Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 13 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Kemalizm diğer ideolojilerle eşit yarışmalı

Hürriyet gazetesinde 11 Eylül Salı günü, Sayın Özdemir İnce’nin yazısında kasten mi yoksa sıradan düşünce sistematiği eksikliğinden mi kaynaklandığını kestiremediğim bir ifade yer alıyor.

Amacım kesinlikle Sayın Özdemir İnce’nin yazdıkları konusunda bir yorum yapmak değil; ancak, Sayın İnce’nin yorumu ülkemizde çok sık ve yoğun yapılan bir hatanın tezahürü olduğu ve Sayın Özdemir İnce’nin yazdığı değil ama bu hata konusu çok önemli olduğu için bu konuya bir kez daha girmek istiyorum.

‘Yeni Anayasa’nın ilginç taşeronları’ başlıklı yazıda (Özdemir İnce), Prof. Levent Köker’in ‘kemalizmin artık aşılması gereken bir fikirler bütünü olduğunu , kemalizm kaldığı sürece Avrupa entegrasyonunun imkansız olduğunu’ vurguladığı yazısına Sayın İnce bir yorum yapıyor ve kemalizmi (eğer varsa) Anayasa’dan , yasalardan kesip atsak dahi siyasal ve gündelik kültürden, bireylerin zihninden kesip atmanın mümkün olamayacağını ve böylece de ciddi bir toplumsal çatışmanın da göze alındığını ifade ediyor.

***

Kasten mi, yoksa sistematik düşünce eksikliğinden mi kaynaklandığını gerçekten anlayamadığım bu yorum hatası anlaşılan yeni anayasa hazırlıkları döneminde de çok sık tekrarlanacak.

İlk vurgulamak istediğim mesele kemalizm ya da atatürkçülüğün bir ideloji olduğu konusu; ideoloji sistematize edilmiş fikirler bütünü demekse atatürkçülük ya da kemalizmin bir ideoloji olmadığını söylemek her şeyden önce atatürkçülüğe ya da kemalizme ciddi bir saldırı ya da aşağılama yani bu görüşler kümesinin yeterince sistematik olmadığını iddia etmek anlamına gelir diye düşünüyorum.

Atatürkçülük ya da kemalizm bal gibi bir ideoloji ve kanımca da ciddi bir ideoloji ve demokratik bir hukuk devletinde bir ideolojiyi siyasal ve gündelik kültürden kesip atmak hem mümkün değil hem de böyle bir şeyi arzulayan kimseyi de ben şimdiye kadar pek tanımadım.

Bu anlamda zaten yine kemalizmi aşılması gereken bir fikir olarak görmek de çok saçma; Türkiye gibi bir ülkede daha çok uzun süre atatürkçüler, atatürkçülük, atatürkçü partiler olacaktır ve olması da gerekir.

Olmaması gereken şey ise bir ideolojinin, mesela kemalizm ya da atatürkçülüğün, başka ideolojilerle demokratik bir siyasal sistem içinde yarış etmek yerine, anayasal metinlerde diğer ideolojilerin üzerine çıkması ve hukuk tekniği açısından da başka ideolojileri dışlaması.

Anayasanın dibacesinde hiçbir faaliyetin (çok yakın tarihe kadar düşünce ve mülahazanın) Atatürk ilke ve inkılapları (atatürkçülük ya da kemalizm) karşısında korunma göremeyeceğini yazmanın, milletvekilleri ve Cumhurbaşkanı’nı Atatürk ilke ve inkılaplarından ayrılmayacakları üzerine yemin ettirmenin, tüm siyasi partileri Atatürk ilke ve inkılapları çerçevesinde faaliyete mecbur etmenin, Yükseköğretim Kanunu’nun dördüncü maddesinde yükseköğretim gibi tanım ve etimolojik olarak evrensel bir konunun atatürkçülük doğrultusunda yapılacağını yazmanın demokratik değerler ve çağdaş hukuk devleti anlayışı açısından kabul edilebilr bir konu olup olmadığını herkesin takdirine bırakmak gerekiyor.

Prof. Levent Köker’in de aşılması gerektiğini ifade ettiği konu kemalizmin bir anayasal ideoloji olması konusudur; doğrudur, Prof. Köker’e katılmamak mümkün değildir, kemalizm ya da başka bir ideoloji bir anayasa ideolojisi olarak kaldığı sürece Türkiye’nin demokratik bir hukuk devleti olarak tanımlanması zordur ve bu çerçevede de Avrupa entegrasyonu çok sorunludur.

Çağdaş ya da isterseniz muasır medeniyet seviyesine ulaşmış ülkelerin anayasalarında insan hakları gibi tersi meşru olarak kabul edilemeyecek bir ideolojiden başka bir ideolojiye yer yoktur ve olmamalıdır; temel insan hak ve özgürlüklerine aykırı olmayan diğer tüm ideolojiler ise, mesela kemalizm, yarışmacı siyasal sistem içinde yer alırlar ve toplumdan sökülüp atılmaları söz konusu değildir.

Bu kadar basit bir şeyi nasıl anlatamıyoruz, bunu da ben anlamıyorum.

Star, 12.9.2007

Eser KARAKAŞ

13.09.2007


 

Yeni dönemde üç önemli mesele...

Sorular şunlar: Türkiye yakaladığı siyasal ivmeyi heba etmeden kullanabilecek imkânlara sahip mi? Türkiye’nin kırılgan ve krize açık siyasi yapısını pekiştirmesi mümkün mü?

22 Temmuz seçimlerinde ortaya çıkan, siyasi yapıya yönelik en önemli kuvvetlendirici unsur olan “demokrat ittifak” devam edecek mi? Bu ittifakın sürmesine zemin hazırlayacak bir yol haritası bulunabilecek mi?

Bu soruları birer “kaygı” olarak da ele alabilirsiniz…

Toplumsal güç ve iradeyi ifade eden “toplumsal ittifaklar” kolay oluşmaz kolay dağılır…

Ve bugün bu ülkede toplumsal güç ve irade devrede olmadan siyasi alanın özerkliği ve meşruiyeti kırılgan olmaya mâhkumdur…

Yakın örnek ortada:

2002-2005 yılları arasında AB uyum politikaları, demokratikleşme, popülist olmayan ekonomik büyüme hamlesi birer yol haritası oluşturmuş, siyasi iktidar ve onun üzerinden Türkiye, geniş ve yaygın bir toplumsal destekle yol almıştı.

2005-2007 yılları, yani AK Parti’nin özellikle demokratikleşme ve AB konusunda tereddütte kaldığı dönem onu hızla yalnızlaştırmıştı.

2007 sonrası ise gerek askeri muhtıra, gerek cumhurbaşkanlığı konusunda atılan sivil adımlar, siyasi iktidarı yeniden demokratik direnç ve talebin taşıyıcılarından birisi haline getirdi. Yüzde 47 gibi Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarını bile şaşırtan bir oy oranı böyle ortaya çıktı.

Ama yeni dönemi nasıl yaşayacağız?

Evet, “yeni ama bir o kadar kritik” bir dönemdeyiz…

Bir önceki evrede demokratikleşme adımlarını atarken, sorunlarımızı tanımladık, onlarla yüzleştik. Devlet iktidarı ve siyasi iktidar arasındaki mesafeyi kapatacak adımlar attık.

Şimdi, bu mesafeyi iyice daha da azaltmanın, sorunların üzerine gitmenin zamanı geldi.

Daha doğrusu, bu artık, kaçınılmaz bir durum haline geldi…

Zira Türkiye sorunlarını yönetmekle, sorunlar tarafından yönetilmek arasında ara noktadadır…

Kürt meselesi, üniversitelerdeki tesettür yasağı, askeri vesayet sistemin kalan ayakları, kararlı ve etkili bir AB politikası, Kıbrıs sorunu, 301. madde, öte yandan genel sağlık sigortasından işsizlik sigortasına kadar topluma hamle yaptıracak sosyal politikalar…

Sorunlar ana başlıklarıyla bunlar…

Açıktır ki, bunların birçoğu, özellikle siyasal nitelikli olanları, “derin çatışmaları ve keskin değişim virajları”nı simgeler.

Ve çözümler, tek başına siyasi iktidarları aşar. Toplumun desteğini, seferberliğini gerektirir…

Böyle olunca, “sorunları hangi istikamette çözeceğiniz kadar, nasıl, hangi araçlarla ve kimlere çözeceğiniz hayati bir önem kazanır”…

O zaman da yol alabilmek için kimi ön koşullar ortaya çıkar…

Kanımız o dur ki, Türkiye için yeni dönemde “demokratik sularda hız yapabilmesinin üç koşulu” vardır:

1. Demokratik bir ittifakın, toplumsal meşruiyetin kaçınılmazlığını gözardı etmemek, merkez almak…

2. Bunu sağlayabilmek için, hemen her konuda sivil toplum kurumları başta olmak üzere geniş katılıma kapı açmak…

3. Demokratik çerçeveyi ve ittifakı merkez alıp, mümkün kılacak bir yol haritası bulmak…

Aslında üçüncü ön koşul yerine gelmiş gibidir, zira yol haritası bellidir:

Sivil, demokratik, çağın ve toplumun taleplerini kuşatacak bir anayasa…

Bu açıdan daha şimdiden yol alınmaya başlanmıştır.

Prof. Özbudun başkanlığında hazırlanan, yakında tartışmaya açılacak ilk metin tesettür sorunundan askeri vesayet meselesine, laikliğin pekiştirilerek demokratikleştirilmesinden daha kucaklayıcı bir vatandaşlık anlayışına kadar kimi sorunların doğal çözümünü içeren özellikler taşımaktadır.

Ancak ilk iki ön koşul hâlâ ortadadır:

Anayasa metninin oluşumunda siyasi iktidar katılım kapılarını açık tutacak mıdır? Dahası meşruiyet ihtiyacının ne denli farkındadır?

Siyasi iktidar bu sorulara dikkat kesilmelidir…

Yeni Şafak, 12.9.2007

Ali BAYRAMOĞLU

13.09.2007


 

12 Eylül’le hesaplaşmak...

Tam 27 yıl olmuş. Artık bir tarih 12 Eylül 1980 darbesi. Bir yönüyle tarih ama bir başka açıdan baktığımızda ise 12 Eylül “yaşıyor ve savaşıyor” . Çünkü 12 Eylül bütün kurumlarıyla ayakta. 12 Eylül darbecileri hâlâ itibarlı insanlar olarak aramızda dolaşıyor, saygı görüyorlar...

12 Eylül Anayasası’nın değiştirilmesi de bugüne kadar mümkün olmadı. O da bütün haşmetiyle üzerimizdeki egemenliğini sürdürüyor.

***

12 Eylül’le hesaplaşmalıyız. Bu hesaplaşmanın değişik boyutları ve değişik tarafları bulunuyor. Önce kişisel olarak hesaplaşmalıyız. Siyasi olarak hesaplaşmalıyız. En önemlisi de Avrupa Birliği’ne yönelmiş Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hesaplaşması.

Kişisel hesaplaşma şöyle ifade edilebilir: 12 Eylül birçok insanımızın hayatında derin yaralar açtı, derin acılar bıraktı. Meclis’i kapatan, siyasi partileri kapatan, yürürlükteki anayasayı ortadan kaldıran bu askeri darbeyle gerçek bir kişisel hesaplaşma, yürürlükteki anayasada “Darbeciler yargılanamaz” hükmünün ortadan kaldırılması mücadelesini sonuca ulaştırmaktır.

Bundan sonra darbe mağdurlarının darbecilerden kanun önünde hesap sormalarının yolunun açılmasıdır. Kişisel hesaplaşmanın ikinci boyutu ise askeri darbeyle kökten bütün bağların koparılmasıdır. 12 Eylül döneminde öğrendik ki, en kötü demokratik rejim, en iyi askeri darbeden daha kabul edilebilir bir rejimdir.

Ben bu konuda askeri darbe mağdurlarının en azından bir kesiminin köklü bir hesaplaşma yaptığından emin değilim. Demokratik rejim konusunda yaşanan tereddütler, topluma inançsızlık, bazı insanlarda “darbenin iyisi de olabilir” şeklinde bir sakat anlayışın gizliden gizliye varlığını sürdürmesine neden oluyor.

Böyle bir yaklaşımla 12 Eylül’le yapıldığı sanılan hesaplaşma gerçekçi bir temele oturamaz. Türkiye askeri darbelerden çok zarar gördü. Bu konuda tereddütsüz bir tutum almadan 12 Eylül’le hesaplaşılma düşüncesi pek inandırıcı kabul edilemez.

***

Tabii asıl hesaplaşmayı devletin yapması gerekiyor. Bunun ilk şartı darbecilerin yargılanmasının önündeki engellerin kaldırılması. İkinci önemli adım ise askeri darbe mağdurlarından, haksız yere idam edilen, cezaevlerinde, işkence merkezlerinde öldürülen, sakat kalan, acı çeken insanların ailelerinden özür dilenmesidir.

Bunun da ötesinde; bir daha askeri darbe yapılamayacağını sağlayacak demokratik reformlara hız verilmesidir. Örneğin askerlerin iç hizmet talimatnamesinden darbe yapmayı meşru kılacak hükümlerin temizlenmesidir.

Türkiye’nin 12 Eylül’le hesaplaşması, Türkiye’nin gerçek demokratik bir ülke haline gelmesi mücadelesinin, çabasının en önemli itici unsurudur. 12 Eylül yalnızca anayasayla sınırlı bir kurumlaşma yaratmadı, aynı zamanda üniversitenin, medya dünyasının otoriter baskıcı bir anlayışla yönetilmesinin de kapısını açtı. Siyasi Partiler Kanunu, Seçim Kanunu gibi kanunlarla da siyasi hayatın demokratikleşmesinin önüne engeller çıkardı.

“12 Eylül’de bize, şunları şunları yapmışlardı. Bu rejim felaket bir rejimdi” demek haklıdır. 12 Eylülcülerden hesap sorulması isteği yerinde ve meşru bir istektir. Bundan da önemlisi; askeri darbelerle kökten bir ideolojik ve siyasi hesaplaşma içine girmektir.

“Benim darbem iyidir, seninkisi kötüdür” dedikçe gerçek bir darbe hesaplaşması yaşanamaz.

Çok anlattığım bir örneği burada bir kez daha tekrar etmek istiyorum. Bir Atina gezisi sırasında büyükelçiliğimizin onur masasında Kenan Evren ‘in imzalı fotoğrafını görmüştüm. Bu büyükelçi daha sonra Dışişleri Müsteşarlığı da yaptı. Biz Atina’yı ziyaret ettiğimizde Yunan cuntacılarının iki liderinden birisi hapishanede ölmüştü. Diğeri ise 27 senedir tek kişilik bir hücrede hapiste yatıyordu. Yunanistan’la aramızdaki fark buydu. Artık Yunanistan’da askeri darbe, düşünülmeyen bir kötülük olarak görülüyordu. Bizde ise darbeciler hâlâ el üstünde tutuluyordu ve askeri darbe ihtimali, bir ihtimal olarak konuşulabiliyordu.

***

12 Eylül’le hesaplaşmak darbecilikle ve darbelerle de bir hesaplaşma haline dönüştürülmedikçe gerçek içeriğine kavuşamaz.

Gelin 12 Eylül’le derinlemesine hesaplaşalım...

Cumhuriyet, 12.9.2007

Oral ÇALIŞLAR

13.09.2007


 

Tarikat dedikse

Dün bu köşede Kemal Baytaş’ın soyadından esinlenen “BAYTAŞİ” tarikatını yazmıştım.

“Ben de müridiyim” sözcükleriyle noktalamıştım.

“Tarikat” dedikse, aramızda mizahı olan bir söylem bu.

Ankara’nın duayen bürokratı Kemal Baytaş’ın etrafında oluşmuş bir geniş dost çemberi için kullanırız.

Baytaş’a da “şeyhimiz” diye takılırız.

Hepimiz Atatürk ilkelerine yürekten bağlıyız.

Öyle, inanç anlamında tarikatlarla, zaviyelerle, cemaatlerle hiçbir ilgimiz yoktur.

Birlikte yer içeriz, siyaset, sanat, tarih ne varsa konuşuruz.

Ama...

Birkaç okuyucu bütün bunları yazdığım halde “tarikat” ve “Şeyh Baytaşi” gibi sözcükleri gene de gerçek gibi algılamış.

“Milliyet’te olacak şey mi?” diye mesaj çekenler oldu.

Bilmem bu kez anlatabildim mi?

***

RAKICI AMİRAL DE Mİ?

Yer; Londra Büyükelçiliği...

Erbakan’ın Başbakanlıktan indirilişine uzanan 28 Şubat sürecinin en gerilimli günleri...

Başbakanlık Köşkü’nde Erbakan’ın verdiği yemekte rakı istediği için o camiada adı “Rakıcı Amiral”e çıkmış olan, dönemin Den. Kuv. Kom. Oramiral merhum Güven Erkaya onuruna, büyükelçi bir akşam yemeği düzenlemiştir.

Büyükelçi İnal Batu da Ankara’dan henüz gelmiştir ve o da davetlidir.

Erkaya, masanın öte ucundaki Batu’ya “Nasıl, şeyhimiz sıhhatteler mi?” diye sorar.

Batu da “Sağlığı iyidir. Size en iyi dileklerini iletmekle görevlendirdiler” cevabını verir.

Masada bir sessizlik olur.

“Başbakanlık Konutu’nda tarikatçılara, sarıklılara yemek verdi” diye Erbakan için fırtınalar koparken, nasıl olur da 28 Şubat’ın en gözü kara komutanı Erkaya’nın bir şeyhi, bir tarikatı olabilir?

Erkaya ve Batu durumu fark ederler, bir kahkaha patlatırlar. Durumu anlatırlar.

Milliyet, 12.9.2007

Güneri CIVAOĞLU

13.09.2007


 

Kehanet!!!

Tamam... Tarhan Erdem, kamuoyu araştırmasında başarılı oldu ama, bu durum, her konuda keramet sahibi olacağını göstermez, öyle değil mi?

Radikal’de Neşe Düzel’e verdiği mülâkatta, “Serbest bırakılırsa, iki yıl içinde üniversitede başı açık kız göremezsiniz “ diyor. İyi ki Şerif Mardin, şu “ mahalle baskısından “ söz etti. Herkes bu tespitin arkasına sığınıyor. Sanki “laik mahalle“ sâkinlerinin hiç mi baskısı yok? Hem de ne biçim... Ama bunu, ancak, benim gibi “kendi sınıfına ihanet ettiği (!)“ suçlamasıyla karşı karşıya kalanlar anlayabilir. Neden bazılarımız toplumsal baskının tek yönlü olduğunu sanıyor. Siyasi bağnazlık da, aynı dinî taassup gibi, özgürlüklere geçit vermez.

Sabah, 12.9.2007

Nazlı ILICAK

13.09.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri