Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 28 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Üniversite bu kafaya kaldıysa yandık

Bienal’in bir fonksiyonu bize tahmin etmediğimiz sanat formlarında işler sunup beğenimizi sınamaksa, bir diğer misyonu da mesajıyla toplumda bir tartışma yaratması. Bu bakımdan 10. İstanbul Bienali’nin de ciddiyetle incelenmesi gerekiyor. 4 Kasım’a kadar süren Bienal’in en azından entelektüel dünyamızda yepyeni tartışmaları açması gerekiyor.

(...)

Peki ya üniversiteler? Özgür düşüncenin kalesi olması gereken, Bienal’i en çok sahiplenmesini beklediğimiz kurumların sanatla ilişkisinin kopukluğu ürkütücü.

Dünkü Miliyet’te Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Nazan Erkmen’in Bienal’e tepki göstediğine ilişkin bir haber vardı. Pek çok yorum yapabilirsiniz üzerine, ama ben Erkmen’in açıklamalarını üniversitenin iflası olarak yorumladım. Maalesef, akademik kimliğine yakışmayacak bir bağnazlığa teslim olmuş.

Türkiye’yi belki de en iyi anlayan küratör Hou Hanru’nun Bienal kataloğundaki yazısını da beynindeki resmi ideoloji tortusunun etkisinde okumuş. Nazan Erkmen ve onunla birlikte Hanru’ya karşı bildiriye imza veren diğer üniversite görevlileri statükocu, tartışmaya kapalı ve düşünmekten korkan akademisyenlermiş meğerse. Kemalizm onların gözlerini kapamış, vizyonlarını köreltmiş ve hayata tek yönlü bakmalarını sağlamış. Türkiye’nin geleceği için bu hocalara mı güveneceğiz? Onlardan mı özgür ve demokratik gençler yetiştirmesini bekleyeceğiz... At gözlüklerini çıkarmama ısrarlarından ürperdim.

Hanru, içinde Çağlar Keyder, Sibel Bozdoğan ve Reşat Kasaba gibi önemli bilimadamlarının yazılarından alıntılara yer verdiği makalesinde Kemalist devrime değinmiş ve Türkiye’de bizzat Türk aydınları tarafından defalarca tartışılan bir konuyu gündeme taşımış: Bu devrimin tepeden inme olduğunu bahsetmiş ve 80 yıllık ‘tecrübe’nin sonucunda Türkiye’deki kimi çelişkilere işaret etmiş. Konuyu da günümüz siyasi iklimine, İslam’ın yükselmesine, AKP’ye bağlamış. Mükemmel bir makale Hanru’nunki; resmi tarihi kabul etmeyen istemeyenlerin, Türkiye’nin gerçek demokratlarının yıllardır tartıştığını bienale iliştirmiş...

Erkmen’in ise sadece Kemalizm’in tartışmaya açıldığını görünce laik damarları kabarmış, Honru’ya sırf bu konuyu gündeme taşıdığı için öfkelenmiş. Konuyu da Türkiye’nin hassas dönemde olduğuna getirmiş... Söylediği hiçbir temele dayanmıyor. Sadece “Türkiye hassas, bu konuları tartışmayın” diye totaliter bir tavır sergiliyor. Çünkü tabularla yetişmiş, putperest kültürü benimsemiş ve bu alıştığı sistemin devamı için uğraşıyor. Düşünceden, farklı sözden belli ki ürküyor. Erkmen, akademik kimliğine yakışacak saygıyı gösterip makaleyi anlayarak okusaydı belki de Türkiye’deki hassas dönemde Kemalist devrimin çelişkilerinin etkisini de çözebilirdi. Ama kendisi somut hiçbir şey söylemeyip, statükocu bir tavırla düşünmeyi, konuşmayı engellemeye çalışıyor.

Ne büyük bir ayıp, bir üniversite için ne büyük bir utanç bu dar görüşlülük!

Akşam, 27.9.2007

Oray EĞİN

28.09.2007


 

Sonumuz Myanmar’a benzemesin

Kesinlikle ilerledik. Toplum olarak geliştik. Baksanıza açıktan açığa darbeyi, darbecileri ve darbe şakşakçılarını tartışabiliyoruz. Gerçi darbeden söz etmek onur kırıcı ama özgürce fikir beyan edebilmek güzel.

Dünkü Vatan Gazetesi’nde bir başlık ilgimi çekti. “Ya katliam, ya demokrasi.” Korkmayın henüz bizimle bu başlığın bir ilişkisi yok. Hadise Asya’da bulunan Myanmar adındaki ülkeyle alakalı. Ne yalan söyleyeyim, gazetede okuyuncaya kadar böyle bir ülkenin varlığından bi haberdim. Dünyanın 10. büyük petrol rezervine sahip olması, 50 milyonluk nüfusu bile dikkatimi çekmemiş. Cehalet böyle bir şey! Meğer askeri yönetim 1989’da isim değiştirmiş. Ülkenin eski adı Burma.

Neyse, Myanmar 45 yıldır “cunta yönetimi” tarafından idare ediliyor. Cuntanın 15 yıldır başı General Than Shwe. Ülkenin ahı gitmiş, vahı kalmış. Kişi başına düşen milli gelir 230 dolar. Yaklaşık Türkiye’nin 20’de biri. Halk fakir, halk sıkıntı çekiyor, halk aç, halk yönetimin değişmesini istiyor. Peki, bunlar General Than Shwe’yi etkiliyor mu? Tabii ki hayır!

Bugün halk sokaklara taşmış. Generaller panik olmuş. Milletin ordusu, milletin kendisi ile karşı karşıya geliyor. Demokrasi yürüyüşünün önüne geçmeye çalışıyor. 1988’de buna benzer protestolarda 3 bin kişi öldürülmüş. Milletin ordusu, özgürlük arayan, demokrasi özlemi duyan yüz binlere silah çekmiş, kurşun atmış ve 3 bin kişiyi öldürmüş. On binlercesini de yaralamış. Myanmar’ın diktatörünün yaptıkları bununla da sınırlı değil. 1990 yılında seçim yapılmış. Suu Kyi ülkenin demokrasi sembolü. %60 oyla Meclis’teki sandalyelerin %80’ini kazanmış. Darbecilerin desteklediği parti ise sadece %2 oy alabilmiş. Ancak darbeciler koltuğu bırakmamış. Suu Kyi, son 12 senedir ev hapsinde.

Darbeciler, köle işçi çalıştırıyor, kadınlara tecavüz ediyor ve cinayet işliyor. İşte dostlar adını, sanını bilmediğimiz Myanmar’ın hazin öyküsü böyle. Yöneticiler güçlerini tanktan, tüfekten alınca işin sonu hüsran oluyor.

Yaptıkları hareketleri, attıkları adımları kendi zihinlerinde, dost çevrelerinde haklı gösterebiliyorlar. Tıpkı Hitler’in, Pinochet’nin, Stalin’in geçmişte yapmış oldukları gibi. Tarih onları yargılıyor. İnsanlar onlardan nefret ile bahsediyor. Ama ne çare, kaybolan yıllar geri gelmiyor. O zalim diktatörlerin tek amaçları, kafalarında kurdukları “hayali” yakalamaktı. Bu uğurda milyonlarca masum insanı gözlerini kırpmadan katlettiler. Şimdi biz de mi bu sonu olmayan yola çıkalım, sele kapılalım.

Suni korkular yüzünden anti-demokratik yollara yönelirsek, sonumuzu hiç düşündük mü? Ya Malezya’ya değil de, Myanmar’a benzersek ne olacak? Mahalle baskısından korkarken, ya büsbütün her şeyimizi kaybedersek ne olacak? İşte Myanmar gerçeği. Cunta 45 yıldır yönetimde, gitmiyor. Ne sokaklara dökülen milyonlar, ne seçimler, ne de batı ülkelerinin baskısı bir işe yarıyor. Türkiye de hiç olmazsa demokrasi var. Halkın çoğunluğunun benimsediği iktidar olur, benimsemediği muhalefet.

Demokratik Cumhuriyetimizin değerini bilelim. Sonumuz bir gün kimsenin adını, sanını bilmediği Myanmar’a benzemesin.

Bugün, 27.9.2007

Mehmet Ali ILICAK

28.09.2007


 

Radikal, 27.9.2007

28.09.2007


 

Burma’ya da gidilse ya

Birmanya diye bilinen Burma’da da; Budist rahipler, sarımtırak entarileriyle yalın ayak başı kabak yollara dökülüp, 100 bin kişilik protesto gösterileri yapmışlar.

Kime karşı?

Ceberrut militarist rejime karşı.

* * *

Radikal İslamın, “laiklik”e karşı belalı bir sakınca yarattığını biliyoruz.

Acaba Budizm de çatışıyor mu, burjuvalaşmışlığın yarattığı laik düzen özgürlükleriyle?

Şimdiye dek, bizdeki açık oturumlarda “laiklikle Budizm”in hiç tartışıldığını görmedim.

Malezya’ya nasıl hemen gittiysek, Burma’ya da gidip incelemek gerekir.

Milliyet, 27.9.2007

Çetin ALTAN

28.09.2007


 

İki konuşma ve üniversite

Bir gün önce Hacettepe Üniversitesi Rektörü bir konuşma yaptı. Bu konuşma yeni anayasa tartışmalarına değiniyor, Başbakan ile doğrudan polemiğe giriyordu.

Yeni anayasadan söz ederken üniversitenin, bilimin özgürlüğünün nasıl savunulması gerektiğine ilişkin güçlü sözler söyleneceğini bekleyenler kalakaldı. Çünkü Rektör o konulara değinmedi.

Değinemezdi de. Çünkü tam karşısında üniversite özerkliğinin, bilimsel özgürlüğün yok edilişinin en büyük mimarlarından biri oturuyordu.

***

Dün de İstanbul’da bir özel üniversitenin açılışı vardı. Bahçeşehir Üniversitesi’nin Rektörü Prof. Arıboğan da bir konuşma yaptı. Bu konuşma tümüyle bilimin, bilginin savunulmasına, özerk üniversitenin, özgür bilimin savunulmasına ayrılmıştı.

Prof. Arıboğan tarih boyunca bütün baskıcı rejimlerin nasıl üniversiteye, bilime düşman olduklarını, ama o baskıcı rejimler ve başındakiler nefretle anılırken, baskı yaptıkları, hapse attıkları, öldürdükleri bilim insanlarının adlarının nasıl insanlığın onuru olduğunu anlattı.

Bir küçük bölümü aynen tekrarlıyoruz:

“Üniversiteler, toplumu ve dünyayı ilgilendiren her konuda fikir sahibi olmak ve bunu ifade etmek sorumluluğunu taşırlar... Hiçbirimiz hükümetle, rejimle, siyasi bir partiyle, ideolojiyle ya da dini inançla bağlı olarak fikir üretmek zorunda değiliz. Tek zorunluluğumuz hakikat bildiğimizi ifade etmek ve ifade edenlerin özgürlüklerine sahip çıkmaktır...”

***

Bu iki konuşma arasındaki fark aslında Türkiye’de hâlâ varlığını sürdüren iki zihniyet farkının somut göstergesidir.

Birinci zihniyet, bilimi, bilimin özgürlüğünün ve özgürlükleri temel meselesi olarak almayan bir zihniyettir. Kendisine verdiği ad, İslamcı olabilir, solcu olabilir, ılımlı İslam olabilir, sosyal demokrat olabilir, hatta komünist olabilir, faşist olabilir. Ama kendine ne ad verirse versin o zihniyetin konuşması, kendi varoluşunun, kendi varlığının insanlığın gelişmesine yapması gereken katkının ne olması gerektiği konusunun çok uzağında kalmış bir konuşmadır. Ankara’nın tıkız kulislerinde yaşayan, tıkız siyasi fikirlerin etkisi altında bulunan ve gerçek özgürlük mücadelesinin ne olduğunun farkında olmayan bir zihniyetin konuşmasıdır.

İstanbul’daki konuşma ise insanı savunan, insanın en yüce değerlerini savunan ve bu savunmada üniversitenin, ama özgür üniversitenin gerçek bir kale olduğunu anlatan bir konuşmadır.

***

Zihniyetler arasındaki farkı bugünkü anayasa tartışmalarına taşırsak; türbanla ilgili (bizim de katıldığımız) haklı kuşkularda tıkanıp kalmış bir üniversite, görevinin bilincinde olmayan bir “yüksek okul”dan ibaret kalacaktır.

Bugün, üniversitelerin, bütün rektörlerin, bütün bilim insanlarının hükümetin karşısına dikilip yeni anayasada bilimsel özgürlüklerin tam olarak güvence altına alınmasını istemeleri günüdür. Askeri yönetimin başlarına musallat ettiği sıkıyönetim kurumu olan YÖK’ten kurtulmak için bütün ağırlıklarını koymaları günüdür.

Ankara’daki ve İstanbul’daki konuşmalar arasındaki büyük farkı anladığımız zaman, üniversitenin nasıl bir yer olması gerektiğini de daha iyi anlayabiliriz.

Vatan, 27.9.2007

Okay GÖNENSİN

28.09.2007


 

“Ilımlı İslâm”a dolar desteği

Pazartesi bu köşede Amerikan dış politikasına yön veren etkili düşünce kuruluşu Rand Coorporation’ın eski raporlarına yer verdim. Orada da görüldüğü gibi Rand, 1990’ların başından beri Washington’a, köktendincilere karşı, “anti-Amerikan” çizgideki laikler yerine ılımlı İslami örgütlenmeleri desteklemesini tavsiye ediyor.

Onların görüşlerini yayabilmeleri için okullar, enstitüler, web siteleri açmalarına maddi destek sağlanmasını istiyor.

Aynı kuruluş bu yıl da bir rapor yayımladı ve bu konuda yapılacakları somutlaştıran bir yol haritası çizdi.

26 Mart 2007 tarihli, 217 sayfalık bu son rapor “Ilımlı İslami Müslüman Ağı Oluşturmak” başlığını taşıyor.

Okuyunca insan Malezya tartışmasının nereden çıktığını daha iyi anlıyor.

* * *

Angel Rabasa, Cheryl Benard, Lowell H. Schwartz, Peter Sickle’ın imzalarını taşıyan rapor, önce Soğuk Savaş dönemini anımsatıyor.

O dönemki tehlike, nükleer silaha sahip Sovyetler Birliği’nin liderliğindeki komünizmdi.

Amerika, komünizmle mücadele için anti-komünist sendikalara, öğrenci derneklerine, yayın organlarına, siyasi partilere maddi destek yağdırdı. 1950’li ve 60’lı yıllarda ABD’nin parasal ve ideolojik desteğiyle palazlanan bu örgütler, sosyalizmin altını oymakta başarılı oldu.

Rand’a göre bugünkü tehdit “terörist eylemlerle Batı’ya saldıran Cihat hareketi...”

Rapor burada İslam ile Batı arasında bir “medeniyetler çatışması” değil, “geleneksel Vahabi İslamcılar”la “ılımlı Müslümanlar” arasında bir iç çatışma yaşandığı teşhisini yapıyor. Batı’nın bu çatışmada “yabancı taraf” olarak müdahalesinin sonuç vermeyeceğini, ama ılımlı Müslümanlara destek olabileceğini belirtiyor.

Soğuk Savaş’ta Sovyet yayılmacılığına karşı yapıldığı gibi, ılımlı Müslüman ağının genişlemesi için Amerika’nın “Marshall yardımı” türü bir destek programını yürürlüğe koymasını öneriyor.

* * *

Raporda Sufilerle ortaklık ihtimalinden söz edilirken Türkiye ile Malezya’nın adı birlikte zikrediliyor.

Peki kimler desteklenmeli?

İşte Rand’ın listesi:

1) Liberal ve laik Müslüman bilim adamları ve aydınları,

2) Genç ılımlı Müslüman akademisyenler,

3) Toplumsal önderler,

4) Kadın hareketi öncüleri,

5) Ilımlı gazeteciler ve yazarlar.

Bu faaliyetlerin İslam ülkelerinde değil, Batı’daki Müslümanlar arasında başlatılması, oradan diğer ülkelere yayılması tavsiye ediliyor.

(...)

70’lerde kimlerin maaşını ruble ya da dolarla aldığı merak edilirdi. Günümüzde insan en çok Amerika’nın “ılımlı İslam Müslüman ağı” oluşturmak için maddi olarak desteklediği aydınları, akademisyenleri, toplumsal önderleri, gazeteci ve yazarları merak ediyor.

Milliyet, 27.9.2007

Can DÜNDAR

28.09.2007


 

Ketenpere

Bizi takım takım ayırır, “bitişik düzen” yürütürlerdi... Her numarayı bilirdik, en dışta bulunan çocuk nasıl en büyük adımı atacak da en içerideki çocuk yerinde sayacak, böylece sıra “bir kapı gibi” dönecek, falan. Piyade talimatnamesine uygun.

Lakin yıl 1958, sınıf da ilkokul bir! Acemi er eğitim alayı değil, alt tarafı “beden dersi”.

Bacak kadar çocuğa spor ayağından askerlik yaptırıyorlardı. Bursa Işıklar Lisesi değil, Galatasaray Lisesi.

Hepimiz de yavrukurttuk, “figlio della lupa”, Mussolini döneminin faşist çocuklar örgütü... Yavrukurt olmak zorunlu değildi ama olmamak fevkalade ayıptı, sıkıysa çocuğunu yazdırma!... (Mahalle baskısı mı demiştiniz?)

Mussolini çocuklara tahta tüfek de verirdi, bizim tüfeğimiz yoktu ama tozluklarımız, düdüğümüz ve çakımız vardı. Düdükle arkadaşlarımızı saldırıya kaldıracak, çakıyla da iç ve dış düşmanlarımızı deşecektik.

Sonra, büyüyünce, Hitler Almanyası ve Stalin Rusyası’nın spor gösterilerine de katıldık.

İç ve dış düşmanlarımıza karşı bilumum milli bayramlarda gösteri yapardık, 23 Nisan, 19 Mayıs, 29 Ekim...

6 Ekim’de yapmazdık.

Şimdi 6 Ekim’de de yaptırıyorlarmış... Pazar günü Vatan Caddesi’nde provası da var, gene trafiğin içine (...).

6 Ekim, İstanbul’un düşman işgalinden kurtuluşunun yıldönümüdür. Hemen her kasabanın var da, bizim niçin olmasın?

Fakat bizde “mahalli kıyafetlerini giymiş kızlar” falan yoktur. “Temsili milis kuvvetleri” de yoktur. Hiçkimseye, Yunan askeri, Ermeni çetecisi falan gibi İngiliz askeri, Fransız askeri oynatılmaz. Hiçbir çocuk, saçları “patla” ağartılıp General Harrington kılığına sokulmaz. Türk bayrağına bürünmüş kızları direğe zincirleyip fırsattan istifade orasını burasını da mıncıklamıyoruz.

Köylü olmadığımız için değil, İstanbul’da çarpışma olmadığı için. Tarabya’ya rakı içmeye giden Yüzbaşı Bennett’in Maslak yolunda vurulmasını, ya da katil Hrisantos’un hamamda sabun köpükleri içinde kurşunlanmasını saymazsanız eğer...

Bize İstanbul’un 1918-1923 dönemi hakkında hiçbir şey öğretilmedi, sonradan, kendimiz araştırdık.

Öğretilmediği için de, 1920 yılında General Wrangel ordusunun bozulmasından sonra Kırım’dan kaçan Beyaz Ruslar’a “bizim” kucak açtığımızı falan sandık ve kendimizi pek misafirperver saydık.

Fakat bir “husus” çok tuhafımıza giderdi...

İzmir’e 9 Eylül 1922 günü girmiştik, denize dökülen Yunan ordusu da beş gün sonra, 14 Eylül 1922 günü uzaktan kumandayla yangın çıkarmıştı ya... Arkadan Mudanya mütarekesi falan...

İstanbul’a da 6 Ekim 1922 günü, “akabinde” girdiğimizi sanırdık. Bize o havayı yaratmışlardı. Sonra bir baktık, İstanbulun kurtuluşu, 6 Ekim 1922 değil, 6 Ekim 1923!

Yani, tam on üç ay sonra!

İstanbul’un işi, “düyuna kalır” gibi, kesin barışa, yani Lausanne hükümlerine bırakılmış. Temmuz ayında yapılan antlaşmada üç ay içinde boşaltacağız dedikleri için de, iki buçuk ay sonra çekmişler gitmişler.

Bize böyle öğretmemişlerdi. İstanbul, Çanakkale ve bütün boğazlar bölgelerine Türk askerinin taa 1936 yılına kadar, yani Montreux Antlaşması’na kadar, yani tam on üç yıl boyunca giremediğini öğretmedikleri gibi.

Eee, İstanbul ne zaman kurtuldu abi, 1922 sonunda mı, 1923 sonunda mı, 1936 yılında mı?

Akşam, 27.9.2007

Engin ARDIÇ

28.09.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri