Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 11 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Bir de, "Eğer doğru söylüyorsanız, vaad ettiğiniz kıyâmet ne zaman gelecek?" derler. Onların beklediği tek bir sestir ki, birbirleriyle çekişip dururken onları yakalayıverir.

Yâsin Sûresi: 48-49

11.08.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Biriniz Kur'ân'ı hatmettiğinde şöyle duâ etsin: "Allah'ım, kabrimde yalnız kaldığımda korku ve yalnızlığımı gider."

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 324

11.08.2007


Mi’rac Gecesinin sabahında gerçekleşen mucize

Hem Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nasıl ki arz ahâlisine inşikâk-ı kamer mu’cizesini göstermiş; öyle de, semâvât ahalisine Mi’ac mu’cize-i ekberini göstermiştir. İşte, Mi’ac denilen şu mu’cize-i âzâmı, Otuz Birinci Söz olan Mi’ac Risâlesine havâle ederiz. Çünkü o risâle, o mu’cize-i kübrâyı, ne kadar nurânî ve âlî ve doğru olduğunu kat’î bürhanlarla, hattâ mülhidlere karşı da ispat etmiştir. Yalnız, mu’cize-i Mirâcın mukaddimesi olan Beytü’l-Makdis seyahati ve sabahleyin Kureyş kavmi ondan Beytü’l-Makdisin târifâtını istemesi üzerine hâsıl olan bir mu’cizeyi bahsedeceğiz. Şöyle ki:

Mi’ac Gecesinin sabahında, mi’racını Kureyş’e haber verdi. Kureyş tekzip etti. Dediler: “Eğer Beytü’l-Makdise gitmişsen, Beytü’l-Makdisin kapılarını ve duvarlarını ve ahvâlini bize târif et.” Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman ediyor ki:

“Onların tekziplerinden ve suallerinden pek çok sıkıldım. Hattâ öyle bir sıkıntı hiç çekmemiştim. Birden, Cenâb-ı Hak, Beytü’l-Makdisi bana gösterdi. Ben de Beytü’l-Makdise bakıyorum, birer birer her şeyi târif ediyordum.” (Buharî, Menâkıbu’l-Ensâr: 41) İşte, o vakit Kureyş baktılar ki, Beytü’l-Makdisten doğru ve tam haber veriyor.

Hem Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Kureyş’e demiş ki: “Yolda giderken sizin bir kafilenizi gördüm. Kafileniz yarın filân vakitte gelecek.” Sonra o vakit kafileye muntazır kaldılar. Kafile bir saat taahhur etmiş. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ihbarı doğru çıkmak için, ehl-i tahkikin tasdikiyle, güneş bir saat tevakkuf etmiş. Yani, arz, onun sözünü doğru çıkarmak için, vazifesini, seyahatini bir saat tatil etmiştir ve o tatili güneşin sükûnetiyle göstermiştir. (Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1: 284)

İşte, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın birtek sözünün tasdiki için, koca arz vazifesini terk eder, koca güneş şâhit olur. Böyle bir zâtı tasdik etmeyen ve emrini tutmayanın ne derece bedbaht olduğunu ve onu tasdik edip emrine “Semi’nâ ve eta’nâ” (İşittik ve itaat ettik) diyenlerin ne kadar bahtiyar olduklarını anla, “Elhamdülillâhi ale’l-îmâni ve’l-İslâm” (İman ve İslâm nimetinden dolayı Allah’a hamd olsun) de.

Mektûbât, s. 180

Lügatçe:

Beytü’l-Makdis: Mukaddes ev; Mescid-i Aksa.

bürhan: Delil.

inşikâk-ı kamer: Ayın iki parçaya ayrılması.

kat’î: Kesin.

mu’cize-i âzâm: Büyük mucize.

mu’cize-i ekber: Büyük mucize.

mu’cize-i kübrâ: Büyük mucize.

mülhid: Dinsiz.

sükûnet: Sakinlik, durgunluk, hareketsizlik.

taahhur: Gecikme.

tevakkuf: Durma.

Bediüzzaman Said NURSÎ

11.08.2007


Batanları sevmem...

“Lâ uhıbbü’l-âfilîn” (En’am Sûresi: 76)

Hz. İbrahim (as), Allah’ın “Halilullah” unvânına mazhar, tek başına bir ümmet olmuş, ulü’l-azm peygamberlerimizdendir. Nemrut zamanında ve babası da dâhil tamamı putperest bir kavimde dünyaya gelmiştir. Bir falcının kendisine “Bu yıl doğan bir erkek çocuğu, sana çok zarar verecek” demesi üzerine kendini ilâh ilân eden Nemrut, bütün doğan erkek çocukları öldürmeye başlamıştır. Hz. İbrahim’in annesi bu durum karşısında oğlunu bir mağarada doğurmuş ve belli bir müddet orada büyütmüştür. Yıllar sonra olaylar unutulmuş, Hz. İbrahim artık ortaya çıkmıştır. Etrafındaki herkes putperest, Hz. İbrahim (as) ise aklıyla en büyük kitap olan kâinatı okumaya çalışmaktadır.

Rabbinin basit tahta parçalarında olmadığına şiddetle inanarak, gözünü gökyüzüne dikmiş, gece doğan çok parlak bir yıldıza “İşte bu benim Rabbim” demiştir. Fakat gün doğup, yıldız kaybolunca Hz. İbrahim (as) “Lâ uhibbu’l-âfilîn (Batıp kaybolanları sevmem)” diyerek tefekküre devam etmiştir.

Güneşi bütün parlaklığıyla karşısında görünce, bu sefer de “İşte benim Rabbim bu” demiştir. Fakat akşam olup güneş batınca “Lâ uhibbu’l-âfilîn” diye inlemiştir.

Kur’ân-ı Kerim’de anlatılan bu kıssa, bize çok büyük dersler verir.

“Batanları, kaybolanları sevmem...”

Bu düstur, vicdanımızı, ruhumuzu, hatta aklımızı çok büyük ızdıraplardan kurtaran büyük bir saadet anahtarıdır.

Hayatımızda batanlar neler?

Gençliğimiz, malımız, evlâdımız, eşimiz, mevkiimiz... Daha yüzlerce sıralayabileceğimiz her şey, yok olmaya, kaybolmaya mahkûmdur.

“Güzel değil batmakla gâib olan bir mahbub. Çünkü, zevâle mahkûm, hakiki güzel olamaz; aşk-ı ebedî için yaratılan ve âyine-i Samed olan kalb ile sevilmez ve sevilmemeli. Bir matlûb ki, gurûbda gaybûbet etmeye mahkûmdur; kalbin alâkasına, fikrin merakına değmiyor, âmâle mercî olamıyor, arkasında gam ve kederle teessüf etmeye lâyık değildir. Nerede kaldı ki, kalb, ona perestiş etsin ve ona bağlansın kalsın.”1

“Fâniyim. Fâni olanı istemem, neyleyeyim?” diye bağıran ruhunu duyabilirse insan ve hiç batmayacak olan, hiç yalnız bırakmayacak olan gerçek sevgiliye gönlünü yönlendirirse ıztıraplar yok olur. En büyük mutluluğu, hem bu dünyada, hem de ahirette yakalamış olur.

Hiç sevilmeyecek mi yaratılanlar? En büyük Allah dostlarından biri bunun formülünü özetlemiştir: “Yaratılanı severim Yaratandan ötürü”.

Kısacası, “Allah için”...

Bana verilen çocuğuma emanet gözüyle bakabilirsem, “Bu, Allah’ın bana bir hediyesi, benim terbiyeme, gözetimime verilmiş” deyip, O’nun için seversem, O’nun rızasına uygun yetiştirirsem Allah için sevmiş olurum.

Bana verilen gençliği daha çok ibadet, daha çok kulluk için bir fırsat olarak değerlendirebilirsem, iffetle muhafaza edebilirsem ve kat’î olarak bilirsem gençlik baharının da ihtiyarlık kışı var ve bir sabah gençlik gecesinin uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyanacağım, Allah için sevmiş olurum gençliğimi…

Bana verilen malı, mülkü ya da mevkii, O’nun ihsanı, lütfu olarak görebilirsem ve O’nun verdiklerini yine Onun yolunda harcarsam bire bin katarak hem çok büyük bir ticaret yapmış olurum, hem de bir imtihan sırrı olarak elimden alınmasından, gitmelerinden acı duymam.

“Batıp gidenleri sevmem” demek büyük bir yüreklilik ister. Emin olmalıdır insan ne istediğinden. Kısacası; bel bağladığım, vazgeçemediğim şeylerden sıyrılmadığım sürece fıtratıma ters hareket ettiğim için ıztırap içinde kalmaya mahkûmum. Zaten acılarımıza baktığımızda mutlaka ama mutlaka takılıp kaldığımız bir şey vardır. Hikmet perdesini aralayamamışızdır. Sebeplerle uğraşıyoruzdur. Ve emîn olun “Lâ uhibbu’l-âfilîn” diyememişizdir.

Dünyaperestliğin aslı olan kötü ahlâktan sıyrıl, fâni ol. Bunu söylerken; kâinatın fihristesi hükmünde olan vücudunu da O’nun yolunda kullanarak hâl diliyle de “Lâ uhıbbü’l-âfilîn” demelidir insan...

Güzel ahlâk; yumuşak huy, sabır, tevekkül... Bunlar Hz. İbrahim’in Kur’ân-ı Kerim’de çok övülen meziyetleri aynı zamanda.

Meselâ gözlerim; ben bunu bir ücret karşılığı almamışım, kendim yapmamışım, demek ki yapan O, gözlerimin sahibi O.

Kur’ân’da şiddetle tekrar edilen “Bakmazlar mı, görmezler mi?” âyetlerini hiç unutmamalı insan. Her şeyin bir sebebi var. Gözlerimin ruhumun pencereleri olduğunu unutmadan kâinat mektubunu okumalıyım. Her bir olay, her bir varlık O’nun harfleri. Bana düşen; okumak, anlamak, anlatmak, düşünmek... Diğer bütün azaların kullanımında aynı prensibi gözeterek şükrünü yerine getirirse insan, Rabbü’l-Âlemîn’in “Takva sahiplerinin işlerini kolaylaştırırım ve onlara furkan özelliğini veririm” vaadine mazhar olurlar. Doğruyla yanlışı ayırt edebilmek ise, etrafı acılarla çevrilmiş çaresizlikler içindeki insanın en büyük kurtuluş anahtarıdır.

İşte Hz. İbrahim’in kıssasından bize yansıyanlar...

Genç bir delikanlı, ruhunun çağrısını duyarak aklıyla Rabbini aramış mertçe. O’ndan başkasını reddetmiş, “Kaybolanları sevmem” demiştir. Buna cevap gecikmemiştir. Ateş içine atılırken “Ateşe serin ol!” emrini veren Rahmanü’r-Rahîm ona “Halilullah” (Allah’ın dostu) unvanını vermiştir.

Eğer ızdırap içindeysek içimize dönmeli, hangi batıp giden şeyin ardından meşgul olduğumuza bakmalıyız. Ve kafamızı kaldırıp kâinata “Lâ uhubbi’l-âfilin” nidâsını haykırmalıyız.

Dipnotlar:

1- Sözler, 17. Söz

Sevil SARI

11.08.2007


Üstad’a hayran Suriyeli bir âlim

1980’li yıllarda Merzifon ilçesinde görevliydim. Sakinleri ile çok iyi diyalog kurdum. Pek değerli ve vefalı dostlarla tanıştım. Bunlardan merhum Nurettin Mete’nin dinî ağırlıklı kitapların satıldığı dükkânında bulunduğum sırada Hatay’dan rehberiyle birlikte misafir gelen görme özürlü bir hafız efendi ile görüşüp sohbetinde bulundum. Dükkânın karşısındaki merhum Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın yaptırdığı Paşa Camii’nde ikindi namazından sonra misafir hafız efendi, Kur’ân-ı Kerim’den aşr-i şerif okudu. Bütün cemaat hayranlıkla dinledi. Sesi gür, sedası halâvetli, kıraati çok güzeldi. Güzel Kur’ân, güzel sesle okununca ruhlara safa, kalplere huzur ve sekîne verdiğini bir kere daha müşahede ettim.

Namazdan sonra Hafız Efendi, merhum Nurettin Ağabey’in iş yerine dâvet edilince çok hoş bir hatırasını şöyle anlattı:

“Hz. Üstad hayatta iken Arapça ve fıkıh öğrenmek üzere Şam’a gitmiştim. Her gün meşhur Emevî Camii’ne gidiyor, oradaki branşının âlimi olan hoca efendilerden faydalanarak öğrenimimi sürdürüyordum.

“Bir gün, anılan cami-i şerifte, içinde bulunduğum 15-20 kişilik ders halkasına, ismini hatırlayamadığım bir zât geldi. Kendisi Suriye’nin tanınmış ehl-i sünnet âlimlerinden imiş. Bulunduğum topluluğa hitaben:

“‘İçinizde Türkiye’den gelen talebe var mı?’ dedi. Ben de:

“‘Ben varım’ deyince, o zât:

“‘Bediüzzaman Said Nursî’yi ziyaret ettin mi?’ diye sordu.

“‘İsmini duydum, ama ziyaret edemedim’ tarzındaki cevabım üzerine, sitem ve esef ile şu sözleri söyledi:

“‘Türkiye’de yaşadığı halde Bediüzzaman’ı tanımayan, onu ziyaret etmeyen, duâsını almayanlara yazıklar olsun! Kim giderse benim hürmet ve selâmımı ona arz etsin.’

“Bu sözler bende şok tesiri yaptı. Ders almayı tatil edip doğruca Antakya’ya döndüm. Üstad Hazretlerinin o tarihte Emirdağ’da mecburî ikamete memur edildiğini öğrendim. Bir rehberimle derhal yola çıkıp trenle Emirdağ’a vardım. Üstadı ziyaret için gelip bir kahvehanede bekleşenlerin arasına katıldım. Bir müddet sonra Üstadın hizmetkârlarından biri gelip:

“‘Antakya’dan gelen zâtı Üstad bekliyor’ deyince büyük bir sevinç ve heyecanla evine gittim. Yüksek huzuruna kabul edildik. Mübarek elini öptük. Şam’da Emeviye Camii’nde bizi ikaz eden Suriyeli âlim zâtın selâm ve hürmetlerini ilettim. Memnun olduğunu beyan ettikten sonra:

“‘Görüşürsen mukabil selâmlarımı tebliğ et ve onu duâlarıma dâhil ettiğimi bildir’ dedi.

“İlaveten Risâle-i Nurları okumanın kendisini on defa ziyaretten efdal olduğunu ifade buyurdu.

“Kutlu huzurundan mübarek elini öperek, duâlarını alarak ayrılmak saadetine nâil oldum ve emanet buyurduğu selâmlarını muhatabına ulaştırdım.”

Abdullah BATTAL

11.08.2007


Gafletten hidayete

İslâm’dan önce Medine’nin önde gelen eşrafından olan Amr bin Cemuh Hazretleri (ra) oğulları vesilesiyle Müslüman oldu. İslâmiyet ile şereflenmesi şöyle oldu:

Kendisinin, ağaçtan yaptığı Menaf adında bir putu vardı ve ona tapardı. Bir gece oğulları Menaf’ı sessizce yerinden aldılar ve götürüp lağım çukuruna attılar.

Sabahleyin Menaf’ı yerinde bulamayan Amr, şaşkına döndü. Sağa sola koşarak onu aradı. Nihayet onu lağım çukurunda bulunca öfkelendi.

“Yazıklar olsun! Tanrımızı kim buraya attı?” diye bağırıp çağırdı. Kaldırıp temizledi, güzel kokular sürdü ve eski yerine tekrar koyarak şöyle dedi:

“Bu işi yapanı bir bulursam, affetmeyeceğim!”

Ertesi gece gençler putu yine çalıp, aynı çukura attılar. Sabah olunca Amr putunu yine yerinde göremedi. Onu aradı ve pislikler içinde bulunca yine öfkeden köpürdü. Putu oradan kaldırıp temizledi, güzelce kokulayıp tütsüledi ve tekrar yerine koydu.

Akşam olunca bu defa yatmadan önce putuna gitti, kılıcı boynuna taktı ve dedi ki: “Ey Menaf! Bu işi sana kimin yaptığını bilemiyorum. Şayet sende bir hayır varsa, al sana kılıç! Artık sen kendini koru!” Gençler, Amr’ın derin uykuya daldığını anlayınca, putun boynundan kılıcı attılar. Putu yeniden evin dışına götürdüler ve bir köpek leşine bağlayıp bir lağım kuyusuna yeniden attılar.

Amr uyanıp putunu yerinde bulamayınca, bu kez putuna kızdı. Yine aramaya başladı. Putunu bir lağım kuyusunda, üstelik bir köpek leşine bağlı ve yüzüstü devrilmiş vaziyette bulunca, onu çukurda olduğu gibi bıraktı ve şöyle bağırdı:

“Vallahi sen tanrı olsaydın, köpek leşine bağlı olarak bu kuyuda böyle bulunmazdın! Senin hiçbir değerin yok!” Amr oradan dönüp geldi ve oğullarının daha önce girdiği İslâmiyet ile şereflendi.

Süleyman KÖSMENE

11.08.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri