol açtığını söylüyor.” (Radikal,

19.06.2007)

The Green Mil (Yeşil Yol) filmini izleyenler bilir. Orada, dokunduğu hastaları iyileştirme gücüne sahip, iri yarı görünümlü bir mahkûm vardır. Aslında benim, onun bu özelliğinden daha çok dikkatimi çeken ve bana o filmi ibret vesikası haline getiren yönlerinden biri, o dev adamın aşırı seviyedeki empatisiydi. Öyle ki, dünyanın neresinde olursa olsun, her insanın acısını hissedebiliyor ve bu duyuş ona müthiş bir ıztırap veriyordu. Neticede çoğu kere yorgun ve bitkin düşüyor, koğuşunda yatmayı tercih ediyordu.

Yeşil Yol’un o dev adamı, bu özelliğiyle, bana ilk anda, Birinci Dünya Savaşı’nda İslâm âlemine indirilen darbeleri en evvel kalbinde hisseden Bediüzzaman’ı hatırlatmıştı. Şöyle diyordu o:

“Ben kendi elemlerime tahammül ettim; fakat, ehl-i İslâmın eleminden gelen teellümat beni ezdi. Âlem-i İslâma indirilen darbelerin en evvel kalbime indiğini hissediyorum. Onun için bu kadar ezildim.”

Ara sıra sinemaya ibret için gittiğini söyleyen Bediüzzaman, izlediğim filmi, bu kez kendi hayatıyla bana bir ibret tablosu haline getirmişti.

Gerçekten de Bediüzzaman, tıpkı dünyadaki insanların acılarını hisseden o dev adam gibi, yaşadığı her an, İslâm ve insanlık âleminin acılarını yüreğinde hissetmişti. Bir baba şefkatiyle ‘İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor’ diyerek, insanları evlâdı gibi görmüş ve onların dertleriyle hemhâl olmuştu. Farklı coğrafyalarda olmak, onun için bir engel değildi. Kalbi onlarla birlikte atıyordu. “Mesleğimizde sohbet-i suriyenin ehemmiyeti azdır” demesi de bundandı. Mekânlar ayrı da olsa, mânen bir ve beraber olmaya önem veriyordu o.

İnsanlığın bütün kederi ve sevinciyle alâkadardı Bediüzzaman. Ancak onun bu empatisinin, Yeşil Yol’un karakterinde canlandırılan özelliğin çok daha ötesinde ve yücesinde olduğunu söyleyebiliriz. Zira o, insanların maddî sıkıntılarından çok, manevî sıkıntılarıyla ilgilenmişti. Hatta hastalık ve musibetleri, kişinin dinine zarar vermediği sürece, hoş görerek ibadete vesile kılmak gerektiğini söylemişti. İnsanların 60-70 senelik geçici hayatlarının mutluluğu yanında, sonsuz hayatlarının saadeti için çabalıyordu asıl. Hatta bu uğurda bırakınız dünyayı, ahiretini dahi fedâ etmeyi göze almıştı.

Günümüzün empati olarak isimlendirdiği hâli, Bediüzzaman, en mükemmel mânâsıyla had safhada yaşamıştı.

İsmail TEZER

20.06.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004