Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 27 Temmuz 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

AB yolunda yeni bir süreç başlamalı

Türkiye bir genel seçim dönemini daha geride bıraktı. Her ne kadar partilerin seçim çalışmaları sırasında iç siyasi meseleler ön planda yer almış ve AB süreci fazlaca tartışılmamış olsa da, aslında çıkan sonuç halkın AB sürecinin devamına desteğini göstermektedir.

AKP’nin yeniden tek başına iktidar olması, Avrupa Birliği ile ilişkilerin mevcut temelde devam etmesi ve hükümetin evvelce açıkladığı 2007-13 yol haritası çerçevesinde teknik düzeyde mevzuat uyumunun sürdürülmesi anlamına gelmektedir.

Nitekim, Başbakan Erdoğan’ın seçim sonuçlarının belli olmasının ardından yaptığı ilk açıklamada AB üyelik sürecinin öneminden bahsetmesi, gerekli siyasi iradenin mevcudiyetine işaret etmektedir. Aslında seçmenin AB’yi ve AKP’nin AB politikalarını göz ardı ederek oy vermiş olduğu düşünülemez. Başbakan bunun bilinciyle ilk konuşmasında AB üyelik hedefine değinmiştir. Dolayısıyla seçim sonuçlarını halkın Avrupa Birliği tam üyelik sürecine desteği olarak değerlendirmek de mümkündür. Dahası, AKP’ye oy vermemişlerin içinde de AB üyelik sürecinin devamını isteyen çok sayıda seçmenin mevcut olduğu düşünülebilir.

Seçmen, oylarıyla AKP’yi artık bir merkez partisi olarak görmeyi arzu ettiğini vurgulamaktadır. Bu konuda çokça yorum yapılmıştır. Merkez partisi olmanın belli yükümlülükleri ve sorumlulukları olduğu açıktır, dahası süreklilik gerektirir. Batı Avrupa’da merkez partileri konumlarını-iktidarda da olsalar, muhalefette de- uzun yıllar korumayı başaranlardır. Seçmenden gelen mesaj ışığında Türkiye’de merkez partisi olmaya aday partilerin AB sürecini ihmal etmelerinin mümkün olmadığı görülmektedir. Yalnız Türkiye’nin AB’ye tam üyelik hedefi, sadece teknik mevzuat uyumuyla sağlanamaz. Yaklaşık bir buçuk yıldır ara verilen siyasi reform sürecinin devamı, Türkiye de demokrasinin daha da yeşermesi bakımından önemlidir.

İlerleme raporu

Avrupa Komisyonu yıllık mutat ilerleme raporunu kasım ayında açıklayacaktır. Raporda özellikle Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkan Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy ve yandaşlarının elini güçlendirecek olumsuz unsurların yer almaması ve bu çevrelerin Türkiye’ye karşı koz kazanmamaları önemlidir. Dolayısıyla yeni hükümet elini çabuk tutmak ve siyasi reformların sürdürülmesi konusundaki kararlılığını ortaya koymak durumundadır. AB çevrelerinde 301. maddeye yönelik düzenlemeler ve Vakıflar Yasası şimdiden telaffuz edilmeye başlanmıştır.

AB yıl sonuna kadar yeni AB Anlaşmasını tamamlamaya ve üstünde mutabakata varmaya çalışacaktır. Ardından Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy aralık ayındaki zirveden itibaren Türkiye’nin tam üyeliğini sorgulayacak bir dizi politikayı hayata geçirmeye başlayabilir. Siyasi reform sürecinin devamı ve ilerleme raporuna olumlu yansıyacak adımların atılması Türkiye’yi destekleyenler bakımından da gereklidir. Örneğin Komisyon olumsuz bir ilerleme raporu temelinde Türkiye ile müzakerelerin savunuculuğuna devam etmekte zorlanabilir. Aynı hususu Türkiye’yi destekleyen üye devletler bakımından da dile getirmek mümkündür.

Bekleyen zorluklar

Önümüzdeki döneme yönelik olarak hükümetin önünde üstünden gelinmesi gereken birtakım zorluklar bulunacağı akla gelmektedir:

Bunların başında AB üyelik sürecini salt bir dış politika meselesi olmaktan çıkarıp, Türkiye’yi ilerleten, insanımızın hayat standardını yükselten temel bir unsur olarak görmek gelmektedir. Müzakerelerin başlamasıyla tam üyelik süreci bir dış politika meselesi olmaktan ziyade iç politikanın dönüşümünde yer almaya başlamıştır. Dolayısıyla AB üyeliğinin ne anlam ifade ettiğinin kamuoyuna daha net ve anlaşılabilir biçimde anlatılması gerekecektir. Gerek teknik uyumun, gerek siyasi reformların sürdürülmesi aslında kamuoyu desteğine bağlıdır. Nihayetinde yapılan değişikler benimsenmezse kâğıt üstünde kalmaktan öteye geçemez, bu durumda da tam üyelik hayal olur.

Bu bakımdan müzakereleri yürütecek heyet önemlidir. Başmüzakerecinin ve heyetinin önde gelen isimlerinin temel sorumluluk alanı müzakereler olmalıdır. Bundan böyle dışişleri veya ekonomi bakanlıklarının yanı sıra sürdürülen bir yaklaşım benimsenmemelidir.

Müzakere heyetinin oluşumu AB kamuoylarına verilecek mesaj bakımından da değerlendirilmelidir. Önümüzdeki dönemde AB halklarına Türkiye’nin ve Türk insanının daha doğru ve kapsamlı tanıtımı gerekmektedir. Artık devletten devlete diplomasi yeterli değildir. Kamu diplomasisinin devreye girme zamanı gelmiştir. Sivil aktörlerin girişimlerini destekleyecek bir yapı kurulmalıdır. Ülkenin sınırlı kaynakları da göz önünde bulundurularak başmüzakerecinin tüm girişimlerin birbirini tamamlar nitelikte olması için bir koordinasyon görevi üstlenmesinde fayda bulunmaktadır. Bu görev de zaman ayırmak ister.

Kıbrıs sorunu önümüzdeki dönemde de ön planda yer alacaktır. Türkiye’nin proaktif politikalara ihtiyacı vardır. Şubat 2008’de Güney Kıbrıs’ta başkanlık seçimleri yapılacaktır. Proaktif politikalarla bu süreç adada çözümü isteyenler lehine etkilenebilmelidir. Başka bir deyişle Güney’de Papadopulos gibi Türkiye ile çözümsüzlüğü benimseyen biri yerine, çözümü destekleyecek birinin seçilmesine Türkiye katkı sağlamalıdır.

Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin sıkça dile getirdiği Türkiye’siz bir AB söylemine karşı, Fransa’ya yönelik kapsamlı ve bütünlüklü bir dış politika geliştirilmesi gerekecektir. Bu politika tepkisel olmamalıdır. Tam tersine Fransa’nın üyesi olmayı istediğimiz birliğin önemli ve kurucu bir aktörü olduğunu hesaba katan, iki büyük ülkenin birbiriyle mücadele ederek kaybedeceklerine odaklanmak yerine, ilişkinin sağlıklı bir temelde yürümesiyle elde edecekleri kazanımlara odaklanan bir politika olmalıdır.

En nihayet Türkiye üyesi olmayı planladığı AB’nin geleceğine ilişkin de fikir üretmek ve katkı yapmak durumundadır. İşe yeni AB Anlaşması hakkında değerlendirmeler ve mütevazı öneriler yapmakla başlanabilir. Türkiye’nin böylesi katkıları tam üyelik yolundaki iradesinin de bir göstergesi olacak ve AB çevrelerinde olumlu algılanacaktır.

Sonuç itibarıyla, seçimler sonrası yeni dönem her ne kadar bugüne kadar izlenen yola devam şeklinde algılansa da, aslında Türkiye’yi tam üyeliğe götürecek yeni bir sürecin başlangıcı olarak değerlendirilmelidir. Seçmen desteğini ortaya koymuştur. Geriye siyasi iradenin bu mesajı ve kararlılığı AB’ye taşıması kalmaktadır.

Radikal, 26.7.2007

Can BUHARALI

27.07.2007


 

DP’nin zamana ihtiyacı var

Geçmişte merkez sağ çeşmesinden su içenlerin yeni sohbet konuları belli:

- Ne olacak DP’nin hali?

Mehmet Ağar “çekildi”, parti şimdi “emanetçi”de.

Emanetçi, Genel Başkanvekili Nevzat Ercan.

Nevzat bey “dünü kendisine kefil”, herkesin saygı duyacağı “namuslu bir emanetçi.”

Eski Sakarya milletvekili.

Nevzat Ercan yine Sakarya adayıydı.

Gittik gördük ev ev, köy köy, mahalle mahalle çalıştı.

Ama DP’nin aldığı oy “yüzde 6.”

O Sakarya ki 1957’de Demokrat Parti’ye “yüzde 58.9” oy vermişti.

1965’te Adalet Partisi’ne “yüzde 57.3” oy.

Bugün ise eski oyların ancak “KDV’sini.”

Eski DP’nin, eski AP’nin yani “DYP’nin, ANAP’ın” oyları şimdi “nereye aktı” diyecek olursanız?

“Seçim sonuçlarına” bakalım:

AKP yüzde 53.2.

Sakarya’da esnafla, memurla, işçiyle, emekliyle konuşmuştuk.

Herkes “halinden şikayetçiydi.”

Ama “oylar oluk oluk AKP’ye aktı.”

Nevzat Ercan:

- Herkesle tek tek konuştum... Ben de gördüm, insanların aş ve iş sorunu vardı... Ama seçmen bu seçimde galiba iktidarla değil de birileriyle hesaplaştı.

- Kimlerle?

- Son zamanlarda olup bitenlerle... Bazı kuruluşlarla... Sivil siyasete yapılan müdahalelerle... Başka dayatmalarla.

Ve gelelim şimdi “ne olacak DP’nin hali” davasına.

Nevzat Ercan şu anda “genel başkanvekili.”

Parti yönetimi toplanıp onun “vekilliğini” perçinlemeli.

Ve vekil de “asilin seçimi için kongre toplamakta acele etmemeli.”

DP’nin “makul bir zamana” ihtiyacı var.

DP, milletin verdiği “dersi, mesajı” iyi okumalı:

- Görevin Meclis dışında muhalefet... Otur dersine çalış.

***

2002’de gözlerimizle gördük, kulaklarımızla duyduk.

Pek çok DYP’li “DYP’ye oy vermedi.”

“Partim barajın altında kalsın... Kalsın ki, Tansu Çiller gitsin” diye.

2007’de yine gördük, yine duyduk.

Pek çok DP’li “DP aleyhine çalıştı.”

“Mehmet Ağar gitsin” diye.

DP’lilerin birbirlerine karşı besledikleri kin “deve kini gibi.”

Açıkçası “DYP’linin DYP’liye akrep etmiyor ettiğini.”

“Sevgisizlik” böyle doruktayken...

“Nefret” bu kadar büyükken...

“45 gün içinde kongre toplayıp yeni genel başkanı seçelim” demek, zaten yaralı olan DP’ye “bir bıçak daha saplamak” demektir.

Kongrede “iskemlelerin havada uçuşması” demektir.

DP eğer sakin kafayla özeleştiriye girip, özenle yarasını beresini saramazsa...

Bırakın kıratın şaha kalkmasını, bugünü bile arar hale gelir.

Sabah, 26.7.2007

Yavuz DONAT

27.07.2007


 

Köşk, mevki, makam ve vicdan

Seçim sonuçlarının hemen ardından, Cumhurbaşkanlığı konusu kaldığı yerden, yeniden gündeme oturdu. Abdullah Gül, dün yaptığı basın açıklaması ile, Cumhurbaşkanlığı adaylığında ısrarlı olduğunu dolaylı yoldan açıkladı.

Ben yine, büyük bir hayal kırıklığı içinde olduğumu söylemeye, hatta daha yüksek sesle söylemeye devam edeceğim. Gül’ün adaylığının açıklanmasından sonra, bu konudaki düşüncelerimi açık biçimde ifade etmiştim. Söyledikleriniz ne kadar açık olursa olsun, bu gerekçelerin değil, başka bazı gizli veya kişisel nedenlerin varoluğu düşüncesinin hâkim olduğu bir ülkede yaşadığımızı, bu süreçte bir kez daha, büyük bir üzüntü ile gördüm. O nedenle, daha da açık konuşmakta fayda olduğunu düşünüyorum.

Benim, Gül’ün adaylığına itirazımın gerekçesi çok açıktı, hâlâ öyle. Gerekçelerimin Gül’ün kişiliği ve kariyeri ile alakası yok, öyle olsa, adaylığını en başta destekleyenlerden biri olurdum, zira sayın Gül, önemsediğim ve fazladan sempati duyduğum bir isimdir, bunu yakın çevremdeki herkes bilir. Ben diyorum ki, madem ki başörtüsü bu ülkede bir semboller savaşının konusu haline gelmiştir ve de AKP hükümeti bu konuda gerilim yaratmaktan kaçındığı için başörtüsü sorununun çözümünü zamana yaymak gibi bir siyaset izlemiştir, o halde, söz konusu cumhurbaşkanlığı olduğunda bu tutum neden terk edilmektedir? Madem gerilimden kaçınmayan bir siyaset izlenecekti, neden aynı ısrar sorunun çözümü konusunda sergilenmedi? Bu başörtülü kadınların mağduriyetleri konusunda çok büyük bir haksızlık olmuyor mu?

Benim mantığıma ve adalet duyguma göre, önce cumhurbaşkanlığı, sonra başörtüsü sorununun çözümü olmaz, doğru ve adil olan önce bu sorunun çözümüdür. Cumhurbaşkanlığından feragat etmek büyük bir fedakârlık değildir (dahası Başbakan bunu yapmaktan kaçınmamıştır), ama başörtülü kızların üniversiteye girmekten, sonra mesleklerini icra etmekten men edilmeye belirsiz bir geleceğe kadar katlanmasını istemek, kıyaslanmayacak

kadar büyük bir fedakârlıktır.

Bunun bir adım ötesinde, başörtülü kadınların parlamentoya girmesinin yasak olduğu, bu yasağa sessizce boyun eğilip, (hepsini aynı kefeye koymasak da) başörtüsüz vitrin kadınların Meclis’e girdiği bir ortamda, cumhurbaşkanlığında bu konuyu görmezden gelip, mücadele vermek hangi vicdana uygundur? Bu koşullar altında, başörtülü kadınlar, bir yerlerde kabul görmek için, hep ‘eş durumu’na katlanmak zorunda bırakılmış olmuyor mu? Dolaylı yoldan önerilen çözüm, başörtülü kızların, eğitimlerini yarıda bırakıp veya tamamlayıp, bulabilirlerse muhtemel bir milletvekili, bakan, Cumhurbaşkanı eşi olma seçeneğine razı olmaları olmuyor mu?

Erkek, kadın ayrımı yapmaktan hiç hoşlanmam, ve bu konunun tümünün vicdan ve adalet duygusunun merkezinde olması gerektiğini düşünürüm ama, bu koşullarda, ayrıca sayın Gül’ün eşinin vicdanına seslenmek isterim. Başörtülü kadınların milletvekili olamadıkları, meslek icra edemedikleri, üniversiteye giremediği bir ülkede, eşi dolayısıyla Çankaya’da oturmak hiç mi vicdanını sızlatmayacak? Ne sayın Gül’ü ne de ailesini hiçbir şekilde incitmek istemem ancak, ben onbeş yıldır başörtüsü yasaklarına karşı mücadele eden biriyim. Bu nedenle, şu anda söylediklerimi söylemek zorundayım, zira son durum karşısındaki samimi hislerim bunlar.

Daha önce de yazdım, Fazilet Partisi, başörtülü bir milletvekili yüzünden kapatıldığında, başı açık biri olarak büyük bir utanç ve vicdan azabı duydum. Aynı vicdanı, başörtülü mevki sahibi eşlerinden de beklemek durumundayım. Bu nedenle diyorum ki, son seçimlerdeki yüzde 47 oy, bir beklentiye cevap verecek, siyasi bir kredi olarak kullanılacaksa, bu cumhurbaşkanlığında ısrar değil, başörtüsü sorununun çözümü istikametinde kullanılmalıdır. Çankaya’da başörtülü eş bu sorunun çözümünü hızlandırmak bir yana, daha da erteleme riski taşımaktadır. Dört buçuk yıllık AKP iktidarında bu sorunun çözümlenememiş olması, bu kuşkumu doğrulayan en büyük gerekçedir.

Demokratlık adına, bugün Gül’ün cumhurbaşkanlığını destekleyen kalemlerden bir kısmı, daha düne kadar başörtüsü sorununu tamamen unutmuştu, birisi, ‘AKP iktidardayken, başörtüsü konusunda parmağımı kıpırdatmam’ diyordu. Makam, mevki sahiplerinin haklarını savunmak her zaman cazip ve kolaydır, ama adil olan isimsiz hak mağdurlarına sahip çıkmaktır. Ben bunu yapmaya çalışıyorum, herkesten de bunu yapmasını bekliyorum.

Radikal, 26.7.2007

Nuray MERT

27.07.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004