Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 17 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Enstitü

 

İnsandaki sevgi kaynakları

Şefkat, muhabbet, sevgi ve aşk arasında farklar vardır. Bediüzzaman’ın sevgiye ilişkin düşüncelerini ele almadan önce, özetle de olsa, Batı ve Uzakdoğunun sevgi konusundaki yaklaşımlarına değinelim isterseniz. Bunu iyice kavrayabilirsek, İslâmın, günümüzde İslâmı en güzel yorumlayan Risâle-i Nur’un, Batı ile Doğu arasında nasıl bir köprü olduğunu ve katalizör görevini yaptığını daha iyi görmüş oluruz.

Şunu hemen belirtelim ki, gerek Batı ve gerekse Uzakdoğu felsefesi, sevgiden söz ederken, sevgiyi daha çok bir olgu olarak ele alır. Onu bir şekilde hazır bulur. Bir vakıa olarak karşılarına çıktığı için yok saymaları söz konusu olamaz. Her ikisi de nasıl olması gerektiği konusunda güzel yaklaşımlar sergilerler. Hatta Batı’da, Erich Fromm gibi sosyal psikolog ve düşünürlerce de, insanlığın kurtuluşunun gerçek sevgi ile olacağı ileri sürülür.

Batı’ya göre insan, aklıyla her şeyin üstündedir. Geleceğini hazırlayacak kendisidir. Ama bu öyle kolay değil; dünyada kendisini ayrı bir bütün olarak görmesi, payına düşen ömrün kısalığı, istese de istemese de öleceği, sevdiklerini bir bir onu bırakıp gideceklerini düşünmesi, yalnızlığın, ayrılığın ve toplumun karşısında çaresizliğinin de bilincinde olması, Batı insanının önünde büyük bir handikap. Bütün bunları ortadan kaldırmadığı sürece, bir türlü bütünlenmeyen varlığını dayanılmaz bir hapishaneye çeviriyor.

Batı’daki düşünürler, bu psikoloji içinde olan insanın kendini, böyle bir hapishaneden, çok yönlü işkenceden kurtaramazsa, dış dünyayla şu ya da bu yolda bir uyum içine giremezse, çıldıracağı düşüncesindedirler. Tevhit inancının rahatlığından pek haberi olmayan Batı’da en büyük sorun varoluşsal yalnızlıktır. Bu girdaptan çıkamayanların son soluğu intiharda aldıkları ise bir gerçektir.

Dış dünyayla uyum nasıl olur? İç uyumları olmayan, duygularıyla barışık olmayan insan, dış dünyayla da uyum sağlayamaz. İyimser düşünürler, bu uyumu ancak sevginin oluşturabileceğini vurgularlar. Sevgi, gerçekten kişinin ayrılık, yalnızlık duygusunu yenmeye yardım eden bir iksir.

Doğu mistisizmi tanımsız bir ilâh gibi bir şeyi hedef olarak gösterir; adeta bir ütopya. Parça olan insan, bütünde birleştiğinde, sevgi denizine ulaşmış olur. Daha özetle bahsedecek olursak; Uzakdoğuda sevgi nesnesi tanımsız bir ilâh, Batı’da ise sevgi nesnesi insandır. Doğu bütünde parçayı arar, diğeri parçada bütünü. Yani biri tümden gelimci ve diğeri tüme varımcı…

Bu böyle, ama klasik psikoloji de genelde başlı başına bir konu olan sevgiyi göz ardı eder; sevgiye konu başlıkları arasında yer vermez. Oysa sevgi insanı en çok etkileyen ve değiştiren bir olgudur. Ünlü psikolog Maslow da, haklı olarak psikolojinin bu durumuna komik der.

Batı da Doğu da, sevginin kaynağı ve niteliği konusunda net bir yaklaşımda bulunmaz. Her ikisi de kâinatın yaratıcısından net ve açık bir şekilde söz etmez.

İşte bu kavşakta, Batı ve Doğu çok uzun, çetrefilli, tehlikeli bir yola giriyorlar. Bu iki toplumda ayrı düşmüş iki ayrı varlığı birleştiren gerçek sevgiye ulaşanlar son derece az.

Gerek Batı’da ve gerekse Uzakdoğu’da sevgiye ilişkin çok güzel sözler var. Sevginin mahiyetini tam bilmeseler de onu tasvir noktasında yaklaşımları güzeldir. Bunlardan yalnız iki tanesini aktaracağım.

Birinde, “Eğer yeterince sevebilseniz dünyanın en güçlü insanı olursunuz.” diye söyleyen Fiuinet Fox ve diğerinde “ Sevginin tedavi edici bir özelliği vardır; hem sevgi gösteren ve hem de sevilen için” diyen Dr. Karl Menninger. Her ikisi de doğru ve güzel söyler.

Ama, bu özellikteki sevgiye, muhabbete nasıl ulaşılır? İnsandaki sevginin kaynağı ve kimyası nedir? İnsanda bir olgu olarak var olan sevgiye, nasıl bir bakım uygulayalım ki, sevgi acıya, düşmanlığa, kin ve nefrete dönüşmüş olmasın? Bu sorular cevap ister. Kitaplar dolusu cevaplar da yetmez. Ama biz işaretler koyup geçeceğiz sadece.

Bediüzzaman, bir mütefekkir, bir müfessir, bir aksiyon adamı, bir sabır kahramanı gibi günümüzde başkalarında olmayan birçok özelliklerle donanmış bir şahsiyet. Diyebiliriz ki; bunların en büyüğü, sevgi ve şefkatin en büyük meyvesi olarak gösterdiği fedakârlıktır. Böyle bir fedakârlık ve sevgi zirvesi örneğine ancak özgürlük asrı olan Asr-ı Saadette rastlıyoruz. Biri o asırda ve diğeri bizim yaşadığımız asırda.

İşte, saadet asrının birinci halifesi ve büyük sahabi Hz. Ebu Bekir’in o şefkat ve sevgiyi yansıtan ve bir müşteşriki/Batılı bilim adamını da şaşırtan duâsı ilginçtir: “Allah’ım! Benim vücudumu o kadar büyüt ki, yarın ahirette cehenneminde başkalarına yer kalmasın.”

Son asrın büyük dâvâ ve aksiyon adamı Bediüzzaman da sevdalı olduğu dâvâsı için şu unutulmaz sözleri tarihe mal etmiştir: “ … Sonra, ben, cemiyetin iman selâmeti yolunda ahiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem, orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistan olur.”

İşte hakikî sevgi dediğimiz bu sevda, şimdiye kadar hiç kimseye nasip olmayan bu sözleri bu iki insana nasip etmiştir. Biri İslâmın başlangıcında ve diğeri sonun biraz öncesinde. Biri Hz. Ebu Bekir ve diğeri Bediüzzaman Said Nursî… Sevgi çağlayanı o günlerin Mevlânâsı ise, günümüzün sevgi abidesi de Bediüzzaman’dır.

Hz. Ebu Bekir ve Badiüzzaman’dan, biraz önce aktardığım bu sözler, öyle sadece kelimelerle ifade edilmiş cümleler değil. O yiğitçe cümlelerde koca bir hayat saklıdır.

Seksen iki yıllık hayatında Bediüzzaman da hep vermiştir, hayatını vermiştir, ama Allah’tan başka hiç kimseden bir şey almamıştır. Başkalarının ebedî hayatlarını kurtarma pahasına, bütün sevgi ve şefkatiyle hayatını ortaya koymuştur.

Çekmediği sıkıntılar kalmadı. Onu on dokuz defa zehirlediler. Şehirden şehire sürdüler. Hapishaneden hapishaneye dolaştırdılar. Hücre hapsinde acılar, sıkıntılar, bir başınalıklar çekti. Dostlarından ayrı kaldı. Bütün bunlara rağmen önce bir kişiydi, sonra onlar, yüzler ve daha sonra yüz binler, milyonlar oldu. Günümüzde milyonlar onun eserlerini okuyor ve onun muhabbetini yaşıyor, özümsüyor.

Çektiği acılara, karşılaştığı zulümlere, gördüğü bunca düşmanlıklara rağmen, bir kimsenin imanını kurtarması karşısında sanki bir şey olmamış gibi söylenen söz de günümüzde ancak muhabbet fedaisi Bediüzzaman’a ait olabilir: “Madem ki, nûr-ı hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor, bir Said değil, bin Said fedâ olsun. Yirmi sekiz sene çektiğim ezâ ve cefalar, maruz kaldığım işkenceler, katlandığım musîbetler helâl olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ittihamlarla mahkûm etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanların hepsine hakkımı helâl ettim.” (Konuşan Yalnız Hakikattir)

İşte sevgi budur. Sevgi A’dan Z’ye Bediüzzaman’ın bütün hayatıdır. Tam karşılıksız, katkısız sevgi. Evet, İlâhî sevgi bir sevdaya dönüşerek adeta Bedüzzaman’ın şahsında somutlaşmıştır.

Bediüzzaman’da muhabbetin ne olduğunu anlamak, biraz da insanın nasıl bir varlık olduğuna bağlıdır. İnsanın mahiyetini bilmeden sevginin yönetimini yapamayız, ona gerekli bakımı uygulayamayız. Batı ve Uzakdoğu sevgiye gerçekçi bir anlam yükleyememişse, ona ulaşmak için yaygın ve kolay bir yöntem bulamamışsa, insanı tanıyamamalarından ileri gelir. İnsan tanınsa ve bilinse onun yaratanını bilmek zor değil.

İnsan nedir? Nasıl bir varlıktır? Kimin san’atıdır? Yaratıcı bu acayip sanattan ne ister? “Nerden geliyor, niçin ve nereye gidiyor?” soruları askıda kaldığı sürece insanı tanımlamak mümkün değil.

Bediüzzaman’a göre, bir Yaratıcı tarafından görevlendirilerek dünyaya gönderilen insan bir değil, birçok üstün özelliklerle donanmış. Ama asıl yapısını, kimyasını oluşturan iki büyük özelliğin olduğunu vurgular. Bediüzzaman bunlardan iki yara ve zaaf olarak söz eder: “Biri, müz’iç ve hadsiz bir acz-i beşerî, diğeri elîm, nihayetsiz bir fakr-ı insanî.” Yani insan, sonsuz bir acz, ama buna karşılık sonsuz bir ihtiyaç içindedir. Bir de yaratıcı, “kâinatı istilâ edecek bir muhabbeti” de, insan denen bu yaratığın kalbine koymuş.

İşte, insan bu zaafıyla dünyaya gelip yola çıkıyor, hem uzun bir yola çıkıyor. Yolda da ardı arkası kesilmeyen istek ve ihtiyaçları oluyor. Bu yetmemiş gibi önüne gelen her şeye gönlünü kaptırıyor. Yolda müthiş tehlikeler, sarp yamaçlar ve tuzaklar var. İşin garip tarafı orada burada, onunla bununla ilgili ihtiyaçlarını bir türlü doyuramıyor. Gönlünü kaptırdığı ne kadar nesneler varsa, her şey kalbini yaralıyor, kanatıyor, onu dünya çölünde susuz bırakıyorlar.

Bu yönüyle baktığımızda insanın belli bir dengesi de yok. Arzuları çok, ama aciz ve son derece yoksul, fakir. Kalbinde bir sevgi var ki, bir türlü doymak bilmiyor, suya kanmıyor. Bu tezat ve bu sevgi doymazlığı nasıl giderilecek?

İstekleri karşılanmadığı, muhabbeti, sevgisi doyurulmadığı sürece, özgürlüğünü yakalayamaz insan. Özgürlüğün olmadığı yerde sevgi de, saygı da olmaz. Bu düalist yapısına çare aramadıkça, kalbindeki sevgisine karşılık gelecek bir sevgi muhatabı bulmadıkça, gün yüzü göremez, rahat edemez, gülemez insan. Güzelim dünya ona zindan olur. Âşık olduğu sevgililer onu yarı yolda bırakır. Maşukuyla gülmesi gerekirken, vaveylalar koparır, ağlar, saçını başını yolar. Kendisi acılara boğulduğu gibi, bütün kâinatı da rahatsız eder; dünya, ay ve gökyüzü somurtur. Oysa ne dünya, ne insan somurtmaya hiç lâyık değil. İnsanın yaratılmasının bir sırrı da kendisinin gülmesi ve dünyayı da güldürmesidir.

Bediüzzaman, sevginin kaynağına iner; yani önce yere basar. Bir yaratıcının olduğunu ikna edici delillerle ispat eder. Kâinatın varoluşunu da sevgiye bağlar. Sevgi bütün varlıkların yapı taşlarının harcı, ışığı, nurudur, onları diri tutan ruhudur. “Levlake” sırrına göre, yani “Sen olmasaydın, sen olmasaydın, kâinatı yaratmazdım” kudsî hadise göre, son peygamber Hz. Muhammed Efendimiz'de (asm) âlemlerin yaratılma sebebidir. O, İlâhî aşkın zirvesidir. O varsa, evren de var, biz de varız. O yoksa, sevgisi ve muhabbeti yoksa, biz de, insanlık tarihi de, dünya da, dünyayı çevreleyen atmosfer, güneş sistemleri de yoktur.

İnsanda var olan sevgi, öyle çevremizdeki bugün var, yarın yok olacak nesnelerle karşılanacak bir nitelikte değil. Parçalarla ve sevgi kırıntılarıyla doyuma ulaşamaz. Kalbimizdeki sevgi, bütün varlık âlemini içine alacak özelliktedir. İnsan aslında sonsuzluğa aşıktır. Sonsuz olarak onu doyuracak bir varlığa aşık olmaya, yani sevgisini ona bağlamaya lâyıktır. Sonsuz muhabbet, yine ancak kemal noktasında zirvede ve sonsuz olan biri ile doyuma kavuşur. O da, elbette bizi, hepimizi ve varlık âlemini yaratandır. Sevginin zirvesi Allah sevgisidir elbette. Bütün veliler, bütün kudsî dostlar ve gerçek aşıklar kalplerinde yalnız ona yer verirler.

Sevginin kaynağını bir yaratıcıya vermezseniz ve severken bu bakış açısıyla davranmazsanız, o zaman yolunuzu başka mecazi maşuklar keser, geçicilikleri ve sizi biraz sonra terk edeceklerini hesaba katmadan, gönlünüzü ona kaptırmak zorunda kalırsınız. O zaman, sevgi ve muhabbet belâlarla, acılarla son bulur. Bütün mecazî, yani doğru olmayan aşklardaki vaveylaların sebebi budur. Allah adına sevilmeyen her şeyde ayrılıklar, maddî-mânevî ıztıraplar, dert ve elemler var.

Bu nereye benzer biliyor musunuz? Eğer vereceğim örneği uygun ve yerinde görürseniz, kocaman bir midenin darı tanesiyle açlığını gidermesine benzer. Darı o midenin ve açlığının yanında bir hiçtir.

İnsan kalbi, bütün varlık âlemlerini içine alacak kapasitededir. Bir veli bunu şu şekilde terennüm etmiştir: “Bütün kâinatı kalbime koydular, bir köşesini bile dolduramadı.” Kâinata sevgi açısından baktığımızda, biz de böyle bir tatminsizliği hissedebiliriz, hepiniz hissedersiniz. Sonsuzluğa aday bir yaratık, sevgiyi içinde barındıran bir kalp, bütün kâinat da olsa, açlık ve susuzluğunu nesneler dünyasıyla gideremez.

Çok basit bir mantıkla bunu, yani bu önermeyi kabullenebiliriz. Sonsuz bir şey, yok olacak bir şeyle doymaz; o halde biz de sonsuza aşık olduğumuz için geçici şeylerle ancak kendimizi avutmuş oluruz. Bu, bizim besleyeceğimiz muhabbetin, yani sevginin ölçüsüdür.

Bizim fıtratımızda yalnız muhabbet yok. Bir de korku var. Korku ile muhabbet birbirini dengeler bizde. Hatta yerli yerinde kullanıldıklarında birbirine destek verir. Korku ile sevgi sanki yan yanadır bizde. Korku muhabbetle kullanıldığında, bizde saygıya dönüşür. Muhabbetini Allah’a yoğunlaştıran bir kul, Allah’a karşı içten saygı duyar; böyle bir kulda salt korku olmaz, yalnızca muhabbetle doyurulmuş saygı olur. Böylesi bir korkuda son derece tatlı ve büyük bir haz var. Bir yavrunun annesine olan korkusunu düşünün! O korku o yavruya haz verir işte; çünkü şefkat sinesine çeker. Aslında neden korkuyor çocuk? Annesinin sevgisini kaybedeceğinden. Biz de Allah’tan, yaratıcımızdan sevgi yoğunluklu korkarız; yani onu içten sayarız, ona saygısızlık yapmaktan utanırız. Saygıyı da oluşturan aslında muhabbettir, sevgidir.

O halde Müslüman, Allah’ı çok sever. Yine Müslüman, Cehennemden çok, bu sevgiyi kaybedeceğinden Allah’tan korkar. Allah sevgisi olmadan, onun rızası kazanılmadan, ondan onay alınmadan, kâinatın ne hükmü olur? Böylesi bir sevgide olan yalnızca bir damlacık yaş değil, oluk gibi akan göz yaşlarıdır, acılardır, karamsarlıklar, doyumsuzluklar ve yalnızlıklardır. Batı düşünürlerinin, teknolojide geldikleri düzeye rağmen, en çok şikâyet ettikleri husus burasıdır. Çokları buna çare bulamadı. Tevhit inancına dönmedikleri sürece de bu büyük sorunu dile getirmekten ileriye gidemeyecekler.

Onun için biz bağırıyoruz. Batı ile Uzakdoğu arasında, İslâm dünyası her konuda olduğu gibi, sevgi konusunda da bir katalizör görevi üstlenerek dünyanın barışını sağlayabilir. Evet, dünya barışı, dünyanın topyekün huzuru ve insanlığın mutluluğu, yalnız ve yalnız Kur’ân’ın getirdiği bakış açısıyla sevgi olgusunun işlenişindedir. Öyle uzaklarda dolaşmaya gerek yok. Bizim bir Yaratıcımız var, bunda hiç şüphe yok; her şeyi yaratan, sevgiyi de kalbimize koyan O’dur, ahireti de bize hazırlayan O. Bize düşen, önümüze gelen her şeyi bu bakış açısıyla değerlendirmek. Hepsi bu kadar. Ne kadar kısa, dolambaçsız bir yol, değil mi?

Ne korkumuzu ve ne de sevgimizi, bugün var yarın yok olacak nesnelere bütünüyle verebiliriz. Verirsek ne olur? O zaman korku, acı bir felâket; sevgi ise, güzelliklere ve gülmelere sebep olacağı yerde en korkunç belâları önümüze koyar. Bizde var olan bu olgular, gerçek sahibine yönlendirdiğimizde, yani Allah’a verdiğimizde ise, bizi sonsuz refah ve mutluluğa kavuşturur. Artık bu bakış açımızla, biz güleriz, çevremiz güler; dünya güler, kâinat güler. Bütün varlık âlemi çevremizde kocaman sevgi halkaları oluşturur, bize alkış tutar.

Çevremizde var olan nesneleri, yani eşimizi, anne-babamızı, arkadaşlarımızı, tabiatı, çiçekleri ve baharı sevmeyecek miyiz? Onları, Allah’ı, Yaratanımızı hatırlayarak, O’nun bize olan nimetleri olduklarını düşünerek seveceğiz elbette. Bediüzzaman böylesi bir sevgide, yani Allah adına besleyeceğimiz muhabbetimizde, ayrılık yok, acı yok, ıztırap yok diyor. Onların sevgisi de bizim gerçekçi, yani Allah sevgimizi pekiştirir.

Muhabbetin, bizdeki olması gereken yerini, onu nasıl koruyup nerelerde sarf edeceğimizi Bediüzzaman’ın görüşleri çerçevesinde özetledikten sonra, sevgimizi daha net ve daha kısa bir şekilde nasıl kullanabiliriz?

Evet, sevgi var, ama lâyıkıyla kullanılmadıktan sonra, bu harikalar meydana getiren muhabbet duygusu sonuçsuz kalır. Ayrılık ve yalnızlık derelerinde kaybolup gider. Bu yetmemiş gibi başımıza da belâ olur. O zaman en büyük kötülüğü kendimize kendimiz yapmış oluruz. Bir gerçek ki, insanın en büyük düşmanı yine kendisidir, nefsidir, duyguların yanlış yere kullanılmasıdır.

Bediüzzaman, “Yolların en keskin kuvveti muhabbettir” der. Yine Bediüzzaman; “İtaat yolları içinde en kabul edileni, en dosdoğru olanı, en kısası, hiç şüphesiz, Habibullah’ın gösterdiği yoldur.” diyerek, muhabbet duygumuzun ancak bu yolla tehlikelere bulaşmadan amacına ulaşabileceğini vurgular. Başka yollar, çoğunlukla çıkmaz yollardır.

Allah, sevgisine, son peygamber Hz. Muhammed’e (asm) olması gereken sevgiyi şart koşar. Peygamberimize olan sevgimiz, doğrudan Allah’a gider. Kur’ân diliyle; “De ki; eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin.” şeklinde bir kıyasla yolu da gösterir. Evet, Allah’a muhabbetiniz varsa, Habibullah’a uyulacak, onun yolunda gidilecek. Ona uyulmazsa, Allah’a muhabbetiniz de yoktur.

Hz. Peygamberimiz, Allah’ın kâinattaki muhabbetinin bizim cinsimizden olan somut örneğidir. Onun sevgisi ile ayakta durur kâinat. Onun sevgisi ortadan kaybolsa bütün varlık âlemi de dağılıp gider.

Konuşmamın sonuna doğru bir hususu da vurgulamayı uygun görüyorum:

Muhabbetimizin, yani sevgimizin öğelerinin de olduğunu biliyor muydunuz? Öyle gelişi güzel her sevgiye, sevgi ve muhabbet diyemeyiz. Psikologlar gerçek sevginin dört öğesinin olduğunu söylerler. Bunlardan bir tanesinin yok olması halinde, gerçek sevgi asla oluşmaz. Nedir o öğeler? Biri ilgidir, diğeri sorumluluktur, üçüncüsü saygıdır ve dördüncüsü bilgidir.

Tutacağımız peygamber yolunda, bu dört öğenin veya unsurun hepsi de var. Onun yolunun dışındaki yollarda bu dört ögeyi bulmak zor.

Beni can kulağıyla dinlediğiniz için teşekkür eder, nice nice sevgi günlerinde bu bilinçle tekrar buluşmak üzere hepinize sevgi ve saygılar sunarım.

17.08.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri