Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 25 Haziran 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Yanlış politikalar

Dün İstanbul Çağlayan’da teröre karşı ‘ sessiz yürüyüş’ yapıldı. Ancak ‘ cumhuriyet mitingleri’ ile kıyaslandığında katılım çok azdı.

Acaba niye? Bunun nedeni hava sıcaklığı ya da vatandaşın teröre karşı ilgisizliği olmasa gerek.

Belli ki dünkü yürüyüşün başını çeken “ Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği “ ile diğer “ sivil devlet kuruluşları “ arasında çatlak var.

Emekli askerlerin yönettiği ya da yönlendirdiği sivil görünüşlü kimi ‘paramiliter’ dernekler, ÇYDD Başkanı Türkan Saylan’a “ Biz olmazsak, siz fazla bir şey yapamazsınız “ mesajını mı gönderiyor?

Hatırlayın: Miting öncesinde, ısrarla “ Ne şeriat, ne darbe “ diyen Türkan Saylan, İzmir’de konuşturulmamıştı. Şimdi o ayrılık iyice su yüzüne çıkmış oluyor.

Sloganları karşılaştırmak dahi yeter: Mesela “Genç siviller rahatsız” diyen demokrat ‘ Siyasal Ufuk Hareketi’, “Ne darbe, ne darbe” sloganını atıyordu... İki arada bir derede kalan Prof. Saylan, “ne o, ne öteki” pozisyonunu almıştı... Sözünü ettiğim emekli askerler ise, tam da bir darbe atmosferi oluşturmayı amaçladıkları için konu o noktaya geldiğinde özenle susuyordu...

Dünkü mitingin medyaya yansıyan ilginç görüntülerinden biri de “Kalpaklı Mustafa Kemal” maskeleri takmış, eli bayraklı gençlerdi.

Sıcak havada, eteği mini, göğüs kısmı dekolteli elbiseler giymiş kızların o maskeyi taşıması, “ altı kaval, üstü şeşhane” bir durum yaratıyordu. (Deyimin doğrusu budur: ‘ Şişhane’ değil, ‘ şeşhane’ yani ‘ 6 haneli’, ‘ 6 bölümlü’.)

Popüler kültür böyledir: Başka başka alanlara ait öğeleri bir araya getirerek şaşırtıcı imgeler yaratabilir.

Olaya siyasi tarih açısından baktığımızda da aşuresel bir durumla karşılaşıyoruz: Yürüyüşte Atatürk maskesi taşıyarak terörü durduramadığı için hükümeti suçlayan bu gençler, önemli bir gerçeğin farkında değil.

Atatürk’ün iktidar olduğu 1923-1938 döneminde, irili ufaklı 16 Kürt ayaklanması meydana geldi. Yani değil “Atatürkçü” olmak, Atatürk’ün kendisi bile o isyanları engelleyememişti.

Demek ki izlenen politikalar yanlıştı!

Sabah, 24 Haziran 2007

Emre AKÖZ

25.06.2007


 

Refleks harekete geçmedi

İstanbul/Çağlayan ve Adana’da dün düzenlenen ‘Teröre Lânet Mitingleri’ beklenen ilgiyi çekmedi. İki mitinge ancak birkaç bin kişinin katıldığı anlaşılıyor. Kısa süre önce hemen hemen aynı kuruluşlar tarafından düzenlenen Cumhuriyet Mitingleri’ne yoğun katılım düşünüldüğünde keskin bir ilgi eksilmesiyle karşı karşıya olduğumuz anlaşılır.

Sevinmeli miyiz bu ilgi eksikliğine, yoksa üzülmeli miyiz?

Örgütlü toplumun en doğal etkinliklerinden biridir mitingler; insanlar ancak gerçekten önem verdikleri davalar için rahatlarını bozar ve sokaklara dökülürler. Sokakların kalabalığı demokrasilerde sağlık alâmetidir. Yerel, ulusal veya küresel sorunlar için zahmete katlanmak, yürümek, haykırmak, tıpkı sağlıklı yaşam için yapılan yürüyüş gibi, demokrasileri dinç tutar.

Mitinglerin ilgisizlikle karşılaşmasına elbette sevinilemez; özellikle de ‘teröre lânet’ amaçlı mitinglere…

Türkiye son 25 yıldır PKK terörüne muhatap; 30 binin üzerinde insanımız bu yüzden hayatını kaybetti. Son bir ay içerisinde teröre kurban verdiklerimizin sayısı 40’ı aştı. Terör yalnız can almakla kalmıyor, çok daha verimli alanlara yatırılabilecek ulusal servetin silâh ve teçhizat için ayrılmasını da zorunlu kılıyor; PKK terörü olmasaydı Türkiye bugün çok daha müreffeh bir ülke olurdu. Kendi içiyle çok meşgul olduğu için, Türkiye, etrafıyla gerektiği kadar ilgilenemiyor; bu da dış politikasını olumsuz etkiliyor. PKK sorunu Türkiye için yalnızca bir terör sorunu değildir; en değerli kaynaklarını boşa harcatan, ulusal güvenliğini tehlikeye düşüren çok daha kapsamlı bir sorundur.

‘Teröre Lânet Mitingi’ bu sebeple daha büyük kalabalıkları kendisine çekebilmeliydi.

Acaba mitinglerin yeterince ilgi görmemesinin sebebi ne olabilir?

Havanın sıcaklığı elbette önemli bir unsur... İstanbul ve Adana’da mevsimin en sıcak günleri yaşanıyor. Meteoroloji yetkililerinin dışarıya çıkmayı sakıncalı gördüğü bir havada, kalabalıkları bir alanda toplamak, kilometrelerce yürütmek gerçekten pek aklı başında bir karar değil. Böyle bir mitinge katılmayı istediği halde sıcaktan dolayı uzak duran kişilerin sayısı herhalde az değildir.

Ancak tek sebebi hava şartlarına da bağlayamayız. Öyle ya, ‘sıcak’ tek başına sebep olsaydı, her şeye rağmen mitinge katılan birkaç bin kişinin de evlerinden dışarı çıkmaması gerekirdi. Kaldı ki, dün, sokaklar ve çarşılar her zamanki gibi kalabalıktı; muazzam sıcağa rağmen…

Terörü ciddiye alan bir toplum, hava ne kadar elverişsiz olursa olsun, terörü lânetleme görevini yerine getirmek için meydanları doldururdu. Boş kalan meydanlar bu etkinlikte bir yanlışlık olduğunu düşündürüyor.

Akla gelen ilk sebep, toplumumuzun terör belâsından meydanlarda lânet okuyarak kurtulamayacağımızı düşünmesidir. Ellerde taşınan “Ordu Irak’a” pankartı aslında yürüyüşçülerin de eylemlerinin sonuç alabileceğine tam inanmadığını gösteriyor. Bir başka ihtimal de, kendilerinden ‘toplumsal refleks’ beklenen kitlelerin, refleksle hareket edildiği takdirde ciddi sıkıntılar yaşanacağına ve toplumsal barışın zedeleneceğine inanmalarıdır. Sonuç alınamayacak bir etkinlik, bir de sıkıntı doğuracaksa, aslında teröre karşı olan pek çok insan, eyleme katılmayı uygun bulmamıştır.

Mitingin düzenleyicilerinden biri, miting ile Genelkurmay Başkanlığı bildirisi arasında kurulan ilintiyi, “Türk Silahlı Kuvvetleri aynı zamanda bir sivil toplum kuruluşu gibi hareket etmektedir; (..) bu sebeple Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bildiri yayınlaması çok normaldir” sözleriyle doğrulamış. TSK’yı ‘sivil toplum örgütü’ olarak görmeyenler de ‘refleks’ gösterme amaçlı mitinge katılmamış olabilir.

“Mitingler oldu” diye de “Kalabalık azdı” diye de, ne üzülelim ne de sevinelim…

Yeni Şafak, 24 Haziran 2007

Fehmi KORU

25.06.2007


 

Rejimin değişen “in”leri ve “out”ları

27 Nisan 2007 Cuma gecesi saatler 23.00’ü geçtiği sırada, Genelkurmay Başkanlığı’nın web sitesinde yayımlanan bildiri şu cümle ile başlıyordu:

“Türkiye Cumhuriyeti devletinin, başta laiklik olmak üzere, temel değerlerini aşındırmak için bitmez tükenmez bir çaba içinde olan bir kısım çevrelerin, bu gayretlerini son dönemde artırdıkları müşahede edilmektedir.” Bildiri, “artırılan bu gayretler”den örneklerle devam ediyordu. Kutlu Doğum Haftası kutlamalarından alınan “irtica” örnekleri, bildirinin gerekçesi olarak uzun uzun tadat ediliyordu. Ve bu bildiri, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin “laikliğin tartışılması” konusuna odaklanmış “Cumhurbaşkanlığı seçimi süreci”nden duyulan rahatsızlığı vurguluyor ve “laikliğin kesin savunucusu” olarak TSK’nın “gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde ortaya koyacağı” uyarısı ile son buluyordu. Kamuoyu bu uyarıyı “bir darbe uyarısı” olarak kayıtlarına geçirdi. Bildirinin bir muhtıra olup olmadığı uzun uzun tartışıldı. Türkiye, hâlâ darbe tehditlerinin yapılabildiği “geri” bir ülke olarak uluslararası kamuoyunun ilgi odağı haline geldi. Ekonomi, küçük bir sarsıntı geçirdi. Genç nesiller, “Genç Siviller”in ifade ettiği üzere darbe konusunda ilk defa “millî” olmanın mahcubiyetini yaşadılar.

Bugün itibarıyla, aradan iki aydan az bir zaman geçti. Neden uzunca bir zamandır “laikliğin tehdit altında olduğu”na dair herhangi bir ses ve itiraz duymuyoruz? 27 Nisan günü var olan tehditler nereye kayboldu? Bu soru üzerinde uzun uzun düşünmemiz ve bir cevap bulmamız gerekmiyor mu? Sahi ne oldu “laikliği aşındıran”lara? “Kutlu Doğum Haftası” kutlamalarını “laiklik karşıtı” olarak 23 Nisan’a alternatif bir kutlamaya dönüştürenler nereye saklandılar? Türkiye’yi sarsan bu bildirinin gerekçeleri bugün nerede? Daha ötesi, bu bildirinin ne için verildiğini hatırlayan var mı?

Bu bildiri ile Türkiye, sahip olduğu en değerli hazinesini, istikrarını kaybetti. Cumhurbaşkanı seçilemedi. Türkiye hâlâ, bırakın cumhurbaşkanını, 22 Temmuz seçimleri ile oluşacak Meclis’in başkanını nasıl seçeceğini bile bilmiyor. Bugün girdiğimiz seçim atmosferi bile doğrudan bu bildirinin sonucu. Türkiye, her biri ilgisiz yerde duran taşları yerli yerine oturtabilmek için genel seçimlerin sona ermesini bekliyor. Ama biz yine de merak ediyoruz: 27 Nisan günü Genelkurmay’ın web sitesinde yer alan bildirinin gerekçelerine ne oldu?

Bugün, bitmek tükenmek bilmeyen rejim tartışmaları “irtica” yerine “bölücülük”ten besleniyor. Siyasî tartışmalarda “irtica tehdidi” “out”, “bölücü tehdit” “in”. Sonuç değişmiyor. Her hal ve şartta rejim sürekli olarak “Cumhuriyet tarihinin en büyük tehdidi” altında bulunuyor.

Tablo açık değil mi? Mayıs ayı ile birlikte artan şehit cenazeleri, “bölücü terör” tehdidini yakıcı bir sorun olarak gündemimize soktu. Böylelikle, hükmünü rejime yönelik tehditlerle sürdürenler, yeni bir gerekçeye kavuştu. “İrtica tehdidi” bir anda gözlerden kayboldu.

Aslında “rejime yönelik bir irtica tehdidi var mı?” sorusuna, en doğru cevabı koskoca bir tehdidin bu kadar kısa zamanda gaybubeti veriyor. Demek ki yokmuş. Şimdi “bölücülük tehdidi” için de aynı şeyleri neden düşünmeyelim?

“Bölücülük tehdidi” üzerinden verilen devlet içindeki iktidar mücadelesi, “irtica” üzerinden sürdürülen mücadeleden daha tehlikeli. Çünkü ülke, tam da bu tehdit üzerinden girişilen güç çatışmasının çözücü ve dağıtıcı etkisi ile ağır bir baskı altında kalıyor. Rejim herhangi bir tehdit altında bulunmuyor. Ama, devlet içinde güç mücadelesini sürdürenlerin aradıkları meşruiyet, -bunun adı bazen “irtica” bazen de “bölücülük” oluyor- Türkiye’nin birliğine ve bütünlüğüne büyük zararlar veriyor.

Soruyu tekrar soralım. Devlete yönelik tehditlerin “in”ler ve “out”lar şeklinde modası olur mu? Bundan iki ay önce demokrasiye yönelik ağır bir askerî müdahaleye gerekçe teşkil eden tehdit bugün nereye kayboldu?

Zaman, 23 Haziran 2007

Mümtaz’er TÜRKÖNE

25.06.2007


 

Olup biteni nasıl okumalı?

Bir kere...

Çok ciddi bir kavga... Hatta savaş... Hatta meydan savaşı var. Nerede?

Devletin içinde. Kimle kim arasında?

Değişimcilerle... Statükocular arasında. Statükocu... Değişime karşı bir güç.

Gizli gizli ABD’de ittifak mı arıyor?

İçerde kanlı senaryolar peşinde koşarken ABD’de silahçılara ulaşıp onlarla sarmaş dolaş olmaya mı çalışıyor?

Bunu yaptığı an...

Yalanla...

Dolanla...

Yüz kızartıcı bir inkarla...

Daha da beter bir duruma düşüyor.

* * *

Üstelik...

Askeri vesayet rejimine ABD’de payanda arayanlar...

Orada da kavga olduğunu unutmakta.

Amerika’da Dışişleri başka bir telden...

Savunma Bakanlığı ise çok daha başka bir telden çalmakta.

‘Demokrasiyi boşver’ diyen Savunma Bakanlığı ile lehimlenmeye çalışanı...

Sadece bizim devletin değişimden yana olan kısmı yakalamıyor...

Bir de ABD Dışişleri açığa düşürüyor.

* * *

Amerika’da da birçok Amerika var.

Bilgisayarcıların Amerika’sı başka...

Silahçılarla, petrolcülerin Amerika’sı başka.

Bu iki sektör de gırtlak gırtlağa.

‘Biz adam da vururuz...

Bomba da atarız...

Arıza da çıkarırız...

Sen silah satar para kazanırsın...

Bizim de içerdeki egemenliğimiz sürer’ mantığı, ABD’yi de doğru dürüst tahlil edemiyor.

* * *

27 Nisan sonrası da aynı şey...

Sade devlette değil...

Devletin her kurumu içinde de...

Değişimcilerle statükocular arasında ayrışma var.

Seçim süreci bu açıdan önemli.

Bu seçim sadece siyasal iktidarı belirlemeyecek, değişim ile statüko arasındaki durumu netleştirecek..

* * *

Bombalı...

Fünyeli...

Paramiliter çetelerin ipliği bir kez daha mı pazara çıkıyor?

Bilin ki ardında ‘gerçek ve düzgün bir devlet’ arzulayanların soluğu var.

Hepsi büyük resmin parçaları.

* * *

Neden böyle oldu?

Aslında cevabı tarihte...

Üstelik tam yüz yıl öncesinde...

Bizim bugünkü AB sürecine benzer 2. Meşrutiyet ne zaman ilan ediliyor?

1908’de.

Sonra...

Sonra o güne kadar görülmemiş bir özgürlük... Çoğulculuk... Renklilik... Sosyal zenginlik.

* * *

Peki ardı geliyor mu?

Nerdee...

Gele gele İttihat ve Terakki’nin darbeciliği... Silahı... Sopası geliyor.

AB burayı özgürleştirir gibi mi oldu...

Neo-İttihat Terakkiciler hemen harekete geçti.

Kapak gibi Türkiye’nin üzerine kapanacaklar...

Yeter ki iç sömürge iktidarı kaybolmasın.

* * *

Sanırım, devletin içindeki değişimci güçler de bu noktada rahatsız.

Çünkü Osmanlı’da İttihat ve Terakki darbecilikle iç iktidarı aldı ama ülke yok oldu.

Bugün de böyle bir tehlike çok uzakta değil.

Ne oluyor?

Tarihi durdurmak isteyenlerle...

Tarihin gidişatıyla uygun yürümek isteyenler çatışıyor.

Elalemin enstitüsünde Türkiye’ye kanlı elbise biçmekten tutun da dere yatağında bulunduğu söylenen bombalara kadar kirli çarşaflar ortaya çıkıyor ise...

Bunu sağlayan aklı başında bir güç var.

Türkiye’nin yaşamasını... Özgürleşmesini... Zenginleşmesini isteyen bir güç.

* * *

Tarihi durdurmaya çalışaNlar egemen olurlarsa...

Osmanlı gibi Türkiye de kalmayabilir.

Zor...

Sıkıntılı...

Çok tatsız ve tehlikeli bir dönemdeyiz..

Dileriz, bu sefer sonuç değişik olur...

Kaderimiz Osmanlı’nın kaderine benzemez.

gazetem.net, 23 Haziran 2007

Mehmet ALTAN

25.06.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004