Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 09 Temmuz 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Bunlar sakın ‘seçim çeteleri’ olmasın?

Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül bir arkadaşımıza çetelerle ilgili ilginç açıklamalar yaptı geçenlerde.

Son günlerde biribiri peşi sıra yakalanan çeteler, ele geçen silah depolarının öyle tesadüfler sonucu ortaya çıkmadığını söyledi.

Gül bu sözleriyle, “Bunları ortaya çıkaran bizim bu konudaki kararlılığımızdır” demek istedi..

Tabii gelişmeleri büyük bir hayretle izliyoruz.

Çünkü bir yandan doğru, emekli ya da muvazzaf asker kişilerin kurduğu ve hatta içinde polislerin ve yargı mensuplarının da yer aldığı bu çetelerin ortaya çıkarılıyor oluşu sevindirici bir şey.

İnsana, “Galiba hükümet nihayet bu meselenin üzerine gitmeye karar verdi?” dedirtiyor.

Hele bu çetelere ait, ordu malı silahlarla donatılmış cephaneliklerin de ele geçirilmesi insanı bayağı umutlandırıyor.

Ama bir yandan da Şemdinli ve Hrant Dink davasıyla ilgili gelişmelere baktığımızda ise olup biteni anlamakta bayağı güçlük çekiyoruz.

Eğer Gül’ün söylediği gibi hükümet gerçekten ülkeyi bu çetelerden kurtarmayı düşünüyorsa Şemdinli davasının başına gelenlerle Hrant Dink davasının başına gelmekte olanları nasıl izah etmek lazım?

Bu nedenle, “çeteler meselesini ortaya çıkaran biziz” mesajı ile gerçek hayattaki bazı olguların birbiriyle çakışmadığını görüyoruz.

Mesele aslında şu:

Hükümet, birçok konuda olduğu gibi bu çeteler konusunda da samimi görünmüyor.

Çeteler gibi önemli meseleyi bile adeta, ‘seçim döneminde ele alınacak işler’ arasında değerlendiriyor.

Bu açıdan Gül’e iki soru sormak mümkün.

Birincisi, bu çeteler meselesinde, hele hele şu Vatansever Kuvvetler Güçbirliği örgütü hakkında harekete geçmek için niçin seçim dönemine kadar beklendi?

Hadi diyelim ki Gül ve hükümet buna, “Bu işler kolay değil, ancak” diye bir cevap verdi.

O zaman ikinci soruya geçmek gerekmez mi?

Niye sizin söylediklerinizle bazı olaylar birbiri ile örtüşmüyor?

Siz bir yandan çeteleri önlemeye kararlı olduğunuzu söylüyorsunuz.

Öte yandan bu sözlerinizle taban tabana zıt işler yapıyorsunuz.

Niye mesela, Şemdinli davasında hâlâ geri adım atmaya, meselenin örtbas edilmesi amacıyla yürütülen sinsi ve sizi de töhmet altında bırakan faaliyetleri desteklemeye devam ediyorsunuz?

Bilmiyor musunuz ki Şemdinli Çetesi aydınlatılmadan diğer garnitür çeteleri çözmek ve herşeyden önemlisi devlet içinde yuvalanmış yasadışı yapılanmalarla, çeteleşme olgusuyla mücadele etmeniz mümkün değil.

Gerçekten de çeteler meselesini çözmeyi samimiyetle isteyen bir iktidar Şemdinli meselesinde bu kadar teslimiyetçi olabilir mi?

Üstelik hâlâ da bu konuda teslimiyetçiliğe devam ederek...

Devlet içindeki yasadışı yapılanma o davanın tümüyle tasviye olması için çalışıyor. Hükümet de buna destek oluyor. Savcının meslekten çıkarılması, davanın savcının iddianamesi ile tamamlanmasına rağmen olayın basit bir çete işine indirgenmesi ve olayın üst kademelerdeki gerçek sorumlularına ulaşılmasının engellenmesi de yeterli sayılmadı.

Şimdi sıra, Yargıtay’ın davanın askeri yargıya havale edilmesi kararına ve mahkum olan astsubayların tahliye edilmesi taleplerine karşı çıkan mahkeme üyelerinin cezalandırılması ve haklarında soruşturma açılmasına geldi.

Sonunda mahkum olan astsubaylar beraat edene ve dava bir biçimde kapanana kadar bu saldırılar devam edeceğe benziyor.

Hrant Dink cinayetinde de durum aynı.

Hükümet, haber aldığı halde hiçbir tedbir almayarak Dink’in öldürülmesine göz yuman ve böylece bir anlamda fail durumuna düşen kamu görevlileri hakkında dava açılmasına izin bile vermedi.

Şimdi ortaya çıkan bu tabloyu, daha önce Trabzon Emniyet Müdürü olan Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı şu şekilde özetliyor:

“Sanıkların bir terör örgütüyle bağlantısı bulunmuyor. Sadece bir arkadaş grubu oluşturdular”

Netice olarak, Dink ailesinin avukatlarından Ergin Cinmen’in de söylediği gibi bu davanın da sonucu şimdiden bellidir.

Hrant, aşırı milliyetçi öfkeli gençlerin kurbanı olarak kabul edilecek ve mesele kapatılacaktır.

Bu nedenlerle ben hükümetin bu çeteler meselesinde samimi olmadığını düşünüyorum.

Çeteler konusunda samimi olan bir hükümet Şemdinli meselesinde gerçeklerin ortaya çıkarılmasıyla ilgili olurdu. Hrant Dink cinayetinin aydınlatılmasını, kendisi için olmasa bile Türkiye için bir onur meselesi yapardı ve beylik, işlemeyen mekanizmalar yerine, değişik denetim mekanizmalarını çalıştırarak olayı çözmeye çalışırdı.

Bunların hiçbirini yapmayarak, üstelik de seçim dönemi gelince ‘Çetelerle uğraşıyoruz” mesajları vermek kusura bakmayın hiç inandırıcı olmuyor.

Yeni Şafak, 8.7.2007

Koray DÜZGÖREN

09.07.2007


 

Vatandaşsız vatan olmaz

Türk devlet sisteminin içine yerleşmiş olan bu “tümör” tümüyle temizlenmeden, “metastas” ihtimalinin önüne geçilmeden, cumhurbaşkanın nasıl seçileceği, seçim sonuçlarının ne olacağı vs. gibi konular, ister istemez, birer “akademik” konu haline gelirler.

Bu işin “olmazsa olmaz” nitelikteki “siyasi” yönü. En az bunun kadar önemli, yine “olmazsa olmaz” nitelikte bir de “ideolojik” yönü var: “Vatanseverlik” kavramını sürülen leke de temizlenmelidir.

“İnsan” sevmeden, “vatandaş”ını sevmeden “vatan”ın sevilemeyeceği, “vatandaşsız vatan”ın, sınırları tarih içinde sürekli değişikliğe uğramış, dağlar, tepeler, vadiler, ovalardan, akarsular ve karasularından oluşan bir toprak ve su yığınından başka bir anlam taşımadığı idrak edilmelidir. Bütün bunları da sevebilirsiniz tabii. O, “vatan sevgisi”nden ziyade “doğa sevgisi”yle tanımlanabilir. (...)

“Vatandaşsız vatan” olmaz.

“Vatan sevgisi” herşeyden “vatandaş sevgisi” ve bunun temelinde yatan “insan sevgisi”dir. Kendi vatandaşını, kalleşçe arkadan vurma düzenekleriyle meşgul, amacına ulaştığı anda vatandaşından “zıbartılan adam” diye söz edenler, bu ülkenin “hasta ruhları”dır ve bunların “devlet ve güvenlik sorumluluğu” yüklendiği bir ülkenin de, o ülkenin toplumunun da “sağlıklı” olabilmesi mümkün değildir.

Devletin çetelerden temizlenmesi, “vatan”ın, “vatansever” etiketi altında “provokatörlük, dolandırıcılık, kaçakçılık, cinayet şebekeleri”den kurtarılması, Türkiye’nin acil ve “olmazsa olmaz” meselesidir...

Referans, 7-8.7.2007

Cengiz ÇANDAR

09.07.2007


 

Devlet olmak

Devlet, hukuk içinde düzen demektir. Başlıca işlevi budur. Düzenin kurulması öncelikle şiddete dayanır. Yani düzeni kuracak olan şiddetle karşıtlarını bastırmış olandır. Düzen bir kez kurulduktan sonra şiddet tekelini elinde tutması gereken devlet meşruiyet temelini genişletmek zorundadır. Hukuk bunun için gereklidir.

Devletin varlığı ve egemenliği yalnızca şiddet yoluyla sağlanan düzenle sürdürülemez. Devlete bağlılık duyması istenenlere devletin adalet, hukuk, eşit muamele sunması gerekir. Devlet dahil herkesin uyacağı kurallar vardır. Güç ve şiddet kullanımı sınırlıdır. Esas olan vatandaşların haklarına saygı gösterilmesidir. Hepsinden önemlisi hukuk dışına çıkılamaz . Bunlar gerçekleşmeden modern devlet olunmaz.

Vatandaşlarının bir kısmını düşman diye tanımlayan devlet olmaz. Daha doğrusu ona çağdaş anlamda devlet denmez. Vatandaşının can güvenliğini sağlayamayan, şiddet tekelini kimi zaman aşiretlerle, kimi zaman çetelerle paylaşan bunlara söz geçiremeyen devlet de devletliğini yitirmiş sayılır. Devlet içinde çete benzeri örgütlenmeler, hukuk dışı işler yapan odaklar olamaz, bunlar dokunulmaz kılınamaz, korunamaz. Böylesi bir devletin adalet mekanizması işlemez, hukuku sorgulanır, vatandaşla arasındaki bağ zayıftır.

Türkiye kimin devleti?

Bugünlerde gazete manşetlerine yansıyan pek çok olayda asıl sorgulanan Türkiye Cumhuriyeti’nin nasıl bir devlet olduğu ya da olmak istediğidir. Eğer Türkiye çağdaş anlamda bir devletse Vatansever Kuvvetler Güçbirliği Hareketi adı altında örgütlenen çetelerin

dokunulmazlığı kabul edilemez. Bu Soğuk Savaş kalıntısı mafyalaşmış yapılanmalardan temizlenmeden Türkiye gerçek anlamda bir demokrasi olamaz. Kendisine dünya sisteminde ve sıralamasında uygun gördüğü konuma da gelemez.

Devletin kendisi kadar vatandaşların nasıl bir devlet istedikleri, nasıl bir toplum arzuladıkları sorusu da yakıcı bir şekilde gündemdedir. Türkiye’de devlet bu topraklarda yaşayan herkesin devleti midir yoksa yalnızca bazılarının devleti midir? Vatandaşlar gerçekten etnik köken, din, mezhep farkı gözetmeksizin eşit midirler değil midirler?

Türkiye’de emniyet, ordu ve yargı vatandaşın hizmetkarı, hukukun emrinde ve kanunları eşit şekilde uygulayan kurumlar mıdır? Yoksa bunlar kendilerinden başka referansları olmadan, kendi çizgilerini davranışlarını belli bir ideoloji ya da dava çerçevesinde tanımlayarak mı görev yaparlar?

‘Temizlik’ görevi

Kısacası Türkiye devlet ve toplum olarak bugün önemli bir siyasal, toplumsal kimlik kararının eşiğindedir. Bu karar verilirken geçilecek belki en önemli eşik de Hrant Dink davasıdır . Türkiye bu cinayeti çözmediği, cinayetle ilgili tüm bağlantıları açığa çıkarmadığı taktirde dünyaya hiçbir davasını anlatamaz. (...)

Son günlerin bulguları Hrant Dink cinayetinin Danıştay saldırısıyla da bağlantılı bir dizi olayın merkezinde yer aldığını gösteriyor. Bu bağlamda Emniyet Genel Müdürlüğü’nün katil zanlılarını “ arkadaş gruplaşması “ şeklinde tanımlaması bu cinayet etrafındaki örtme, saklama çabalarının bir yenisi gibi görünüyor. Türkiye açısından bu çabalar çıkmaz yoldur. Şehit eşinin parasını dahi çalacak kadar gözleri dönenleri teşhir etmemek, Türkiye’nin devletini bu safralardan temizlememek bir tercih olamaz.

Hrant Dink’i korumamış devletin O’nun anısına, ailesine ve topluma borcu hiç değilse cinayetin davasının doğru dürüst görülmesini sağlamaktır.

Sabah, 8.7. 2007

Soli ÖZEL

09.07.2007


 

Ordu ve imaj

Son üç-beş aydır olan biten Türk askerine telafisi mümkün olmayan bir ‘imaj kaybı’na mal olmuştur.

Hadi varsayalım ordunun imajı Türkiye’de taştandır, ne yapsa bir şey olmaz. Ama ‘askerlik mesleğinin’ böylesine ‘imaj’ kaybına uğradığı başka bir dönem ben bilmiyorum. Her gün bir ‘emekli asker çetesi’ ortaya çıkıyor. Arka odalarında kolilerle hatıra el bombaları bulunuyor. Görevli bir subay ‘Bizim arkadaşların işi mi şu zıbartılan adam?’ diye sorabiliyor. (Zıbartılan adam, Hrant Dink). Hani durum öyle ki, bir ‘asker amca’ eğilip çocuğumuzu sevmeye kalksa kaçacak delik arayacağız.

Kaybettiğini idrak edenin kazanma şansı hâlâ vardır. Ama Türkiye kaybedenlerin kaybettiğini idraka yanaşmadığı bir ülke. Milyonlarca insan sokakta yürüyor. Beğenseniz de beğenmeseniz de ‘sivil’ bir harekettir deyip hazmetmeye çalışıyorsunuz. O sırada ordu darbe kıvamında bir muhtıra veriyor. Sokakta yürüyenler bir anda ‘cuntacı’ oluyor ve kaybediyorlar. Ama onlar bundan gocunmuyor. Halbuki biraz ‘imaj’ dertleri olsa, en çok gocunması hatta buna isyan etmesi gereken öncelikle onlar.

Belli ki Türkiye’de bazı güçler ceplerindeki ‘imaj’ı tükenmez sanıyor. (...)

Arzu ederlerse bundan üç-beş sene sonra bir ‘imaj’ araştırması yapsınlar da görsünler. Gördüklerine de şaşırıp arkasında bir komplo aramasınlar. Gören gözler biliyor, en büyük komployu kendi kendilerine yapıyorlar.

Radikal, 8.7.2007

H. Gökhan ÖZGÜN

09.07.2007


 

İttihat Terakki’ye karşı Ahrar Fırkası

Çokpartili hayata geçişimizin tarihi 1946’da başlatılırsa da bu doğru değil. Gerçek anlamda fikir temelinde iddia taşıyan partileşmenin cumhuriyetten önce Osmanlı döneminde yaşadığı tartışma götürmez. Osmanlı siyasetine katılan partiler günümüzde de takipçileri olan hareketler olarak kaldılar. (...)

İttihat terakki önce ‘cemiyet’ yani dernekti... Hem de idarecisinin kim olduğu pek belli olmayan, idarecilerinin pek azı görünürde, çoğu kısmı perde gerisinde bir dernek. Parti olmadığı halde siyaseti kontrol edebilen, baskılayan; propaganda, tehdit, şantaj, örgütlenme dahil izleri günümüzde de görülebilen ne kadar olumlu olumsuz siyasi eylem varsa hepsini Osmanlı’ya ithal ettiğini söyleyebileceğimiz ilk kuruluştu İttihad Terakki. Ahrar Fırkası ise Jöntürk hareketinin 1902’de Paris’te yaptığı toplantıda ortaya çıkan merkeziyetçiler-ademi merkeziyetçiler tartışmasından doğan, perde gerisinde liberal fikirleri savunmasıyla ünlü Prens Sabahattin’in liderliğindeki partiydi.

Gerçi 1876’da ilan edilen anayasa ve toplanan ilk meclisle demokrasi yolunda adım atıldıysa da çark iki ay döndükten sonra durmuş 2. Abdülhamid sistemin Osmanlı aleyhine çalıştığı düşüncesiyle meclisi tatil etmişti. Dolayısıyla 1908’de ilan edilen 2. Meşrutiyet’le seçimli, meclisli idareye geçildiğini söylemek daha doğru. (...)

2. Abdülhamid’in fiilen dağıttığı ama ‘tatil’ diye tanımladığı meclis, İttihat Terakki’nin baskısıyla ama yine de padişahın iradesiyle oluştu. 19 Temmuz 1908’de yayımlanan Hattı Humayun’da: “Umumi işlerin meşrutiyet usulüyle yapılmasının kendi fikrimiz olarak Kanun-ı Esasi ilan olunmuş iken muhtelif felaketler umumun menfaatlerine galebe etmesinden devletçe tatile gidilmesi kararlaştırılmıştır. O günden bu güne kadar geçen zaman zarfında gelişen durum, fikir ve genel temayüller neticesinde memleketin meşrutiyet idaresine kabiliyetinin görünmesi ile Kanun-ı Esasi’nin tüm hükümlerinin yürürlüğe konması ve Meclis-i Mebusan’ın her sene toplanmasına müsaade edilerek Bab-ı Âlimizce her tarafa bildirildiği” deniliyordu.

31 sene önce hazırlanan genelgeye göre seçim sancak esasına göre yapıldı. Her sancak kendi mebusunu seçecekti. Buna göre nüfusu 50 bin- 25 bin arasında değişen yerleşim birimleri 50 bin kabul edilerek bir mebus seçeceklerdi. 75 bin ve daha fazla nüfuslu sancak iki mebus seçecekti. 18 yaşını dolduran her Osmanlı vatandaşı seçime katılarak ikinci seçmenleri tespit edecekler daha sonra onlar mebusları seçecekti. Dolayısıyla iki dereceli bir seçim yapılacaktı. Mebusluk için ise 2007 Türkiyesi’nde gündeme geldiği halde gerçekleştirilemeyen kriter 25 yaşını doldurmuş olmaktı.

Sistemin dört yılda bir seçimlerin yenilenmesine, yasama dönemlerinin her sene kasım başında başlayıp ertesi yıl mart başında sona ermesini öngördüğünü de eklemem lazım. Ayrıca unutmamak gereken bir başka husus seçimin bütün yurtta aynı gün yapılmasının şart koşulmamış olmasıdır. Nitekim 1908’de Anadolu vilayetlerinden İstanbul’a mebuslar geldiklerinde İstanbul’da henüz seçim yapılmamıştı.

Bu süreçte hayli renkli manzaralar yaşandığını o günlerin yayınlarından izlemek mümkün. İstanbul’a taşradan gelen mebuslar başkentteki hemşerileri tarafından bayraklar, davul ve zurnalar eşliğinde büyük bir coşkuyla karşılanıyorlardı. Oteller de meclisin açılışına tanıklık etmeye gelmiş kişiler tarafından doldurulmuştu.

İttihat Terakki’nin orduya dayanan örgütlenmesinin etkisinin bu seçimde kendini gösterdiğini söylemeye gerek yok sanırım. Cemiyet/Parti imparatorluğun her köşesinde istediği adayı seçtirmeyi başardı. Ahrar Fırkası fazla bir varlık gösteremedi.

Sonuçlar alındıktan sonra meclis 17 Aralık 1908’de törenle açıldı. Padişah’ın açış nutku Cevat Bey tarafından okunmakla birlikte 2. Abdülhamid açılışa bizzat gelerek kısa bir konuşma yaptı. Meclisin huzurda açılmasında duyduğu memnuniyeti, mebusları tümüyle karşısında görmekten fevkalade memnun olduğunu belirtti ve başarı diledi. İkinci meşrutiyetten sonra kurulan ilk ve aynı zamanda üçüncü Osmanlı meclisi diyebileceğimiz bu meclisin başkanlığına İstanbul’da aday listesinin ikinci sırasında olup 472 oyla seçilen Ahmet Rıza Bey getirilmişti. (...)

İttihat Terakki, propaganda ve seçim kazanmadaki yeteneğini ülkeyi idare etmede gösteremedi. İktidarı paylaştığı orduyu siyasete sokmakla askere zarar vermenin yanında devlet kadrolarına sadece cemiyete mensup olmalarını ölçü sayarak doldurduğu kişilerin yetersizliği yüzünden de bürokrasi çarkını işlemez duruma getirdi. Ve sonuçta her yerde hoşnutsuzluk, muhalefet duygusu kabardı. İttihat Terakki’nin içinden gelen hoşnutsuzluk ve ayrılmalar seçimi kaçınılmaz hale getirdi. Cemiyet sadrazam Said Halim Paşa’ya baskı yaparak Ayan’ın da onay vermesiyle

18 Ocak 1912 tarihli irade-i seniyye ile meclisin feshedilmesini sağladı.

İttihat ve Terakki’nin karşında bu kez sadece Ahrar değil daha güçlü ve organize bir parti olan Hürriyet ve İtilaf Fırkası da yer alıyordu. Siyasi tarihimize ‘Sopalı Seçim’, ‘Dayaklı Seçim’ olarak anılan 1912 seçimleri için oy verme işlemi ocak ayının sonunda başladı. İttihat Terakki imparatorluğun bütün vilayetlerinde baskının her türlüsünü kullanmak pahasına seçimden galip çıkmaya kararlıydı. Askeri, mülki ve idari amirlerin neredeyse tamamı İttihat Terakki için seferber oldular.

Ve seçim istedikleri gibi sonuçlandı. Ama kimse de bu iktidar kadrosuna güvenin kalmadığı da görüldü. Muhalefetin giderek güçlenmesine, tepkinin büyümesine paralel olarak İttihat Terakki seçimden sonra da her türlü şiddeti uygulamaya başladı. Sıkıyönetim ilan etti, siyasi yasaklarla muhalefeti susturdu. Ancak olanca baskıya rağmen 4. meclisin ömrü kısa oldu.

4 Mayıs 1912’de ilk toplantısını yapan meclis, 5 Ağustos 1912 tarihli irade-i seniyye ile feshedildi. Ülkenin dört bir yanında İttihat ve Terakki’den istifalar olmuş ve cemiyet gittikçe taraftarının nezdinde de itibar kaybına uğramıştı.

Cemiyetin, kendisine sadık bazı subaylar dışında desteği kalmamıştı. Halk açıkça seçimlerin her türlü baskıdan uzak şekilde yapılması beklentisi içinde olduğunu ifade ediyordu. Ama patlak veren Balkan Savaşı İttihatçı kadronun bir kez daha ipleri ele almasına yaradı. Şaibeli de olsa iktidarını korumuştu parti. Ama buna rağmen seçimde yapılan hile ve usulsüzlükleri araştırmak üzere komisyon kurulmasını önleyemedi İttihat Terakki. Oluşan heyetin ortaya çıkardığı suiistimalleri saklayamadı. Muhalefetin yoğun olduğu bölgelerde seçmenleri silah altına almak dahil her yolu kullanmıştı partili subaylar.

Radikal, 8.7.2007

Avni ÖZGÜREL

09.07.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004