Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 16 Temmuz 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Almanlara neden kızıyoruz?

Manşet göz yaşartıcı: ‘Ekselansları bu medeni değil’...

Kim kime diyor?

Cumhurbaşkanı Sezer, Almanya Cumhurbaşkanı Köhler’e... Medeni olmayan ne?

Türk vatandaşlarının Almanya’ya kabulü ve Alman vatandaşlığına hak kazanmalarının önüne büyük engeller getiren Göç Yasası...

Bu yasa, 7 Temmuz’da Eyaletler Meclisi tarafından kabul edildi.

Ve Köhler’in onayına sunuldu..

Yasanın değiştirilmesi için yürütülen diplomatik çabalardan sonuç alamayan Türkiye, Sezer’in mektubuyla son bir girişimde daha bulunmakta.

Sezer, Köhler’e gönderdiği mektubunda, ‘göç yasasında yapılan kısıtlayıcı değişiklikleri ‘medeni anlaşmalara ters’ düştüğünü’ yazıyor. Yurttaşlarımızın hakkını, hukukunu koruyan bir girişim..

Ama anlamlı ve etkili olması için, mektubu gönderen ülkenin de ‘tutarlı’ olması gerekmez mi?

***

Almanlara neden kızıyoruz?

Çünkü son zamanlarda çok sayıda Türk kökenli vatandaşımızın Alman vatandaşlıklarını iptal ettiler..

Baktım açıklamalarda ‘nedeni’ yok.

Halbuki ‘nedenini’ ben bizzat oradaki vatandaşlarımızdan dinledim... Bizim devlet, oradaki vatandaşlarımızı Alman vatandaşı olmaya özendiriyor...

Ama Alman vatandaşı olabilmek için daha önce sahip olduğun vatandaşlıktan çıkmak gerekiyor...

Bizim devletin vatandaşlarımıza gayrı resmi olarak söylediği şu:

‘Türk vatandaşlığından çıkmadan Alman vatandaşı olun, biz bunu yansıtmayız.’

Almanya, Resmi Gazete’yi izleyerek, Alman vatandaşlığına geçenlerin Türk vatandaşlığından çıkmadığını görüyor... Bunun üzerine hem vatandaşlıktan atıyor, hem de mali yardımlarını geri istiyor.

***

Almanlara neden kızıyoruz?

Çünkü Almanya, Türkçe anadil derslerine verdiği desteği kademeli olarak kaldırıyor...

Biz kendi Kürt vatandaşlarımıza ya da ana dili farklı olan vatandaşlarımıza böyle bir hak veriyor muyuz?

***

Almanlara neden kızıyoruz?

Çünkü Göç Yasasında yapılan değişiklikler, oradaki insanlarımızı çok kolayca kapının dışına koymaya imkân veriyor.

Neden böyle yapıyorlar?

Almanya İçişleri Bakanı Wolfgang Schauble, Almanca bilmeyen annelerin, çocukların topluma uyumu önünde büyük bir engel teşkil ettiğinden şikayetçi.

Şöyle diyor: ‘Topluma uyum sağlayamayan ve 6 ya da 7 yıl sonra da tek kelime Almanca konuşmayacakların ülkemize gelmelerini istemiyoruz. Bu durumda çocuklarının hiçbir şansı olmuyor.’

Almanya’ya 1960’larda kırsal alandaki köylülerimizi işçi olarak gönderirken devlet ‘uyum’ konusuna hiç özen göstermedi... Aynı dönemde Yugoslavya ise günlük yaşamı yürütebilecek kadar Almancası olmayan hiçbir vatandaşını Almanya’ya işçi olarak göndermemişti.

Biz kendi insanlarımıza döviz makinası olarak baktık.

***

Ama ‘tutarlılık’ derken, daha vahim bir duruma değinmek istiyorum.

Şikayetçi olunan yasa ‘Göç Yasası’... Yani yabancılarla ilgili...

Ahmet Necdet Sezer de bundan şikayetçi. ‘Yabancılara medeni davranın’ diyor.

Peki... Almanlar’a bunu söylerken... Biz, bırakın yabancı göçmenleri,.kendi vatandaşlarımıza nasıl davranıyoruz?

***

Örneğin..

Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu, bizim Rum ve Ermeni vatandaşlarımıza ait olan vakıfları ‘yabancı vakıf’ olarak tanımlamadı mı?

Ermeni vatandaşlarımıza ‘yabancı’ demedi mi?

Dedi.. Ve bu rapor halen Cumhurbaşkanlığı web sitesinde duruyor.

1974 tarihli bir kararında, Yargıtay’ın da Müslüman olmayan yurttaşlarımızı ‘yabancı’ olarak tanımladığını da unutmamak gerek.

Peki, Alman Cumhurbaşkanı da bize, Müslüman olmayan vatandaşımızı Devlet Denetleme Kurulu’nun ‘yabancı’ saydığını hatırlatırsa ne olacak?

Yargıtay kararını sorgular ise ne diyeceğiz?

Etkili olmak için ‘tutarlı olmak gerek’ dediğim bu.

***

Ne zaman bu çifte standarttan kurtuluruz?

Bizdeki bu skandallar gündeme geldiğinde de medya ‘bu, düpedüz ırkçılıktır’ manşeti attığında...

Bu uygulamaların ‘medeni anlaşmalara ters’ olduğunu haykırdığında...

Manşetlerine bunları yazdığında.

Başkalarına ‘medeniyet dersi’ veririz gerekirse...

Ama ciddiye alınmak istiyorsak...

Önce bizim medeni olmamız gerekiyor.

Bilmiyorum, bizim cumhurbaşkanı, Türkiye’nin uluslararası platformlarda ‘ciddiye alınan, saygıdeğer’ bir ülke olmasını sağlamayı kendi görevleri arasında görüyor mu?

Star, 15.7.2007

Mehmet ALTAN

16.07.2007


 

1982 Anayasası ile Türkiye yol alamaz

Türkiye’nin siyâsî gündemi, yaklaşan genel seçimlerin hemen ertesinde, ağırlıklı olarak yeni bir anayasa üzerinde odaklanacak; öyle görünüyor. Bunun en yakın işareti, Başbakan’ın, cumhurbaşkanı seçimi ile ilgili olarak belirli bir bağlam içinde ortaya attığı uzlaşma anlayışına, mevcut ana muhalefet liderinin cumhurbaşkanlığı için “parlâmento dışından” bir ismin daha yerinde olacağı yolunda bir karşılık vermesi oldu.

Bu durumda, seçim sonuçlarının belirsizliğinden kaynaklanan bir ihtiyat payını koruyarak belirtmek gerekirse, 11. Cumhurbaşkanı’nı seçiminin mevcut anayasa hükümleri uyarınca parlamento tarafından gerçekleştirilmesinin mahkeme kararı ile engellenmesi üzerine başlayan kriz, seçimlerden sonra da devam edecek gibi görünüyor. Bir diğer deyişle, Türkiye’nin yakın siyâsî geleceği azından birçok bilinmeyenle çevrilmiş bulunuyor. Yeni parlamento aritmetiğinin nasıl oluşacağından başlayıp, bu yeni parlamentonun cumhurbaşkanını seçebilip seçemeyeceğine, buradan cumhurbaşkanı seçiminin Anayasa değişikliklerinin referandum günü olan 21 Ekim’e kadar ertelenmesinin hukuken mümkün olup olmadığına ve tabiî bu arada bir de yeni hükümetin nasıl oluşacağına kadar bir dizi sorunun cevabı henüz belli değil. Bu belirsizlik ortamında, Türkiye’de seçmenin bir sihirli dokunuşla bir gecede tüm bu belirsizlikleri ortadan kaldıracak bir kolektif irâde ortaya koyması da ihtimâl dışı sayılmamalı. Lâkin, 23 Temmuz günü, yukarıda işâret edilen belirsizlikleri tümüyle ortadan kaldıracak türden bir netice ortaya çıksa bile, Türkiye, yine de Anayasal düzenini bir bütün olarak yeniden inşâ etme gereğiyle karşı karşıya bulunacaktır.

Çünkü, seçim sonrası süreç nasıl gelişirse gelişsin, 21 Ekim’de cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini öngören Anayasa değişiklikleriyle ilgili halkoylaması yapılacak ve belki de bu değişiklikler yürürlüğe girecektir. Bu durumda, özellikle cumhurbaşkanının yetkileriyle ile ilgili olarak, zâten öteden beri dile getirilen Anayasal düzenlemenin gözden geçirilmesi ister istemez gündeme gelecektir. Bundan da öteye, hâlen iktidarda olan AK Parti’nin yanı sıra, 22 Temmuz seçimlerine ağırlığını koyacağı kamu oyu yoklamalarının çoğunluğu tarafından şu an için teyid edilen MHP ve DP de Türkiye’de yeni ve “sivil” bir anayasanın gerekli olduğunu, en azından seçim beyannâmelerinde dile getirmiş bulunuyorlar. Dolayısıyla, seçmenin oylarının dağılımına bağlı olarak, bu siyâsî partilerin beyan ettikleri “yeni anayasa”yı gerçekleştirmek için arayış içinde olacakları anlaşılmaktadır.

Askerî vesayeti sona erdirmek için...

Seçimlerden sonra Türkiye’nin siyâsî gündeminde yeni anayasa tartışmalarının en ön sıralarda yer alacağının bir diğer nedeni ise yapısal. 12 Eylül 1980 askerî darbesinin ürünü olan ve Türkiye demokrasisini bir cendere içine sokmuş bulunan otoriter eğilimli 1982 Anayasası, özellikle 2001 ve sonrasında geçirdiği önemli demokratikleşme reformları ile, kendi içinde tutarlılığı kalmamış bir yapıya dönüşmüştür. Daha kapsamlı ve daha derinlikli, daha güvenceleri sağlam, daha sivil, yani yurttaş irâdesinin temel belirleyici olduğu bir anayasal demokrasi düzenini bir bütün olarak yeniden inşâ etmek, devletin bu temel hukuk belgesindeki tutarsızlıkları gidermenin gereğidir. Ama, bundan da önemli olarak, yeni anayasa düzenini, 2007 Baharı’nda yaşanan askerî-sivil bürokratik vesâyetçilik etkilerinden arındırma zorunluluğudur. Bu zorunluluk, elbette Cumhuriyet’in adına yaraşır bir yurttaşlar devleti olmasını mümkün kılmak için olduğu kadar ve bundan ayrılmaz bir biçimde Türkiye’nin nihâî hedefi olan AB bütünleşmesi için de geçerlidir. Özetle, Türkiye, artık bütünüyle yeni bir anayasaya kavuşma ihtiyacı içindedir. Bunu, hem konjonktürel, hem de yapısal olarak tespit edebiliyoruz.

Zaman, 14.7.2007

Prof. Dr. Levent KÖKER

16.07.2007


 

AKP ve “Müslüman burjuvazi”

Özal’dan önce, yaşı kifayet edenler hatırlar, görünüşte neredeyse ‘sınıfsız’ bir toplumda yaşıyorduk. O yıllarda Türkiye’nin ithalat-ihracatının milli gelire oranı Demir Perde Ülkeleri’nin çoğundan, hatta sanırım hepsinden daha düşüktü.

Yani Demir Perde Ülkeleri’nden bile daha kapalı bir ekonomide yaşıyorduk.

O devirde, ‘Amerikan Pazarı’ndan edinilen bir blucin şimdiki ‘Ferrariler’den daha kıymetli, daha havalıydı. ‘Ferrari’sini satan bilgeler’ yoktu, bir blucine tamah etmeyen bilgeler vardı.

Ne varsa onla idare ediyor, yoksa, aynı kuyruklara hep birlikte bir ordu gibi talim ediyorduk. Paranın anlamı pek tabii vardı da, pek bir ‘referans’ı yoktu. ‘Prestij’, paradan çok daha önemliydi. Prestijden anlaşılan da ucundan bucağından da olsa yönetici elitin bir parçası olmaktı. Devlette memuriyet, doktorluk, subaylık Türk’ün varabileceği en yüksek noktalardı. Anlayacağınız, bir ‘ulusalcı ütopya’ yaşıyorduk hep birlikte.

Derken Özal geldi ve ünlü Amerikan deyişiyle ‘If you’ ve ‘got it, flaunt it’ dedi. Yani, varsa, saklamayın, varlığınızı harcayın, göstermekten çekinmeyin, zenginlikten hicap duymayın.

Hadi, dedi, şu ‘tek vücutmuş’ numarasından vazgeçin, herkes kendi sınıfına geçsin bakalım. Büyük infial, büyük endişe başladı toplumda. Özal, ‘parası olana’ parasını Türkiye’de harcamayı, harcayabilmeyi teklif etti. ‘Parası olana’ refah önererek, kimilerine göre toplumu böldü. Oysa olan biten, zaten gerçekte var olan bir ayrımın şeffaflaşarak, hakikatin tecelli etmesinden başka bir şey değildi. Özal’dan sonra ‘Beyaz Türkler’ söylene söylene sınıflarını idrak ettiler. Memurluk, doktorluk, subaylık eski prestijini yitirdi.

En azından burjuvazinin bir kesimi refahı tattı. (...)

Zamanla Türkiye’deki ‘muhafazakâr Müslüman’ kesim de ‘paralı’ olmaya başladı. Hem de muhafazakârlıklarından feragat etmeden bu zenginliğe ulaşmayı başardılar. Onların burjuvazisi de ‘zenginliğini yaşamak’ istemeye başladı. İşte çıngar burada koptu.

Onlara dendi ki: “Siz zenginliğinizi bizden, Beyaz Türkler’den farklı bir şekilde yaşayamazsınız. Muhafazakâr Müslüman ve para sahibi olabilirsiniz, ama paranızı bizim gibi harcamalısınız. Bizim gibi denize gireceksiniz, çocuklarınızı biz çocuklarımızı nasıl okutuyorsak öyle okutacaksınız.” Yani bu insanlara tabir caizse ‘amele burjuva’ olmakla yetinmeleri emredildi. Kazandıkları zenginliği harcamaya geldiklerinde, Beyaz Türkler’in ‘hizmet sektörlerine’ talim etmek zorundaydılar. Hizmet sekörü addedilen birçok şey de zaten ‘kamusal alana’ giriyordu ya da sokulabiliyordu. Ve ucu Atatürk’e vardırılabiliyordu.

Böylece, köşeye sıkışan ‘muhafazakâr Müslüman’ kesim ‘sınıfsız’ yaşamaya mahkûm edildi. Tek vücut haline getirildi. Müslüman kimlik sınıfsal kimliğin önüne geçirildi. İşçisinin de, patronunun da aynı çaresizlikten aynı şekilde yaşadığı, çocuklarının eğitim hakkının aynı şekilde engellendiği bir grubun ‘cepheleşmesinden’ daha doğal ne olabilir.

Şimdi bu insanların burjuvazisi de da kapitalist bir düzende kendi refahını yaşamak istiyor ve mümkünse, sınıfsal yapısını idrak etmek istiyor. AKP bu yolda çaba veriyor. Yani izin verseler, AKP, ‘Müslüman kesimi’ kapitalizmin tabiatına uygun bir şekilde bölecek, herkese sınıfını idrak ettirecek. Sınıfsal kimiliğin dini kimliğin önüne geçebildiği daha sağlıklı bir kapitalist iklim yaratacak.

Radikal, 15.7.2007

Gökhan ÖZGÜN

16.07.2007


 

Seçim sonuçlarını “tashih” hevesleri

Bugünlerde yine en fazla kullanılan sözcüklerden biri uzlaşma.Daha şimdiden, seçim sonrası gündeme gelecek olan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Ak Parti’den uzlaşıcı bir tutum içine girmesi talep ediliyor. Gerekçe de malum: “Demokrasi bir uzlaşma rejimidir.”

Evet, demokrasinin yapılabilecek binbir çeşit tanımından biri de bu olabilir. Ama demokrasi dediğimiz rejimin temel karakteristiği bu mudur? Yoksa, ortak kararlarda sandıktan çıkan güçler dengesinin esas alınması, bu dengenin “uzlaşma” adı altında değiştirilmemesi midir?

Elbette ki seçilmişler zaman zaman belli konularda uzlaşma arayışlarına girerler. Ama bu başka bir şeydir, “uzlaşma” adı altında seçim sonuçlarını tashih etmeye kalkmak başka.

Diyelim, A partisi seçimlerde özelleştirmeyi savunarak oy istemiş ve iktidar olmuşsa, B partisi de özelleştirmeye kesinkes karşı çıkarak oy istemiş ve muhalefette kalmışsa, seçimden sonra muhalefetin iktidardan “demokrasi uzlaşma rejimidir” diyerek, “yumuşatılmış” bir özelleştirme programı uygulamasını istemesi olacak iş midir? İktidarın muhalefetle uzlaşma adına yarım yamalak bir özelleştirme programı uygulamak gibi bir hakkı olabilir mi? Böyle olursa, seçimin ne anlamı kalır? Sandığın ortaya koyduğu çoğunluk iradesinin “özelleştirmeden yana” oluşunun ne kıymeti kalır? Şimdi somuta dönüp, gelin neden böyle apar topar seçime gittiğimizi hatırlayalım: Ak Parti normal süresine birkaç ay kala erken seçim kararı almak zorunda kaldı, çünkü askeri bürokrasi ve yargı el ele verip, seçilmişlerin cumhurbaşkanı seçmelerini engelledi. Zaten bu yüzden de, bu seçimin ana ekseni, “bürokrasinin seçilmişler üzerindeki demokrasi dışı dayatmalarına evet mi, hayır mı” oylamasına dönüştü. Böyle bir ortamda, sandıktan ağırlıklı bir “dayatmaya hayır” sonucu çıkarsa ve buna rağmen seçimin ertesi günü kimileri hala, “uzlaşma” adına Ak Parti’ye “devletin onaylamadığı birini cumhurbaşkanı seçemezsin” diye dayatırsa, bu sandık sonuçlarına meydan okumak değilse nedir?

İşte o yüzden de ben diyorum ki, bugün “uzlaşma”dan bahsedenlerin tek kastı sandık sonuçlarını değiştirmektir. Bir kere kimin kimle uzlaşmasını istiyorlar? Seçilmişlerin seçilmemişlerle; halkın oyuyla gelenlerin devlet içindeki bir klikle uzlaşmasını... Demokratik rejimin içerdiği “uzlaşma kültürü” bu mudur? Bugün Türkiye’de seçilemediği halde hala bir güç olmaya devam eden kişiler var; gücünü halktan değil, bürokrasiden alan bu güçler kendileriyle uzlaşılmasını istiyor. Böyle bir uzlaşma, halkın oyuna saygısızlık değil midir?

* * *

Aslına bakılırsa, demokratik rejimlerde bu uzlaşma meselesi kendiliğinden işleyen bir mekanizmadır. İktidarlar, ne kadar çok oy alırlarsa alsınlar, toplumun tümünü temsil etmediklerinin bilincindedir. Ve hep, iktidarlarını daha da güçlendirmek, yani toplumun daha geniş bir kesimini kucaklamak için uğraşır.

Bu dürtü onları, toplumun farklı kesimlerinin, farklı çıkar gruplarının taleplerine kulak kabartmaya açık hale getirir. Zaten sivil toplum da binlerce farklı yöntemle seçilmişler üzerindeki denetimini baskısını ve etkisini sürdürüp onu farklı fikirlerle uzlaşmaya iter. Bu da demokrasiye süreklilik kazandırır. Demokrasinin seçimden seçime işleyen bir şey değil, sürekli işleyen bir denetim ve katılım mekanizmasına sahip olması anlamını taşır.

İktidarlar ya kendi temsil ettikleri kitlelerin dışındaki toplum kesimlerinin seslerine de kulak verir, uzlaşmacı bir tutum izler ve güçlenirler; ya da farklı seslere kulaklarını tıkar; - hukuk dışına düşmemek kaydıyla - sadece kendi güçlerine dayanarak bildiklerini okurlar. O zaman da kitle temellerinin zayıflamasını ve bir dahaki seçimlerde kaybetme riskini de göze alırlar. Ama her halukarda, “ille de uzlaş” diye zorlanamazlar.

Risk onların riskidir ve bu riski almaya hakları vardır.

Bugün, 15.7.2007

Gülay GÖKTÜRK

16.07.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004