Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 25 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Kemalizmin yapamadığını modern hayat yapıyor

Bir tanıdığım üst düzey bir siyasetçinin eşiyle konuşuyordu geçen gün. Telefonu kapattıktan sonra şöyle dedi: “ Kendisi güzel, eğitimi tamam, ailesi gayet iyi türbanlı kızlar eş bulamıyormuş. “

Bu konuda birkaç yıl önce bir haber okuduğumu hayal meyal hatırlıyordum.

Biz tam bunları konuşurken İsmail Fatih Ceylan’ın “ Evlenemeyen Kızlar ve Evlenmeyen Erkekler “ (Akış Yay.) adlı kitabı piyasaya çıktı. Tabii burada “kızlar” derken kastedilen “ türbanlı “ olanlar.

Ceylan’ın yaptığı gözlem ve söyleşilere göre, sorulduğunda birçok “dindar” erkek, “Başı açık kız alacağım, onu hidayete erdireceğim” diyormuş. Bence yalan!

Soruyu soranın kulağına hoş gelecek, buna karşılık sorulanı da eleştirilerden koruyacak bir uydurma gerekçe! Duyan da o delikanlıların kendilerini dine adadığını, adeta misyonerler gibi açık kızları “doğru yola” döndürmek için uğraştığını sanır. Tabiî böyle düşünen delikanlılar da vardır, ama toplumsal ilişkiler mekanizması öyle çalışmıyor. Olay kabaca şöyle işliyor:

Kemalist “çağdaşlaşma” modeli, toplumun kılcal damarlarına nüfuz edemedi. Çünkü:

1) O tepeden inen modeli ancak devlet memurları ve onunla eklemlenen profesyoneller (avukat, doktor, mühendis) taşıyordu.

2) Toplumda köylülük büyük yer tutuyordu. Bir köylü hiç “çağdaşlaşmadan” ömrünü geçirebiliyordu.

Öte yandan, serbest piyasa ekonomisinin ve kentleşmenin gelişmesi, çağdaşlaşmaya karşı “modernleşmeyi” ortaya çıkardı. “Modernleşme” derken kastettiğim, bireylerin, yeni ilişki biçimlerine ve yeni teknolojilere kendi yorumlarını katarak uyum sağlamasıdır.

Bunları akılda tutarak başa dönersek: Sorunu yaratan, türbanlı kızlar değil, onlarla evlenmeyen dindar delikanlılardır.

Peki niye evlenmiyorlar? Çünkü evlilik, “kariyerin” bir parçasıdır. Kapitalist şirket ilişkileri ve popüler kültür, eşi türbanlı bir erkeğe “ikbal” değil “sorun” vaat ediyor.

Son 8 yılda, üstelik de hükümette AKP olmasına rağmen, başını örten kadın oranındaki azalmanın ardında işte bu kaygılar var. Geçen gün Prof. Eser Karakaş, bu yılın ilk 7 ayında 33 bin 819 “yeni şirket” kurulduğunu, buna karşılık 6 bin 186 şirketin kapandığını yazıyordu. (Star, 22 Ağustos )

Sizce bu şirketlerde çalışan kadınların çoğunluğu başını örtüyor mu, örtmüyor mu?

Türbanlı kızlar çok acı çektiler ve maalesef daha da çekecekler!

Sabah, 24 Ağustos 2007

Emre AKÖZ

25.08.2007


 

‘Soykırım’ uyarısı ve medya ihaleleri

Durup dururken, ortada hiçbir şey yokken, görünürde hiçbir sebep yokken ABD’deki en büyük Yahudi kuruluşu olan Anti Defamation League (ADL), Ermeni soykırım tezine neden destek verdi? İnsana; “neler oluyoruz” dedirten bir durum bu?

ADL’den biri çıkıp; “1915 olayları soykırım olarak tanınmalı” diyor. Ardından Abraham Foxman 21 Ağustos’ta benzer bir açıklama yapıyor. Aslında olanın soykırım olduğunu söylüyor.

Bu tezler değil tartışılacak olan. Yahudi lobisinin güçlü kuruluşlarındaki tavır değişikliği. Şimdilik yasayı desteklemiyorlar, ama “tehdidi hissettirme” yolunda ciddi bir çıkış yaptılar. Şantaj gibi bir şey bu?

Bugüne kadar Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin kilit noktasında yer alan Türk-İsrail ekseninin mimarları ile Türkiye arasındaki ilişkiler, hiçbir iktidarın sarsamayacağı kadar güçlü oldu. Ermeni tezlerini savuşturma bu çevreler için adeta bir ekonomik sektöre dönüştü. Türkiye için lobi yapma adı altında, hepimizin bildiği bazı isimler ve bağlı bulundukları organizasyonlar Türkiye tarafından ihya edildi. İlişki, Ermeni tezlerini engellemenin ötesinde Türk iç politikasını birebir etkileyecek derecede güçlü oldu. 28 Şubat dahil, iktidar kadroları her zaman bu çevrelerle yakın olma zorunluluğunu hissetti. Darbeler oldu, iç siyasi çalkantılar yaşandı, Türk-ABD ilişkilerinde gerilimler oldu, bölge ölçeğinde derin kırılmalar yaşandı. Ama bu lobi kuruluşları ile Türkiye’nin ilişkisi hiçbir zaman bozulmadı. Ermeni tezlerine karşı tutumlarında hiçbir değişikliğe gitmediler.

Peki şimdi ne oldu? Yakında diğer kuruluşlar da bu kervana katılır mı? Yoksa sadece ADL ile sınırlı mı kalır? Ya da geri adım atarlar mı? ADL en büyük kuruluş, dolayısıyla açıklaması önemli.

Türkiye ile İsrail arasında kriz yok. ABD ile ilişkiler her zamanki seyrinde. Irak’la ve terör konusundaki uyuşmazlık, Filistin meselesinde bazı farklılıklar yeni değil. Üstelik, Türkiye’nin bu çevrelerle tarihî ve köklü ortaklıklarına bakınca, yine temel gerekçe belirginleşmiyor.

Evet, Ermeni tezleri, bu çevrelerin elinde bir koz oldu her zaman. Yeri geldiğinde hatırlatıldı ve yolunda gitmeyen şeyler düzeltildi. Bu bazen siyasî oldu, bazen ekonomik bazen de “İslâm”la ilgili endişelerin giderilmesi şeklinde.

Bugün olan da böyle bir şeye benziyor. Açıklamadan hareketle ilişkilerin koptuğu, Türkiye’de devlet iktidarının bu çevrelerle ilişkisinin çöktüğü, bölgesel pozisyona göre Türkiye’nin durumunun yeniden tanımlandığı, artık Türkiye’ye ihtiyaç kalmadığı, Soğuk Savaş döneminden kalma ilişki biçiminin terk edildiği, bir kırılma dönemi yaşandığı gibi bir sonuç çıkarmak yanıltıcı bana göre. Cumhurbaşkanlığı seçimiyle bağlantı kurmak da. Unutmayalım, bu o kadar geniş ve derin bir ilişki ki, 28 Şubat gibi bir darbe bu kuruluşlar üzerinden uygulandı. 1996-97’lerdeki Yeni Ortadoğu dizaynı Türkiye ile birlikte bu kuruluşlar tarafından şekillendirildi. Büyük Ortadoğu Projesi, bu çevrelerin eseri.

Ben açıklamayı uyarı olarak algıladım. Türkiye’nin Yahudi lobi kuruluşlarıyla ilişkisini iyi tutmaya çalıştığı bir dönemde, Jack Kamhi’ye Bakanlar Kurulu kararıyla “Devlet Üstün Hizmet Madalyası” verildiği ve Çankaya’daki törene devletin zirvesinin eksiksiz katıldığı günlerde bu sürpriz çıkışın başka anlamları olmalı. Nasıl mı? Bana göre, bir şey isteniyor Türkiye’den. Çoğu zaman olduğu gibi.

İran’la Türkiye arasındaki enerji ortaklıklarının iptali mi isteniyor? Irak’ta ABD’nin durumunu düzeltecek bazı roller mi öneriliyor? Türkiye’nin Ortadoğu ve yakın çevresiyle ilişkilerinin sorgulanması mı isteniyor?

Ya da Türkiye’ye giren Körfez/Arap sermayesine karşı bir şeyler mi tezgahlanacak? Veya önümüzdeki günlerde yapılacak bir ihale için köşeye sıkıştırma operasyonu mu bu. Bu bir medya ihalesi olabilir mi? Türkiye’de yatırımlara girişen, özelleştirmelere giren Dubai merkezli bir grubun söz konusu ihalede önünün kapatılması, medya alanında kendi sermaye gruplarının önünün açılması çabası olabilir mi?

Türkiye’de medya alanına ilginin yoğunluğu ortada. Uluslararası sermaye grupları, bir şekilde bu piyasada yerini almaya çalışıyor. Aldılar da. Hemen her medya grubunun bir yabancı ortak var. Ancak daha fazlası isteniyor. Medyadaki etkinlik mücadelesi, yabancı grupların var olma savaşı, böyle bir “açık uyarı”ya yol açmış olabilir mi? O zaman birilerinin önü ciddi biçimde kapanmış demektir. O zaman derin analizlere gerek yok, çünkü ADL açıklaması bu açık bir şantajdan başka bir şey değil.

Sadece aklıma gelenlerdi bunlar…

Yeni Şafak, 24 Ağustos 2007

İbrahim KARAGÜL

25.08.2007


 

Burası hepimizin! Gitmiyoruz...

Başbakan “çek git, al git, çık git” deyip duruyor ya...

Bu tavır bazı yazarlarımızın iddia ettiği gibi sadece Başbakan’a özgü tekil bir ayıp veya onun karakterinin bir parçası değil!

Yaşını başını almış herkes bal gibi bilir ki, iktidar olan veya iktidar olmayı kendine hak bilen herkesin beğenmediğini kovmaya kalktığı bir sosyal tarihin içinden geliyoruz.

Hepimizin içine işlemiş bir kurt bu! Hem ruhumuzu hem de ülke barışını gizli gizli kemiren bir kurt!

Demokrasimiz hep “çık dışarı-terk et burayı” demokrasisi oldu.

Siyaseti öyle bildik. Öyle alıştırıldık.

Benim çocukluğum ve gençliğimde en tatlı su solcularına bile “Komünistler Moskova’ya”, dini inançlarını ve ibadetlerini saklamadan ve saklanmadan yaşayanlara “Yobazlar Arabistan’a” diye bağırılırdı. Sonra İran İslam Devrimi ortaya çıktı; bu kez “Mollalar İran’a” sloganları öne çıktı.

Yalnız siyasette de değil...

Mesela sosyal tavır almayı da birilerine “çek git” demek; birilerinin ya bu mahalleden ya da bu ülkeden çıkıp gitmesini istemek olarak anladık.

Hiçbir şey olmasa “ayak altından çekilinmesini” istedik.

Yıllar böyle geçti.

Hatırlıyorum da uzun saçlı, baştan aşağı siyah kılıklı, bilezikli, kolyeli rocker’lardık; halimizi beğenmeyen “iyi eğitimli” modern beyefendiler yanımızdan geçerken yılan gibi tıslarlardı: “S...gidin Amerika’ya, buralarda ne işiniz var!”

Hep sürdü bu...

Derken, küçük, bunaltıcı, kahveleri işsiz gençlerle dolu şehirlerde nefret kendine yeni odaklar bulmaya başladı: Ermeni vatandaşların Erivan’a gitmesi istenir oldu. Yahudilerin, Sabetayistlerin, Kürtlerin ve daha birçok kesimin kendilerine başka bir ülke bulmalarını isteyenler çoğaldıkça çoğaldı.

Gizli faşizm mi bu?

Yoksa imparatorluk yıkılırken ağır yara alan toplumsal bilinçaltımızın Cumhuriyet’le birlikte her türlü farklılıktan korku duyar hale gelmesinin bir sonucu mu?

Tartışmaya değer.

***

Dün Çetin Altan tam da bu konuda ilginç anekdotlar koymuştu köşesine. Bunlardan birinde İsmet Paşa’yla yaptığı bir konuşmayı anlatıyordu.

Üstad, II. Meşrutiyet döneminde Maliye Nazırlığı yapmış, İttihat Terakki’nin güçlü adamlarından Cavit Bey’in 1925’te apar topar İstiklal Mahkemesi’nde yargılanıp asılmasını sormuştu.

“Cavit Bey’i niye astınız?”

İsmet Paşa’nın cevabı şöyleydi.

“Ben kendisini çok ikaz ettim; siyasetten çekil, bir çiftlik al, asude bir hayat yaşa, diye. Ama beni dinlemedi. Arkadaşlar ona ceza yaptılar, astılar.”

Bu tatsız olaydan toplum olarak hayırlı bir ders çıkartabilir miyiz? Neden olmasın!

“Ananı da al git” gafının üzerinde yeterince durmayan Başbakan belki bu kez kendi içinde bir muhasebe yapar.

Hem sokak hem de siyaset kültüründen gelen ve zihninin derinlerine nüfuz eden bu dışlayıcı-faşizan öfkeyi kesin olarak zihninden ve dilinden uzaklaştırır belki. Ama Bekir Coşkun’un yanında saf tutanların da yapması gereken şeyler var.

Sürekli halkı küçümseyip hakaret eden; dindarları iten, “göbeğini kaşıyan kıllı adamlar”ın ortalıkta gözükmesini istemeyen kibirle, her eleştirene “çek git” diyen öfke ve kibir arasında pek bir fark yok!

“Burası benim-bizim” bakışının demokrasimize hiç yararı olmadığını bir anlasak, çok şey değişecek!

Burası hepimizin! Hiçbirimiz gitmiyoruz!

Vatan, 24 Ağustos 2007

Haşmet BABAOĞLU

25.08.2007


 

‘Kurucu’ parti olmak

Halk Partisi, seçim öncesinde benimsediği politikayı seçim sonrasında da, aynen, sürdürüyor. Son bir-iki gündür, AKP’nin yanında MHP’ye suçlamalar yöneltmekteler, akıldışı ‘367 stratejisi’ni bozuyorlar diye. Niçin durmadan gerginlik yarattıklarını soran ve ‘Ne bu şiddet bu celâl?’ diyenlere, ‘Kurucu parti tepkisi gösteriyoruz’ diye cevap verdiler.

Bu doğru aslında. Bunu söyleyince, bu partinin niçin böyle davrandığı biraz daha iyi anlaşılıyor.

‘Kurucu parti’nin aynı zamanda ‘tek parti’ olduğu yıllarda ‘Seçimi kim kazanacak?’ ‘Ne yapmalı da seçimi kazanmalı?’ gibi kaygılar yoktu. Daha hiç seçim olmadan, kimin kazanacağı belliydi. Baykal’a ve bugünkü CHP’ye de böyle bir ortam gerekli, seçim kazanması için. Bu bakımdan, ‘Parti aslına dönmüş’ diyebiliriz. Parti aslına dönmüş de, ortam farklı, koşullar, kurallar farklı. Üstelik, bir zamanlar gene aynı partinin verdiği bir kararla, çokpartili düzene geçilmiş, bu da bir siyasi partinin kendini ‘seçmen’ denilen o ne idüğü belirsiz kişiye beğendirmesi zorunluğuna yol açmış. Her ne kadar CHP’nin kararıyla bu noktaya gelmiş olsak da, değişen duruma en az adapte olan da gene CHP. Son olarak, 2007 yılında da, ‘Biz kurucu partiyiz, böyle yaparız’ diyebiliyor.

Bunu belki en çok CHP yapıyor, ama yalnız başına CHP yapmıyor. O ‘kuruluş’ anında saplanıp kalmış, onun özlemiyle yaşamaya devam eden çok sayıda insan ve hatta kurumlar da var. Böyleleri için en büyük tragedya herhalde ‘zaman’ denen şeyin sabit olmaması.

Türkiye’nin ‘tarihi talihsizliği’, adına ‘Batılılaşma’ mı diyeceğiz, ‘modernleşme’ mi diyeceğiz, ne diyeceksek, bu hareketin kitlesel bir karakter kazanamaması, dar bir kadro hareketi olarak kalmasıdır. Bunun nedenlerini nerede aramalıyız? Hareketin kendi sınırlılığında mı? Toplumu belirleyen genel koşullarda mı? Herhalde hepsinin payı var. Ama şu veya bu nedenle, sonuç bu; yani, toplumsal dönüşümün temel aracı ‘yasa’, uygulayıcısı ‘bürokrasi’. Kitleler de bunun edilgin alıcısı.

Buna ben ‘talihsizlik’ diyorum. Ama insanlar var oldukları ortama, koşullara alışır, hatta ısınırlar da. Bir süre sonra, hayat zaten başka türlü olamazmış gibi görünmeye başlar. Onun için, bana ‘talihsizlik’ gibi görünen şey, kimilerine de ‘ideal’ gibi görünebilir. Sessiz durmaya, tepkilerini kendine saklamaya alışmış bir toplum, ne güzel işte, ne yapsan oluyor, kimse kalkıp ‘Ben bunu beğenmedim’ demiyor, ‘Ben böyle düşünmüyorum’ demiyor, itiraz etmiyor. Öyle çok mutlu bir hali de yok, doğrusu, ama ‘mutsuzum’ diye bağırmıyor da. Bağırmadığına göre, sorun yok.

Ama şimdi, ‘21. yüzyılda’, bu özelliklerin bazıları sürüyor olsa da, Türkiye artık bu Türkiye değil. Onun için, ‘kurucu parti’ davranışları göstermenin oy olarak karşılığı da ortada.

Bir not:

Başbakan, cumhurbaşkanlığıyla ilgili bir söze kızdı, bir şeyler söyledi. Sonra, Başbakanlık’tan, bu sözleri yumuşatan bir açıklama geldi. İkisinin de kaynağı aynı. Sonraki açıklamayı gerektirecek sözleri hiç söylememek değil mi işin doğrusu? İnsanın kendini denetlemesi bu kadar zor mu?

Radikal, 24 Ağustos 2007

Murat BELGE

25.08.2007


 

Kökler!

Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’nun söylediklerini duyunca köklerim aklıma geldi.

Düşündüm:

Ben neyim?

Halaçoğlu, bir konferansta Kürtlerin aslen Kürt değil Türkmen olduklarını, Alevi Kürtlerin ise aslen Ermeni olduklarını belirtmiş, ayrıca bu topraklarda ‘27 farklı etnik köken’den söz edilmesinin de yanlışlığını vurgulamış.

Sonra da eklemiş:

“Kim olduğunuzu bileceksiniz!”

Meraklandım.

Ben kimim?

Türk mü?

Gürcü mü?

Çerkez-Gabardey mi?

Makedon mu?

Bu sorular aklıma takıldı.

Çünkü benim köklerimin İmparatorluk coğrafyasında dört bir yana dağıldığını biliyorum.

Anneannem, Müslüman Gürcü idi.

Kafkasya’dan önce Kıbrıs’a, oradan İstanbul’a göç etmişti aile.

Dedem, Çerkez-Gabardey’di.

Kuban Nehri kıyısındaki Krasnodar’dan subay çıkmak üzere 19. yüzyılın ikinci yarısında İstanbul’a Kuleli’ye gönderilmişti çocuk yaşta.

Büyükbabam, Midilli doğumluydu.

Türk olduğu varsayılırdı. O da subay çıkmak üzere 19. yüzyılın sonlarına doğru ailesi tarafından İstanbul’a gönderilmişti.

Babaannem, Rumeli’ndendi.

Yunan Makedonyası’nda, Serez’de doğmuştu.

Makedon da olabilirdi.

Peki, ben neyim?

Halaçoğlu’na sorsam nasıl bir fetva verirdi, bilemiyorum.

Ama ben Türk’üm.

Öyle büyütüldüm.

Öyle yetiştirildim.

Öyle eğitim aldım.

Kendimi Türk hissediyorum.

Fakat Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Halaçoğlu, kendini Kürt hissedenlere Türkmen diyor; Kürt Alevilerine de Ermeni deyip çıkıyor işin içinden.

Akıl alır gibi değil.

Irkçılık!

Kendini yüceltirken ‘öteki’ni yok sayan milliyetçi ve fanatik kafa...

Bir zamanlar bu ülkede resmi ideoloji, “Kürt yok, Türk var!” derdi.

Bu aşıldı artık.

Ama Halaçoğlu anlaşılan daha hâlâ geçmişte yaşıyor. Tarihi ve toplumu daha hâlâ eski ırkçı klişelerle okumaya, anlamaya çalışıyor.

Bu öylesine bir kafa ki, tarihten ancak düşmanlık çıkarabilir; tarihin sayfalarından ancak husumet yaratabilir.

Yazık!

Tehlikeli bir kafa bu.

Kendini Kürt hisseden Kürttür. Kendisine Alevi diyen Alevidir. Kendini Ermeni hisseden Ermenidir.

Yani, nasılsa odur!

İnsanların kökleriyle oynanmaz.

İnsanların kimlikleriyle bağını koparmaya kalkışmak kadar ahmakça bir uğraş olamaz.

Her insanın dili, dini, inancı kutsaldır.

Karışılmaz.

Irkçı, milliyetçi fanatizmin tutsağı olan kafaları bu toplumda etkisiz kılmak zorundayız.

Bunun yolu, çağdaş eğitiminden geçiyor.

Bunun yolu, demokrasi kültürünün benimsenmesinden geçiyor.

Bunun yolu, demokratik hukuk devletinin yerleşmesinden geçiyor.

Bunun yolu, refahtan geçiyor.

Bunun yolu, geçmişin esiri olmaktan kurtulmayı gerektiriyor.

Yoksa Hrant Dink suikastları, Rahip Santoro cinayetleri, Malatya katliamları bitmez.

Yoksa 301 davaları bitmez!

İnsanların kökleriyle, kimlikleriyle, dinleriyle, dilleriyle uğraşmayı bırakın. Kendinizi güzellerken, başkalarını sakın batırmaya kalkışmayın.

Bırakın herkes kendi gibi olsun.

Başka türlü barış olmaz.

Milliyet, 24 Ağustos 2007

Hasan CEMAL

25.08.2007


 

Uzlaşı olmadan asla!..

Prof. Dr. Ergun Özbudun’a takıldık:

- Bizi ilgilendiren ne var?

“Yeni Anayasa taslağını” hazırlayıp, Başbakan Erdoğan’a veren Ergun Hoca “medya için ancak iyi şeyler olur” dedi:

- Sadece basın değil, bütün özgürlükler bakımından Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile uyum ve paralellik var... Oradaki sınırlama sebepleri ötesinde bir şey yok.

Prof. Ergun Özbudun:

- Yeni Anayasa taslağında 3 önemli yenilik kümesi var.

- Temel hak ve özgürlüklerin standardı yükseliyor.

- Hukuk devleti ve yargı denetimi üzerindeki kısıtlamalar kaldırılıyor.

- Hükümet sistemi parlamenter rejim ilkelerine uygun olarak düzenleniyor ve Cumhurbaşkanı’nın yetkileri temsili ve sembolik düzeye çekiliyor.

- Sayın Gül Çankaya’ya çıkarsa... Bu değişiklikle yetkilerinin kısılmasına ne der?

- Türkiye için gerekli olan böyle bir köklü değişikliği veto edeceğini sanmıyorum.

Prof. Özbudun’a dedik ki “büyük uzlaşı gerek.”

Ergun Hoca:

- AKP teknik olarak 5’te 3 parlamento çoğunluğu ve referandum ile yeni Anayasa’ yı geçirebilir.

- Ama böyle bir şeyi tahmin de temenni de edemem.

- Çok daha geniş kesimlerin yeni Anayasa’yı benimsemesi ve içselleştirmesi lazım.

- Tartışma sürecine çok önem veriyorum.

- En az birkaç ay tartışılmalı.

- Hocam, ilk tepkiler nasıl?

- Olumlu tepkiler alıyorum... Bu hedeflere, daha çok demokrasi diyen bir Anayasa’ya itiraz olur mu?.. Nesine itiraz edilecek?

“Proje” büyük bir proje.

Artık “siviller” de ortaya bir Anayasa koyabilmeli.

Ergun Hoca’nın dediği gibi “tartışma süreci çok önemli.” Ve “aylarca tartışmak” da şart.

Ama seçimin üzerinden henüz bir ay geçmişken yaşanan şu gerginliğe bakıyoruz da...

Sormadan edemiyoruz:

Biz bu sinirle, bu hoşgörüsüzlükle yeni Anayasa’ yı nasıl tartışacağız?

Sabah, 24 Ağustos 2007

Yavuz DONAT

25.08.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri