Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 03 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

De ki: Onu ilk önce kim yaratmışsa tekrar O diriltecek. O herşeyin yaratılışını hakkıyla bilendir.

Yâsin Sûresi: 79

03.09.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Kul Allah'a isyana devam ettiği halde, Allah hâlâ ona sevdiği dünyalık şeyleri veriyorsa, bu ancak Allah tarafından onun için bir istidractır.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 359

03.09.2007


Açık saçıklık, eşler arasındaki güveni sarsar

Bir âilenin saadet-i hayatiyesi, koca ve karı mâbeyninde bir emniyet-i mütekabile ve samimî bir hürmet ve muhabbetle devam eder. Tesettürsüzlük ve açık saçıklık, o emniyeti bozar, o mütekabil hürmet ve muhabbeti de kırar. Çünkü, açık saçıklık kılığına giren on kadından ancak bir tanesi bulunur ki, kocasından daha güzeli görmediğinden, kendini ecnebîye sevdirmeye çalışmaz. Dokuzu, kocasından daha iyisini görür. Ve yirmi adamdan ancak bir tanesi, karısından daha güzelini görmüyor. O vakit o samimî muhabbet ve hürmet-i mütekabile gitmekle beraber, gayet çirkin ve gayet alçakça bir his uyandırmaya sebebiyet verebilir. Şöyle ki:

İnsan, hemşîre misillü mahremlerine karşı fıtraten şehvânî his taşıyamıyor. Çünkü mahremlerin simaları, karâbet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve muhabbet-i meşrûayı ihsas ettiği cihetle, nefsî, şehvânî temâyülâtı kırar. Fakat bacaklar gibi şer’an mahremlere de göstermesi caiz olmayan yerlerini açık saçık bırakmak, süflî nefislere göre, gayet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet verebilir. Çünkü mahremin siması mahremiyetten haber verir ve nâmahreme benzemez. Fakat meselâ açık bacak, mahremin gayrıyla müsâvîdir. Mahremiyeti haber verecek bir alâmet-i farikası olmadığından, hayvânî bir nazar-ı hevesi, bir kısım süflî mahremlerde uyandırmak mümkündür. Böyle nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir!

Lem’alar, 24. Lem’a, 3. Hikmet, s. 199

Lügatçe:

saadet-i hayatiye: Hayat mutluluğu.

tesettür: Örtünme.

mâbeyn: Ara; iki şey arası.

emniyet-i mütekabile: Karşılıklı güven.

hürmet-i mütekabile: Karşılıklı hürmet etme.

hemşîre: Kız kardeş.

misillü: Gibi, benzeri.

mahrem: Nikâh düşmeyen; evlenilmesi haram olan yakın akraba.

karâbet: Yakınlık.

muhabbet-i meşrûa: Dîne uygun sevgi.

ihsas: Hissettirme.

temâyülât: Meyiller, yönelmeler, arzular.

süflî: Alçak, âdî.

nâmahrem: Nikâh düşen; dinen evlenmeye mani bulunmayan erkek veya kadın.

gayr: Başka, diğer.

müsâvî: Birbirine denk olan; eşit olan.

alâmet-i fârika: Bir şeyi diğerlerinden farklı kılan özellik.

nazar-ı heves: His ve hevesle bakmak.

sukut-u insaniyet: İnsaniyetin alçalması.

03.09.2007


ESMA-İ HÜSNA

Mükevvir

Allah (c.c.), Mükevvir’dir. Yani açıp yarattıklarını sarıp, toplar ve ortadan kaldırır. Gündüzü geceye dolar, geceyi gündüze sarar. Gece ile gündüze son verir; gündüz ile geceye son verir. Her şeyi evirir, çevirir; halden hale uğratır; yapar, bozar, yeni şekil ve hal verir. Güneşi yeryüzüne bir lamba yapan Cenâb-ı Hak, güneşi toplamaya ve defterini dürüp kaldırmaya, yani tekvîr etmeye kadirdir.

Tekvîr sıfatı Kur’ân’da bir sûreye ad olmuş; Peygamber Efendimizin (a.s.m.) bildirdiği1 Mükevvir ismi de Kur’ân’da fiil biçimiyle gelmiştir.

Cenâb-ı Mükevvir-i Kadîr şöyle buyurmaktadır: “Gökleri ve yeri hak ile yaratan Odur. Geceyi gündüze tekvîr eder (dolar, örter, sarar), gündüzü geceye tekvîr eder. Güneş ve ayı emri altında tutar. Her biri belirli bir süreye kadar yörüngelerinde akıp gider. Dikkat edin! O Azîz ve Ğaffâr’dır.”2

Kâinatın, sabit ve dâim olan Levh-i Mahfûz-u Azamın ölüm ve hayata, varlık ve yokluğa dâimâ mazhar değişken bir defteri ve yazar bozar bir tahtası hükmünde olduğunu beyan eden Saîd Nursî, zaman hakîkatinin de, kâinatta cereyân eden büyük bir nehir gibi Levh-i Mahv ve İsbattaki kudret yazılımının sahîfesi ve mürekkebi hükmünde bulunduğunu kaydeder.3

Tekvîr Sûresinde geçen, “Güneş dürülüp ışığı kaldırıldığı zaman”4 âyetinin tefsîrinde Bedîüzzaman, Cenâb-ı Hakkın hiçlik, esir ve semâ perdelerini açıp, güneş gibi dünyayı ışıklandıran pırlantamisâl bir lambâyı rahmet hazinesinden çıkararak dünyaya gösterdiğine, dünya kapandıktan sonra da o pırlantayı perdelerine sarıp kaldıracağına, bu âyetle işâret ettiğini beyan eder.5

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre güneş, aydınlığı neşretmek ve yeryüzünün kafasına aydınlığı karanlıkla dönüşümlü olarak sarmakla vazifeli bir memurdur. Her akşam, o memur en kıymetli malı olan ışığını toplayıp gizlenmektedir. Gündüzleri de bazen bir bulut perdesiyle ışığını az göndermekte, bazen ay tarafından yüzüne perde çekilmekte ve bizimle muâmelesini bir derece kesmektedir. Elbette o memur, bir gün gelecek o memuriyetten tamamen ayrılacaktır. Şimdilik gözlerden kaçmayan yüzündeki lekeler de, esâsen bunu ihtâr etmektedirler. Bir gün bu âyetin güneşe, “Haydi, yerde işin kalmadı! Cehenneme git, sana ibâdet edip senin gibi bir itaatkâr memuru sadâkatsizlikle tahkir edenleri yak” diyeceği, güneşin lekeli siyah yüzünden anlaşılmaktadır.6

(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)

Dipnotlar:

1- Mecmuatü’l-Ahzab, s. 257

2- Sözler, s. 391

3- Mektubat, s. 41

4- Tekvir Sûresi: 1

5- Sözler, s. 109

6- A.g.e., s. 391

03.09.2007


Allah, ana babanın duâsını kabul eder

“Peder ve validenin duâlarını almak ve kalblerini hoşnut etmek ve vefâkârâne hizmet etmek, hem bu dünyadaki saadete, hem âhiretin saadetine medar olduğu, rivâyât-ı sahiha ile ve

çok vukuat-ı tarihiye ile sabittir.”

(Bediüzzaman, Lem’alar, s. 220)

1970’li yıllarda Safranbolu’da görevli olduğum sırada mübarek ehl-i takvâ bir zat ile tanışmak şerefine mazhar olmuştum. O, Bediüzzaman’ın has talebelerinden, ilklerinden ve onunla birlikte Medrese-i Yusufiye’de çile çekenlerden merhum Mustafa Osman Efendidir. Kendisinden bizzat dinlediğim yaşanmış gerçek ve ibretli bir hayat hikâyesini arz edeceğim.

Merhum, iş yerine gelen Oflu bir zâta sorar.

Böylesine bereketli hizmetin sahibi Oflu Salih Efendidir. Bu zat vaktiyle gençliğinde haylaz, sorumsuz arkadaşlarının etkisinde kalıp nefsinin peşinde koşup anne ve babasını pek üzmüş. Onlar oğullarının artık çizgiden çıktığını, hiç ıslâh olamayacağını zannederek bedduâ etmeye birlikte karar vermişler. Baba, Of’un merkez camiine gitmiş. Bir hoca efendi kürsüde vaaz ediyormuş. Baba, camiye girer girmez vaazın konusunu değiştirip evlâdın ıslâh yollarını anlatmaya başlamış: “Bazı anne ve babalar yaramaz çocukları için bedduâ etmeye kalkarlar. Bu yanlış bir yoldur. Zira Hz. Peygamber (asm) ‘Babanın duâsı, Peygamberin ümmetine duâsı gibidir, makbuldür, reddedilmez’ buyurur. Bu itibarla evlâdından şikâyetçi olan anne ve baba, duâ kapılarının açık olduğu, İlâhî rahmet ve mağfiret deryalarını taşıyan kutlu seher vakitlerinde iki rek’ât Hacet namazı kılmalı, evlatların lütf-u kerem ile hayırla ıslâhları için yalvarıp yakarmalı ve bu namaza 40 gün devam etmeli.”

Ayrıca farzın akabinde “Salâten Tüncînâ” duâsını okurken “Ve takdîlenâ min cemîel-hâcât” derken, evlâdının İlâhî rahmet, lütuf ve kerem ile ıslâhını kalben niyet etmelidir” diye tavsiye eder.

Bu tesirli, kerâmetli vaazdaki tavsiyeleri ihlâsla aynen uygulayan anne ve baba harika bir olayla karşılaşır. Duâya başladıkları günden itibaren beşinci gün, o ele avuca sığmayan oğulları mahcup, mahzun bir halde yanlarına gelir:

“Biliyorum ki sizi bugüne kadar çok üzdüm, eziyet ettim. Yaptıklarıma pişmanım. Bu hatalarımı, yanlışlarımı telâfi etmek istiyorum. Beni bu kötü yollara sürükleyen çevreden, nefsânî arkadaşlardan uzaklaşmak istiyorum. İçime bir ilim aşkı düştü. Filanca ilçedeki yaylada medrese varmış. Oraya gideceğim, yol parasını verin. İlim irfan öğrenip hakkınızı helâl ettireyim” der. Annesi, oğulları Salih’in eski halini bildiği için “Bizden yine para koparmak için bunu mu bahane ediyorsun?” der ve teklifini reddetmek ister. Babası, hoca efendinin etkisiyle hanımını ikna eder. Annesi, teçhiz ve tekfin parası olarak vefatında harcanmak üzere sakladığı son tasarruflarını sandıktan çıkarıp Salih’e teslim eder.

Salih Efendi, bahsettiği medresede eğitim öğretime başlar.

Fıtraten mevcut keskin zekâsıyla kısa zamanda temayüz eder. Gece gündüz çalışır. İlim öğrenmenin o doyumsuz tadı damağında kalır. Çırak iken kalfa, kalfa iken usta olup medrese hocasının takdir ve güvenini kazanır. Gün gelir talebelerine ders vermeye başlar. Hocası yaşlanmıştır. İstirahata çekilmek ister. Salih Efendi gibi çok kabiliyetli, ihlâslı, gayretli birini yerine bırakır, kürsüyü ona emanet eder, medreseden ayrılırken avluda atına biner. Bu sırada hocasına ruh ve canla hizmet eden ve üzengisini minnet ve şükranla öpen Salih Efendi, hocasına “Hocam bizim üzerimizde anamızdan babamızdan çok hakkınız var, her hayırlı ilmi, edebi sizden öğrendik. Münkirdik mü’min olduk, cahildik âlim olduk. Gidip de gelmemek, gelip de dönmemek var. Ayrıldığınız şu anda bize bir nasihat edin de darb-ı mesel gibi dilden dile, gönülden gönüle dolaşsın, bize nur, yolumuza rehber olsun.’’

Hoca efendi atın üzerinde iken irticâlen, medrese avlusunda kendini uğurlayan talebelerine şu tavsiyede bulunur:

“Evlâtlarım! Şu fani, temelsiz, geçici dünyaya sakın aldanıp; işvesine, hilesine, oyunun, eğlencesine kanmayın, kapılmayın. İhtilâmın lezzeti, guslün zahmetine değmediği gibi; şu fani dünyanın zevk-ü sefası da cevr-i cefasına değmez, denk gelmez” der. Gerçeğin ta kendisi olan bu hikmetli söz dilden dile dolaşır.

Salih Efendi o medresede nice gayretli, himmetli hoca efendileri, bin bir müşkülatla feragat ve fedakârlıklarla yetiştirir. O hoca efendiler, hiçbir dinî öğrenim verilmeyen çileli fetret döneminde, yurt genelinde her yere yetişerek kudsî, İlâhî, nebevî sancağı aşkla, şevkle, şerefle taşırlar. Kur’ân-ı Kerîm’in nuru ile cihanı nurlandırırlar. Allah cümlesine rahmet, kalanlara sıhhat ve âfiyet ihsan buyursun. (Âmin)

Abdullah BATTAL

03.09.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri