Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 01 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Görmedi mi o insan? Biz onu bir damla sudan yarattık da, sonra o Bize ap açık düşman kesiliverdi.

Yâsin Sûresi: 77

01.09.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Ümmetimin zâlime, "Ey zâlim" demekten korktuğunu gördüğünde ondan ümidini kes.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 356

01.09.2007


Tesettür, kadını mânevî esaretten kurtarıyor

Malûmdur ki, insan sevmediği ve istiskal ettiği adamların nazarından sıkılır, müteessir olur. Elbette açık saçıklık kıyafetine giren güzel bir kadın, bakmasına hoşlandığı nâmahrem erkeklerden onda iki üçü varsa, yedi sekizinden istiskal eder. Hem tefahhuş ve tefessüh etmeyen bir güzel kadın, nazik ve serîü’t-teessür olduğundan, maddeten tesiri tecrübe edilen, belki semlendiren pis nazarlardan elbette sıkılır. Hattâ işitiyoruz, açık saçıklık yeri olan Avrupa’da çok kadınlar, bu dikkat-i nazardan sıkılarak, “Bu alçaklar bizi göz hapsine alıp sıkıyorlar” diye polislere şekvâ ediyorlar. Demek, medeniyetin ref-i tesettürü hilâf-ı fıtrattır. Kur’ân’ın tesettür emri fıtrî olmakla beraber, o maden-i şefkat ve kıymettar birer refika-i ebediye olabilen kadınları, tesettür ile sukuttan, zilletten ve mânevî esaretten ve sefaletten kurtarıyor.

Hem kadınlarda ecnebî erkeklere karşı, fıtraten korkaklık, tahavvüf var. Tahavvüf ise, fıtraten, tesettürü iktiza ediyor. Çünkü, sekiz dokuz dakika bir zevki cidden acılaştıracak sekiz dokuz ay ağır bir veled yükünü zahmetle çekmekle beraber, hâmisiz bir veledin terbiyesiyle, sekiz dokuz sene, o sekiz dokuz dakika gayr-ı meşrû zevkin belâsını çekmek ihtimali var. Ve kesretle vâki olduğundan, cidden şiddetle nâmahremlerden fıtratı korkar ve cibilliyeti sakınmak ister. Ve tesettürle, nâmahremin iştahını açmamak ve tecavüzüne meydan vermemek, zayıf hilkati emreder ve kuvvetli ihtar eder. Ve bir siperi ve kalesi, çarşafı olduğunu gösteriyor.

Mesmûâtıma göre, merkez ve payitaht-ı hükümette, çarşı içinde, gündüzde, ahalinin gözleri önünde, gayet âdi bir kundura boyacısı, dünyaca rütbeten büyük bir adamın açık bacaklı karısına bilfiil sarkıntılık etmesi, tesettür aleyhinde olanların hayâsız yüzlerine bir şamar vuruyor!

Lem’alar, s. 198, Y.A.N., 1994

Lügatçe:

istiskal: Ağır görme, huzurundan hoşlanmama.

tefahhuş: Fuhşa girme, ahlâksızlık.

tefessüh: Bozulma, kokuşma.

serîü’t-teessür: Çabuk müteessir olan, çabuk üzülen.

semlendirmek: Zehirlemek; kirletmek.

ref-i tesettür: Tesettürün kaldırılması.

hilâf-ı fıtrat: Yaradılış maksadına zıt.

mâden-i şefkat: Şefkat madeni, kaynağı.

refika-i ebediye: Ebedî hayat arkadaşı.

sukut: Alçalma.

zillet: Aşağılık, horluk, alçaklık.

tahavvüf: Korkuya düşme, korkma.

hamî: Himaye eden, koruyan, sahip çıkan.

kesretle: Çoklukla.

cibilliyet: Yaratılıştan olan, huy, tabiat, karakter.

hilkat: Yaratılış.

mesmuât: Duyulanlar, işitilenler.

payitaht-ı hükümet: Hükümetin, devletin merkezi; başkenti.

Bediüzzaman Said NURSÎ

01.09.2007


Mutluluk nerede?

İnsanı gülümseten mutluluk mudur, yoksa güldüğü için mi mutludur insan? Hep gülenler mi mutludur bu hayatta, yoksa mutlu olmasını bilenler mi? Nerelerde arıyoruz mutluluğu? Sahteleşmiş dünyamızda, katılaşmış kalbimizde, sahibi olmak istediğimiz; ev, araba, harika bir iş, mükemmel bir hayat, güzellik, gençlikte mi? Bir düşünür, “Çoğu zaman insan, burnunun üstündeki gözlüğü arayan dalgınlar gibi mutluluğu arayıp durur” der. Böyle insanların hayatları da hep aramakla geçer. Mutluluk yanlarındadır, fakat farkında değillerdir. Oysa ki mutluluk, itaat ve ihsanda, ubudiyet ve muhabbettedir... Mutluluk tefekkürî hayatta; mutluluk cenneti dünyada dahi yaşatan sıcacık aile yuvasında; mutluluk huzur dolu bir gönülde, mutluluk güzel huyda, iyilik sever, şefkatli, cömert olmaktadır. Mutluluk; sabırda, teslimiyette, tevekkülde ve kulluktadır...

Eğlenceler, oyunlar, gülmeler mutluluk değildir. “Eğer mazi, yani geçmiş zamanın hadisâtını sinema ile hâl-i hazırda gösterdikleri gibi, istikbaldeki ahvâl dahi, meselâ elli sene sonraki halleri bir sinema ile gösterilse idi, ehl-i safahat şimdiki güldüklerine yüz binlerce nefrin ve nefret edip ağlayacaktılar” diyen Bediüzzaman Hazretleri, mutluluğun reçetesini bizlere sunmuş:

“Madem dünyanın gafletkârâne gülmeleri böyle ağlanacak acı hallerin perdesidir ve muvakkat ve zevâle maruzdur. Elbette biçare nev-î beşerin ebedperest (her daim sonsuzluğu isteyen) kalbini ve aşk-ı bekaya (sonsuzluk aşkına) meftun olan ruhunu güldürecek, sevindirecek meşrû dairedeki gafletsiz, masumâne eğlencelerdir ve sevap cihetiyle baki kalan sevinçlerdir.”

Evet Bediüzzaman Hazretleri, işin sonunu görerek konuşmuş. Neticeyi düşünmek, gittiğimiz yolda tedbir almaya sebebiyet verir. Mutluluğun ise varılacak bir yer değil; yürüdüğümüz yol olduğunu unutmayalım. Hayatın tâ kendisi mutluluğun başladığı yerdir.

“Elhâsıl; her kim bu fani hayatı esas maksat yapsa, zahiren bir cennet için de olsa da, mânen cehennemdedir. Ve her kim ebedî hayata ciddî müteveccih (yönelmiş) ise saadet-i dareyne mazhardır (dünya ve âhiret mutluluğuna erer).” (Sözler, s. 43)

Said BEYDOĞAN

01.09.2007


Peygamberimizin (asm) düşmanlarının akıbeti

1958’li yıllarda Çorum ili Kargı ilçesinde görevliydim. Cenâb-ı Hakk’ın lütf-u ihsanıyla orada Nur hizmetleri canlı, dinamik ve feyizliydi. Merhum Sadık Karagöz, vakıf gibi gece gündüz çalışıyor, yeni nurlu simalar kazanmanın gayreti içindeydi. Evi dershane-i Nuriye olmuştu.

O zamanlar Nur talebesi olmak cesaret isterdi. Çünkü “mim”lenmek, “tescillenmek” işten değildi.

Kaderden iyi sicil almak ve rıza-i İlâhîden başka maksatları olmayan Nur Talebelerinin ilçede azılı düşmanları vardı. Onlar, bilhassa o zamanlar yayınlanan Hz. Peygamber’e hakaret edepsizliğinden çekinmeyen Akis dergisini ve Cumhuriyeti okuyan nasipsizlerdi ve genellikle daire amirleri idi. Onlarla hemhâl olup kulüplerinde kadeh tokuşturan, meslekî hayatı şaibeli olan resmî dairede amir biri, Ramazan günü Adliye’deki odama geldi.

Nasılsa teravih namazı için camiye gitmiş. İmamın, zamm-ı sûre olarak okuduğu “Tebbet” sûre-i celîlesinin meâlini bir kitaptan okumuş. Ukala ve istihzalı bir biçimde, “Yahu bu ne biçim iş! Ebu Leheb’e bedduâ ederek yattık, bedduâ ederek kalktık” diye aklınca Kur’ân-ı Kerim’i tenkide cür’et etti. Bu edep dışı lâfı, çok canımı sıktı. Sinirlenip sert bir cevap vermek üzere iken, duygularıma hâkim olmaya çalıştım. Lütf-u İlâhî ile hatırıma o anda şu sözler geldi:

“İslâm tarihinden öğrendiğimize göre Hz. Peygamber (asm), en ziyade Ebû Leheb’den eziyet ve sıkıntı çekmiştir. Onun İslâmı tebliğ maksadıyla uğradığı her yere, her çadıra arkasından uğrayıp, ‘İnanmayın, o sabii (hâşâ) yalancıdır, inanılacak bir şey olsaydı biz inanırdık...’ gibi sözleri hayasızca, alçakça sarf etmiştir. Peygamberin tebliğinin tesirini kırmaya, yok etmeye çalışmıştır. Kaldı ki Ebû Leheb’in ismi bütün peygamber düşmanları için bir semboldür. O rezilin şahsında hem kendi zamanında, hem de tâ kıyamete kadar gelecek kâfirler kastedilmiş ve fecî akıbetleri haber verilmiştir.

“Hatta şimdilerde bazı sapıkların elden ele dolaştırdıkları Akis ve emsâli gibi dergileri çıkaran ve Hz. Peygamber’e (hâşâ) ‘çöl …’ demek küstahlığından çekinmeyen edepsizler de, Ebû Leheb’in akıbetine dünya ve âhirette uğrayacaklarına işaretle onlar ikaz edilmekte; o cehenneme giden yoldan geri dönmeleri ihtar edilmektedir. O sûrenin hükmü ebedî olup kıyamete kadar bâkîdir, hikmetlidir, nice gafil gözleri açmaya vesile olacak değerdedir” dedim.

O bu sözleri dikkatle, ürpererek dinledi. Zira hiçbir cevap vermeden çekti gitti.

Onun emekliye bile ayrılmadan şiddetli bir cilt hastalığına dûçâr olup, perişan ve sefil durumlara düştüğünü, eski sapık arkadaşlarından hiçbirinin kendisine yar ve yardımcı olmayıp yapayalnız kaldığını, o halde iken de ileri yaşta olmamasına rağmen öldüğünü öğrendim.

O şahsa, incelemeden, ehline sormadan verdiğim cevaptan dolayı ‘Acaba indallahta mes’ul ve günahkâr olur muyum?’ diye telâşa kapıldım. Derhal Merhum M. Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’ân Dili eserine müracaat ettim. O değerli tefsirin o sûre ile ilgili kısmında şöyle buyurulduğunu gördüm:

“Tebbet Sûre-i Celîlesi, Hz. Peygamberin amcası Ebû Leheb’in ona karşı inkârı, şedid düşmanlığı sebebiyle çok kötü akıbete, sonsuz zarar ve ebediyen cehennem alevlerine maruz kalacağını haber vermekle beraber, Peygamberin vefatından sonra dahi düşmanları fitne çıkarmak isteseler de dinin bâkî (sonsuz) ve ölümsüz olup cihana yayılmasına engel olamayacağına işaret edilmiştir.”1

“Ebû Leheb, bir şahsı gösteren künye olmakla beraber, Hz. Peygambere ve İslâm’a karşı ateş püskürmek isteyip de kendini cehenneme atmış olan kâfirlerin hepsinin mümessili (temsilcisi) mânâsında olmak itibariyle Ebû Leheb’in zararı, ziyanı, helâkı hepsinin zararına, perişanlığına rezilliğine misâl yapılmış, tümüne örnek olmuştur…

“Yani maksad yalnız Ebu Leheb’in şahsını söylemekten ibaret olmayıp, kötü vasfına (sıfat ve özelliklerine), onun yolunda olan, bu vasıfta ona benzeyenlerin hallerine işaret edilmiştir.2

“Ebû Leheb, Peygamberin amcası olmak gibi yüksek soya mensup ve böylesine haysiyet ve şerefe mazhar olduğu halde, imana gelmeyip de Peygamberi inkâr, kin ve düşmanlıkta ısrar ettiğinden dolayı Ebû Leheb’in hali böyle zarar, ziyan olur, nesebi, soyu, akrabalığı onu kurtaramazsa Peygamberi sevmeyip buğz ve kin besleyen, düşman olup da tövbe etmeyen diğerlerinin ne kadar nesilleri berbat, soyları kesik, bedbaht ve şerefsiz olacaklarını ibret nazarıyla düşünmek gerekir.”3

Dipnotlar:

1- M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili,

c. 8, s. 6256

2- A.g.e., s. 6259

3- A.g.e., s. 6260

Abdullah BATTAL / Emekli Başsavcı

01.09.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri