Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 29 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

O hayvanları kendilerine boyun eğdirdik, kimine binerler, kiminin de etinden yerler.

Yâsin Sûresi: 72

29.08.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Biriniz güzel bir rüyâ gördüğünde onu tâbir ettirsin, başkalarına da anlatsın. Kötü bir rüyâ gördüğünde de ne tâbir ettirsin, ne de başkalarına anlatsın.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 351

29.08.2007


Mübarek gecelerde yağmur tevafuğu

Kuraklık ve yağmursuzluk, her tarafta daima namazlardan sonra pek çok duâların akim kaldığı ve herkes me’yusiyetten derd-i maişet endişesiyle kalben ağlarken, birden Leyle-i Regaib—bütün ömrümde hiç mislini işitmediğim ve başkalar da işitmediği—üç saatte yüz defa, belki fazla tekrarla melek-i ra’dın yüksek ve şiddetli tesbihatıyla öyle bir rahmet yağdı ki, en muannide dahi Leyle-i Regaib’in kudsiyetini ve Hazret-i Risâletin bir derece, bir cihette âlem-i şehadete teşrifinin umum kâinatça ve bütün asırlarda nazar-ı ehemmiyette ve Rahmeten lil-Âlemin olduğunu ispat etti ve kâinat o geceyi alkışlıyor diye gösterdi.

Emirdağ Lâhikası, s. 36

***

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Kat’iyen şek ve şüphemiz kalmadı ki, bu hizmetimizin neticesi olan Risâle-i Nur’un serbestiyetini değil yalnız biz ve bu Anadolu ve âlem-i İslâm alkışlıyor, takdir ediyor; belki kâinat memnun olup cevv-i sema, feza-yı âlem alkışlıyor ki, üç dört ayda yağmura şiddet-i ihtiyaç varken gelmedi ve Denizli’de mahkemenin bilfiil teslimine karar vermesi, yine leyle-i Mi’rac’da aynen Risâle-i Nur’un bir rahmet olduğuna işareten Leyle-i Regaib’e tevafuk ederek kesretli melek-i ra’dın alkışlamasıyla ve rahmetin Emirdağında gelmesi o teslim kararına tevafuk etmesi ve bir hafta sonra, demek Denizli’de vekillerin eliyle alınması hengâmlarında yine aynen Leyle-i Mi’raca ve Leyle-i Regaibe tevafuk ederek aynen onlar gibi Cuma gecesinde kesretli rahmet ve yağmurun bu memlekette gelmesi, o tevafuklarıyla kat’î kanaat verdi ki:

Risâle-i Nur’un müsaderesine ve hapsine dört zelzelelerin tevafuku küre-i arzca bir itiraz olduğu gibi, bu Emirdağı memleketinde dört ay zarfında yalnız üç Cuma gecesinde—biri Leyle-i Regaip, biri Leyle-i Mi’rac, biri de Şaban-ı Muazzamın birinci Cuma gecesinde—rahmetin kesretli gelmesi ve Risâle-i Nur’un da serbestiyetinin üç devresine tam tamına tevafuk etmesi, küre-i havaiyenin bir tebriki, bir müjdesidir ve Risâle-i Nur’un da manevî bir rahmet ve yağmur olduğuna kuvvetli bir işarettir.

Emirdağ Lâhikası, s. 43

Nasıl evvelce yazdığımız gibi iki ay kuraklık içinde burada hiç yağmur gelmediği, güya Leyle-i Regaib’i bekliyor gibi o mübarek gecenin gelmesiyle emsalsiz bir gürültü ile kudsiyetini burada gösterdiği gibi, aynen öyle de, o geceden beri buraya bir katre yağmur düşmediği halde, yirmi günden sonra aynen Mi’rac Gecesi birden bire öyle bir rahmet yağdı ki, dinsizlerde şüphe bırakmadı ki, Sahibü’l-Mi’rac, Rahmeten li’l-Âlemîn olduğu gibi, onun Mi’râc gecesi de bir vesile-i rahmettir. Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 181

Lügatçe:

derd-i maişet: Geçim derdi.

melek-i ra’d: Gökgürültüsü ile vazifeli melek.

muannid: İnatçı.

Rahmeten lil-Âlemin: Âlemlere rahmet olan Peygamber Efendimiz (asm).

cevv-i sema: Gökyüzü.

feza-yı âlem: Âlemin fezası, uzay.

küre-i havaiye: Hava küre, atmosfer.

29.08.2007


En üstün ilim Marifetullahtır

—Dünden devam—

Sahabelerden birisi sordu: “Ya Resulallah! ‘Dinleyin ve itaat edin!’ buyuruyorsunuz. Bu kazanç sadece bize mi ait, yoksa herkes için midir?”

Peygamberimiz (asm) cevap verdiler: “İlim isteyen hiç kimse yoktur ki, bu istek onun geçmiş günahlarına kefaret olmasın” buyurdular.

Bir diğer sahabe sordu: “Ey Allah’ın Resûlü! Amellerin hangisi üstündür?”

Peygamberimiz (asm) cevap verdi: “Allah’ın birliğini size öğreten, isim ve sıfatlarını anlatan ilim her şeyden üstündür” buyurdu.

Suali soran kişi: “Ey Allah’ın Resûlü! Ey yüce peygamber! Biz ilmin faziletini sormadık; amellerin üstün olanını sorduk. Siz ise ilim diye cevap verdiniz…” deyince…

Peygamberimiz (asm) cevap verdiler: “Ameller ancak Allah’ın birliğini ve tevhidi ders veren ilim ve bu ilimden kaynaklanan sahih bir inançla beraber fayda verir. Marifetullah ile olan az amel insana fayda verir. Marifetullah’tan yoksun, Allah’ı tanımadan işlenen çok amel insana fayda sağlamaz” buyurdular. Sahabe sordu: “Ey Allah’ın Resûlü! İman nedir?”

Peygamberimiz (asm) buyurdular: “Kişinin kalbinde Allah bilgisinden hâsıl olan Allah sevgisidir. Bu bilgi insanı her an Allah ile beraber olduğunu, her yerde hâzır ve her şeye nâzır olduğunu ve insanın her haline muttalî olduğunu öğretir. İşte imanın kemâli de kişi her nerede olursa olsun Allah’ı kendisi ile beraber bilmesidir” buyurdular.

Sahabe sordu: “Ya Resûlallah biz bu mertebeye nasıl ulaşırız?”

Peygamberimiz (asm) cevap verdiler: “Çokça Kur’ân okuyarak ve her taşın ve ağacın altında Allah’ı zikrederek. Böylece her şeyi Allah’ın eseri ve san’atı olduğunu tefekkür ederek ve hiç kimsenin Allah’ın kudreti ile meydana gelen o esere sahip ve malik olamayacağını düşünerek” buyurdular. Sonra şöyle buyurdular:

“Size sahabelerimin ve halifelerimin kimler olduğunu haber vereyim mi? Onlar Allah yolunda Allah için Kur’ân-ı Kerimi okuyan, ezberleyen ve manasını düşünerek devamlı Kur’ân okuyan ve başkalarına da öğretenlerdir” buyurdular.

İşte Peygamberimiz’in (asm) Dâr-ı Erkam’daki sohbetleri bu minval üzere devam ediyordu. Sahabelerine devamlı olarak Kur’ân-ı Kerimi okumaları ve mânâsını da kavramaya çalışarak başkalarına öğretmeye teşvik ediyordu. Sahabeler de Peygamberimizin (asm) bu tavsiyelerine harfi harfine uyarak kendilerini geleceğe ve ahirete hazırlıyorlardı.

5.3 Sahabelerin ibadet,

ihlâs ve tefekkürleri:

Bediüzzaman bir zaman, yaptığı bir tek tesbihin bir tek namazda, Sahabelerin tarz-ı telâkkisine yakın bir sûrette inkişafını bir ay kadar ibadet derecesinde ehemmiyetli görür ve sahabelerin kıymetini anlar.

Bir tek hamd ve tesbih neticesinde ihlâs ve niyet ile sevaplar hadsiz derece artar. Ağızdan çıkan mübarek kelimeler, ihlâs ve niyet-i sadıka ile hayatlanır, canlanır, hadsiz zîşuurların kulaklarına girerek onları nurlandırır, söyleyene de sevap kazandırır. Meselâ; “Elhamdülillah” kelimesi havada izn-i ilâhî ile yazılır. Nakkaş-ı Hakîm abes ve israf yapmadığı için, o kesretli mübarek kelimeleri dinleyecek kadar hadsiz kulakları halk etmiştir. Eğer ihlâs ile ve niyet-i sadıka ile o havadaki kelimeler hayatlansalar, lezzetli birer meyve gibi ruhanilerin kulaklarına girer. Eğer rıza-ı İlâhî ve ihlâs o kelimelere hayat vermezse, dinlenilmez. Sevap da yalnız ağızdaki kelimeye münhasır kalır.

Sahabeler ve Tâbiîn ibadette o dereceye gelecekler ki, ruhlarındaki nuraniyet yüzlerinde parlayacak ve cephelerinde kesret-i sücuddan hâsıl olan bir hâtem-i velâyet nevinde, alınlarında sikkeler görünecek”

Bediüzzaman Hazretleri, Muhyiddin-i Arabî gibi harika zatların, Sahabelere yetişemediklerini şöyle bir misâlle anlatır: Namaz içinde “Sübhâne Rabbiye’l-a’lâ” derken, şu kelimenin mânâsı inkişaf etti. Tam mânâsı ile değil, fakat bir parça hakikati göründü. Kalben dedim: “Keşke bir tek namaza bu kelime gibi muvaffak olsaydım, bir sene ibadetten daha iyi idi” der. Bu hatıra ve bu hakikatin, sahabelerin ibadetteki derecelerine yetişilemediğine bir irşat olduğunu söyler.

Risâle-i Nur’un dairesindeki hâlis, pek kuvvetli ve her ferdine çok ruhları kazandıran ve Sahabenin sırr-ı verâset-i nübüvvetle meşreb-i uhuvvetkârânesini gösteren “meşreb-i hillet ve meslek-i uhuvvet” hariçteki dairelere ihtiyaç bırakmaz.

6. SAHABELERDE SİYASî HAYAT:

Sahabeler bedevî oldukları halde az bir zamanda Nur-u Muhammedî (asm) ile doğudan batıya âdilâne idare edip, cihangir devletleri mağlûp ederek müterakki, fenli, medenî, siyasî milletlere üstad, muallim, diplomat, hâkim-i âdil olarak o asrı bir Asr-ı Saadet hükmüne getirmişlerdir.

Peygamberimizden (asm) sonra sahabeler siyasî olarak ne yapacakları konusunda Kur’ân’dan ve Peygamberimizden (asm) aldıkları derslere binaen istişare yaptılar. Çünkü yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’de “Mü’minlerin işleri aralarında şûrâ iledir” buyurarak şûrâyı emretmişti. Peygamberimize de (asm) “İş konusunda onlarla istişare et” buyurmuşlardı ve Peygamberimiz (asm) devamlı olarak istişare ile hareket ederdi. Bundan dolayı hemen toplandılar ve aralarında istişare etmeye başladılar.

Hz. Ebûbekir (ra) “Ey Mü’minler! Dikkat edin! Şüphesiz Muhammed (asm) vefat etti. Bu dini ayakta tutacak bir halife mutlaka lâzımdır” dedi. Çünkü yapılması gereken pek çok dinî ve dünyevî işler bir idarecinin varlığına bağlıdır. Farz ve vacip olan işlerin yapılması farz ve vacip olduğu gibi “Vacibe vesile olan bir şey de vaciptir.” Bundan dolayı idareciyi seçmek ve ona itaat etmek vaciptir.

Yüce Allah da Kur’ân-ı Kerim’de “Ey iman edenler! Allah’a, Resûlüne ve sizin içinizden seçilen ulü’l-emre itaat ediniz” emrederek hem seçime, hem de seçilene itaati emir ve tavsiye buyurmuşlardır. Sahabeler elbette bu hususları çok iyi biliyor ve değerlendiriyorlardı.

Ancak idarecinin seçimi ve seçilen idareciye itaat etmek itikadî ve ibadete ait bir mesele olmayıp tâlî ve sosyal hayata bakan amelî bir hükümdür. Şayet bu idareci, Müslümanların meşvereti ve şûrâsı ile aday olup, yine mü’minlerin biatı ve oyu ile çoğunluğun rızası ile iş başına gelirse buna “Halife” denir. Görevi de Peygamberimizin sünneti ve yolu üzere umuma riyaset ederek din ve dünya siyasetini yürütmektir.

—Devam edecek—

M. Ali KAYA

29.08.2007


BİR KISSA, BİN HİSSE

Ensâr’dan Muhammed bin Mesleme (ra), Hz. Ömer’in (ra) hilâfeti esnasında onun ‘Şikâyet Masası’ reisi idi. Memurlarla alâkalı şikâyetler bu masaya gelirdi. O, gelen bu şikâyetleri inceler, araştırırdı. Neticede şayet haksızlık yapan, adam kayıran, rüşvet alan biri ortaya çıkarsa bu masa marifetiyle cezalandırılırdı.

Bir defasında Medine’de toplanan memurlara, Hz. Ömer (r.a.) nasihat ediyor ve onları insanlara âdil davranmaları ve zulmetmemeleri hususunda ikaz ediyordu.

Bu sırada halkın arasından bir adam peyda oldu ve: “Ya Ömer! Beni memurlarınızdan şu adam haksız yere dövdü. Hâlbuki suçladığı hususta benim bir kabahatimin olmadığı da sonradan anlaşıldı.” diyerek memurdan dâvâcı olduğunu söyledi.

Bunun üzerine mesele araştırıldı. Adamın haklı olduğu anlaşıldı, memurun ona haksız yere kırbaç vurduğu meydana çıktı.

Hz. Ömer’in (ra) kararı kesindi:

“Seni döven memura sen de, onun sana vurduğu kırbaç adedince kırbaç vuracaksın!”

Amr bin Âs (ra) buna itiraz etti:

“Ya Ömer, bundan sonra memurlarınızı insanların gözü önünde dövdürecek misiniz? Şayet böyle yaparsanız, bu tatbikat, memurlarınızın itibarını düşürür, onları iş yapamaz hâle getirir.” Hz. Ömer’in cevabı aynen şöyle oldu: “Ben zalimi, şu veya bu bahanelerle koruyup da, mazlûmu maruz kaldığı zulümle baş başa bırakamam. Kim zulmetmişse karşılığını görmeli ki, tekrarına cesaret edemesin!”

Böylece karar kesinleşti. Dâvâcı, kendisine vurulan kırbaç sayısınca memura kırbaç vuracaktı.

Bu defa Amr bin Âs (ra), dâvâcıya gitti ve dedi ki:

“Sana, onun vurduğu kırbaç sayısınca altın vereyim. Bunları al, dâvândan vazgeç. Yoksa kötü niyetli bazı insanlar cesaret bulur, memurlar korkaklaşır. Neticede adaletin temini daha da güç hâle gelir.”

Dayak mağduru adam bu teklifi kabul etti: Yediği kırbaç adedince altınları aldı, dâvâsından vazgeçti.

Böylece, idare edenlerle idare olunanlar arasındaki haksızlıklar da son bulmuş oldu.

Süleyman KÖSMENE

29.08.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri