Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 03 Kasım 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Kıyafet değil, liyakat

On yıllardır devam eden, siyasi partiler tarafından çözümü vaat edilen, ama çözülemeyen bir sorun.

İhlalcinin kurbandan durumu kabullenip hakkından vazgeçmesini, kurbanın iktidardan sorununu çözmesini ve iktidarın da toplumdan sabır ve “anlayış” beklemesini talep ettiği, ama bütün bunlar olurken milyonlarca kadının sürekli olarak ayrımcılığa maruz bırakılmaya devam edildiği kronik bir sorun: Başörtüsü sorunu. Başörtüsü yasağı da başka alanlardaki pek çok ihlal üreten yasak gibi toplumdan değil devletten geliyor. Hakkını aramanın resmi düzeyde “gerginlik çıkarmak” olarak suçlanıp kolaylıkla bir “rejim sorunu” haline getirilmesi, kurbanlarının genellikle tarihsel olarak bastırılmış kesimlerden ve alt sınıflardan olması, yaygın bir “öğrenilmiş acizlik” duygusunun varlığı, çözüm için kararlı bir siyasi iradenin ortaya çıkamaması, egemen felsefi ve siyasi söylemdeki pozitivist önyargıların başörtülü kadınların haklarını savunmayı entelektüeller açısından “çekici” kılmaması, çoğu kez bu ayrımcılığın yok sayılması gibi bir sonuç doğuruyor.

Devletin başörtülü kadınlara yönelik resmi ayrımcılığı, hem demokrasiye, hem de din ve vicdan özgürlüğüne aykırı bir laiklik anlayışına dayanılarak meşrulaştırılıyor. Pozitif hukuktaki bu yasağın ekonomik ve sınıfsal ilişkilerden, sığ bir modernleşme ve çağdaşlık anlayışından, İslamofobiden, dine ve inanca ilişkin başka türden sorunlu tercihlerden, felsefi, siyasi ve cinsiyetçi önyargılardan kaynaklanan sebepleri var. Ancak bu yazı, yasağın sebeplerine ışık tutmayı amaçlamıyor; bu alandaki ihlal üreten uygulamalardan birini, kamu görevlisi olarak çalışma hakkı ellerinden alınan başörtülü kadınlara yönelik ayrımcılığı konu alıyor. Başörtülü kadınların üniversite öğrenimlerinin engellenmesinin açıkça bir insan hakları ihlali olduğu konusunda, hukuk, insan hakları, demokrasi gibi kavramlardan “giriş bilgisi” düzeyinde haberdar olanlarla, bu kavramlara ilişkin bilgilerini çeşitli türden önyargılarına kurban etmeyenler açısından bir tartışma yok. Ama konu başörtülü öğrenimden başörtülü olarak kamu görevi yapmaya geldiğinde, Türkiyeli aydınların bir kısmı yasağa aynı kararlılıkla karşı çıkamıyor. Dahası, bazı insan hakları savunucularının bile bu konuda zihinlerinin net olmadığı görülüyor. Son olarak, Prof. Baskın Oran, 10 Haziran 2007 tarihli Radikal’deki yazısında, “hizmet alan-hizmet veren” ayrımına dayalı olarak, üniversite öğrencisinin “türbanlı” olabileceğini, ama hocanın olamayacağını, çünkü onun “devleti temsil” ettiğini ileri sürdü.

Kamu görevlisinin tarafsız olmasının anlamı

Kamu görevlisinin başörtülü olamayacağını savunanlar, genellikle bunu “tarafsız devlet” ilkesine ve “devleti temsil eden kamu görevlisinin tarafsız olması” gereğine dayandırıyorlar. Ancak tarafsızlığa ilişkin bu ilke ve gereklilik, doğru anlaşıldığında, başörtülü kamu çalışanına engel teşkil etmediği gibi, tersine, neden ona engel olunmaması gerektiğini temellendirirken kullanılabilecek güçlü bir argümanı ifade eder. “Kamu hizmeti yürüten tarafsız olmalı, bu yüzden başörtüsü takamaz” diyenler, iki temel hata yapıyorlar. İlki, tarafsızlığı yanlış anlıyorlar. Tarafsızlık, kamu hizmetini niteleyen bir sıfattır; o hizmeti yürüten kişinin var oluş tarzını veya görünüşü değil. Tarafsızlık, kurallarla ilgili bir kavramdır. Yani biz “kamu hizmeti tarafsızlık esasına uygun yürütülmelidir” derken, o hizmeti yürüten kişinin, o hizmeti alan herkese aynı şekilde muamele etmesi, kural izleyici olması ve hizmet verdiği insanlar arasında ayrım yapmaması anlamında tarafsız davranmasından söz ederiz. Tarafsızlık, kamu görevlisinin bir dine, ideolojiye veya siyasi partiye ait olduğunu belli etmeyecek biçimde giyinmesi değil, bütün bu değerler ve aidiyetlerini yaptığı işin içine sokmamasıdır. Etnik, dinî, siyasi veya cinsel tercihleri doğrultusunda kendisinden hizmet alanlar arasında ayrımcılık yapan bir kamu görevlisi—başörtülü olsun veya olmasın—suç işliyor demektir. Ama bunu yapmayan, yani işi ne gerektiriyorsa onu yapan bir kamu görevlisine, “sen taraflısın, çünkü başında örtü var” veya “taraflısın, çünkü boynunda haç var” diyemeyiz. Dahası, kamu görevlisini dinî veya siyasi sembollerinden soymayı başarsak bile, onun tarafsızlığını sağlamış olmayız. Hizmet almaya gelen bir vatandaşa da aynı yasak söz konusu olmadığına göre, sembollerinden soyutlanmış ama önyargıları yerinde duran bir kamu görevlisinin, kendisininkiyle zıt bir dinî veya mezhebî kimliğe, ideolojik veya cinsel kimliğe sahip olduğunu gördüğü vatandaşa ayrımcılık yapması pekala mümkündür. Üstelik o “zıt sembol” de üzerinde olmadığı için bunu daha kolay yapacaktır. Oysa tersi söz konusu olduğunda, “devlet dairesi”nde olacak işi olmayan, örneğin evrakı tamam olduğu halde tapu dairesindeki işi bir türlü bitirilmeyen bir vatandaşın, kendisine karşı ayrımcılık yapıldığından kuşkulanması için yararlı bile olabilir.

İnsanların dinî veya siyasi görüşleri, içinde doğdukları veya kendilerini ait hissettikleri kültürel havzanın özellikleri, ister istemez görünüşlerine yansır. Bu bazen giysi olur, bazen makyaj, bazen takılar olur, bazen kullanılan dil ve jargon. Parmağınızdaki nikah yüzüğünün altın veya gümüş olması da, onu sağ veya sol elinizde taşımanız bile, yerine göre dinî veya siyasi bir tercihin ürünü olarak görülebilir ve gerçekten öyle de olabilir. Gündelik bir konuşmada seçtiğiniz kavramlar (örneğin “millet” mi yoksa “halk” mı dediğiniz) veya selamlaşma biçiminiz bile sizin siyasi kimliğinizi ifade edebilir. Dolayısıyla hiçbir üniforma, kamu görevlisini tarz ve görünüm itibarıyla tamamen üni-form hale getirmeye yetmez. Çünkü kamu görevlisi aynı zamanda bir insandır ve insanlar birbirlerinden farklıdır. Kısacası tarafsızlığı; giysi, takı, dil ve benzeri bireysel var oluşun ifadelerinin yasaklanması olarak anlayacak olursak, onu sadece yanlış anlamış olmakla kalmayız; aynı zamanda kamu görevlisini insani bir özelliğinden, ifade hürriyetinden mahrum bırakmaya çalışarak haksızlık etmiş de oluruz.

İkincisi, kamu görevlisinin başının açık olmasını tarafsızlık olarak görenler, farklında olmadan “tarafsız” kıyafeti belirli bir yaşam biçimiyle, genellikle de kendilerininkiyle özdeşleştirdiklerini ifade etmiş oluyorlar. Kendi yaşam biçimlerini ve buna bağlı olarak kendi “normal”lerini temel alarak, ötekini “normal dışı” gördüklerini ifade etmiş oluyorlar ve devletten de “normal” giyinmiş personel bekliyorlar. Etno-sentrik yaklaşımın ihlalleri meşrulaştırmasına bunun kadar iyi örnek az bulunur. Burada sorun, bir kişi veya grubun, genellikle farkında olmaksızın kendi yaşam biçimini temel alarak onu “normal”, “olması gereken”, “ideal” vs; diğerini “normal dışı, anormal” kabul etmesidir. Kendisininkini normal kabul ettiğinden, devlet hizmetlerinin yürütülmesi için görevlendirilecek kamu görevlilerinin de “normal kıyafetler giymiş insanlar”dan oluşmasını istemektedir. Oysa kendisinden farklı dünya görüşüne sahip bireyler de kendi “normal”lerini kural haline getirmek istediklerinde sorunu çözmek mümkün müdür?

“Normal” olan hangimizin giysisi?

“Başörtülü kamu görevlisi olmaz” diyenler, bunu tarafsız devlet ilkesine dayandırıyorlarsa, kadın nüfusunun yarısının başörtülü olduğu bir ülkede, devletin tarafsızlık adına neden bunlardan birini temel aldığını, bunu “kadının normal hali” olarak kabul ettiğini de açıklamak zorundadırlar. Türkiye ve Tunus gibi ülkelerde devlet laiklik adına başörtüsüz olanların, İran ve Malezya’da ise İslam adına başörtülü olanların yaşam biçimini tercih etmekte, bunlardan birini temel alarak onu resmi kıyafet olarak dayatmaktadır. Bunlardan her ikisi de eşit ölçüde yanlıştır. (Ayrıca, insan hakları açısından ilkinde laiklik, ikincisinde İslam algılayışı sorunludur.) Bu, tarafsız değil ideolojik devletin bir özelliğidir. İki farklı kıyafetin de mevcut olduğu bir toplumda devlet kamu görevlileri için hangisini tercih edecektir? Örtülü olanı mı, örtüsüzü mü? Hemen söyleyelim, devlet hangisini tercih ederse etsin ayrımcılık yapmış olacaktır. Devletin yapması gereken, bütün kamu görevleri için, görevin gerektirdiği niteliklerden başka kriter koymaması ve bu nitelikleri taşıyan herkese (başörtülü, başörtüsüz, haçlı, kipalı vd.) bu pozisyonları eşit ölçüde açık tutmasıdır.

Kadınlarının yarısının başını örttüğü, yarısının örtmediği bir ülkede yaşıyorsunuz. Bu ülkede, vatandaşların ortaklaşa yaşamının gerektirdiği bazı işleri yürütmesi için bir devlet inşa ediyorsunuz. Bu devlete hizmetçi seçerken hangi “insani durum”un ifadesi olan giysiyi temel alacaksınız? Kriteriniz ne olacak? “Demokratik biçimde belirlemek” mi? Çoğunluğunki mi? Evet derseniz yine illiberal, çoğunlukçu (majoritarian) bir demokrasi adına azınlıkta kalan vatandaşların haklarını ihlal edersiniz. Böyle bir rejimin adı insan haklarına dayalı demokratik rejim olamaz. Hayır derseniz bu kez hem insan haklarına hem de demokrasiye aykırı bir rejimde yaşıyorsunuz demektir. Öyle bir rejim ki, kamu otoritesini elinde bulunduranlar, çoğunluk vatandaşların giyinme biçiminden farklı bir tercihi dayatabiliyorlar. Kısacası bu soruya verilecek en yanlış cevap, bunlardan birisini temel almaktır. Çünkü otomatik olarak devlet taraf olmuş, öteki dışlanmış demektir. Daha az yanlış cevap, “her ikisini de”dir. Ama bu durumda da göze görünmeyen, sayıya gelmeyen azınlıklar, onların tarzını yansıtan giysiler ve ifade biçimleri üzerinden ayrımcılığa uğratılabilirler. Doğru cevap, “hiçbiri”dir; yani devletin kamu görevlisi seçerken bunu bir kriter olarak getirmemesidir. Elbette her mesleğin kendisine özgü kuralları vardır. Bu kurallar, bazı mesleklerin üniformalı olarak görev yapmasını gerektirebilir (polislik veya yargıçlık gibi). Ama o mesleğin gerektirdiği özel kıyafetlerin, kamu çalışanının dinî giysileriyle aynı anda kullanılması mümkün olabilir. İnsan haklarına dayalı demokratik rejimler, bunu insan haklarından değil üniformadan “taviz” vererek çözerler. Çünkü üstün bir değer olarak korunması gereken “devlet işi” değil birey hakkıdır. Örneğin İngiltere’de polis üniformalı türban takmış bir Sih erkeği, ya da polikliniklerde beyaz önlüklü doktorlar arasında başörtülü bir kadın doktoru görebilirsiniz. Mesleğin yürütülebilmesi bakımından zorunlu haller dışında, herkesin hukukunu korumaya niyetli bir irade açısından bunlar sorun değildir. İnsan haklarına dayalı demokratik devlet, kamu görevlisini işe alırken de çalıştırırken de liyakat esasına göre hareket eder; ondan o pozisyonun gerektirdiği diploma, staj veya fiziksel yeterlilik gibi kriterler getirebilir; ama görevin gerekleriyle ilgili olmayan taleplerde bulunamaz (örneğin dalgıç olmak için müzik bilgisi şartı getiremez) ve onun hukukunu ihlal edemez. Kamu görevlisi olmak, dini olan ve olmayan ifade hürriyeti hakkı da dahil olmak üzere, bireyin bütün haklarını devlete devretmesi anlamına gelmez. Yani kamu görevlisi de insan olarak hak sahibi bir bireydir ve bu göreve girmekle “kapıkulu” haline gelmez. (Kapıkulu demişken, bizde abartılı bir vurguyla “ama olmaz, o devleti temsil ediyor” diyenlerin bazılarının zihnindeki devleti de sorgulamaları gerekebilir. Devlet, vatandaşların bir bölümünü kökeninden, kimliğinden koparıp kapıkulu haline getiren “yüce” / “kerim” bir kurum değilse, kamu görevlisini de içinden çıktığı topluma benzemeyen, tipiyle bile “nötr” bir varlık haline getirmeye çalışmanın anlamı nedir?)

“Hizmet alan-veren” ayrımına dayanarak, üniversite öğrencisinin kamu görevlisi olmadığını ve hizmet alan bir vatandaş olarak engellenmesinin bir hak ihlali olduğunu ifade edenler, eğer bunu “hiç değilse öğrencileri kurtaralım” gibi bir kaygıyla yapıyorlarsa, yine hata yapıyorlar demektir. Başörtülü kadınlara yönelik resmi ayrımcılığın egemen olduğu ve onların üniversite öğrenimi almalarının engellendiği Türkiye ve Tunus gibi ülkelerde, en azından üniversitelerde olsun, söz konusu ayrımcılığın ortadan kaldırılmasını öngörmesi bakımından bu argüman ilk bakışta olumlu görülebilir. Ancak bu yaklaşım, başörtülü kadınların eşit vatandaş olarak öğrenim görme ve çalışma sorununu çözmediği gibi, üniversite öğrencisini kurtaralım derken, aslında bizleri tam da bu ayrımcılığın dayandığı mantığa ve perspektife teslim olmanın yörüngesine sokuyor.

Hizmet alan-veren ayrımını kabul etmek veya stratejik nedenlerle buna razı olmak, aynı sorunun diğer alanlardaki yansımalarını ortadan kaldırmadığı gibi, insan haklarına dayalı demokratik devletin temel bir gereğini de reddetmek veya talep etmekten vazgeçmek demektir. Bu, “devletin ideolojik tarafsızlığı”dır. Bu ilke gereği gibi tesis edilmediğinde, başörtülü veya başörtüsüz bütün kadınların; hangi inanç, soy, dünya görüşünden olursa olsun vatandaşların ayrımcılığa uğramasını engellemek mümkün değildir. Dahası, sanıldığının aksine “kamusal alan”, “hizmet alan-veren ayrımı” gibi kriterler, içinden çıkılmaz polemiklerle dolu bir çıkmaz sokağa girmek demektir. Gülay Göktürk’ün dediği gibi, “bu konuda tam özgürlükçü veya tam yasakçı olmadıkça tutarlı olamazsınız.”

Adil çözüm, din ve vicdan özgürlüğünün herkes için tanındığı, sınırın sadece insan haklarına ilişkin genel sınırdan ibaret olduğu, devletin bu sınırları korumaktan başka bir ödevinin olmadığı bir hukuki ve siyasi çerçevenin oluşturulmasıdır. İster kamu görevlisi olsun ister “sade vatandaş”, başörtülü, başörtüsüz, haçlı, kipalı veya başka türden dinî veya din dışı ifade biçimleriyle bireyin hakkı tanınmalı ve korunmalıdır. Türkiye toplumu, eğer bir gün gerçekten medeni bir ülkede yaşayacaksa, er veya geç ulaşacağımız çözüm budur ve sadece budur.

Zaman, 2 Kasım 2007

Berat ÖZİPEK

03.11.2007


 

Menderes’in Kürt çözümü

Geçen gün sormuştum: “Atatürk döneminde irili ufaklı 16 Kürt isyanı olmuştu... Ne oldu da, 1950-1960 yılları arasında, yani Celal Bayar’ın Cumhurbaşkanı, Adnan Menderes’in ise Başbakan olduğu dönem sakin geçti?”

Cevabı birçok okurumuz merak edince siyaset bilimci ve tarihçi Ahmet Demirel’i aradım. “Sadece o dönemde değil, 1938’den başlayarak 1960’a dek Doğu bölgeleri sakindi” dedi.

Peki bu nasıl olmuştu?

Gazeteci ve tarihçi Murat Bardakçı’ya sordum. İki maddede olayı toparladı:

Birincisi ... “ 1937’deki Dersim İsyanı aşırı güç kullanılarak bastırılmıştır. İsyancı düşünce uzun süre kendini toparlayamamıştır.”

Dersim (Tunceli) İsyanı gerçekten de çok kanlı bir biçimde bastırıldı. Martta başlayan isyan ancak kasımda son buldu.

Atatürk’ün manevi evlatlarından Sabiha Gökçen, dünyanın ilk kadın savaş pilotu olarak bu büyük harekâta katılmıştı. Hatta Atatürk, eğer isyancılara yakalanma durumu oluşursa intihar edebilmesi için Gökçen’e kendi tabancasını vermişti.

Bardakçı’ya göre ikinci neden şu: “Menderes, Kürt ileri gelenlerini milletvekili olarak Meclis’e sokmuştu.”

***

Tarihe meraklı gazeteci arkadaşım Sefa Kaplan ise 1960 darbesini yapanlardan Numan Esin’in anılarında yer alan bir bölümü gönderdi.

Darbeden sonra Millî Birlik Komitesi üyelerinden Numan Esin; subay arkadaşları Orhan Erkanlı, Dündar Seyhan, İrfan Solmazer, Orhan Kabibay, Fazıl Akkoyunlu ile Menderes’in tutuklu olduğu Yassıada’ya gider.

(Yürek burkan ayrıntılar var, onları geçiyorum...) Konuşma sırasında Esin, “Türkiye’nin en önemli sorunu olarak gördüğü” Kürt meselesini sorar eski başbakana.

Menderes’in Numan Esin’e cevabı şu olur: “Bizim çözümümüz demokrasiydi. Halka vereceğimiz serbestlikle bu işe bir çözüm geleceği kanaatindeydik. O yönde hareket ettik. Böylece, halkı yönetime ve ülkeye bağlama yolunu seçtik.” (Devrim ve Demokrasi/Bir 27 Mayısçının Anıları, Doğan Kitap, s. 158 )

Peki olay bu kadar mı? 1937’deki bastırma ve Demokrat Parti dönemindeki demokratik gelişmeler sorumuza yeterli cevabı veriyor mu?

Ne yalan söyleyeyim, ben önce bu iki maddelik açıklamanın yeterli olduğunu düşündüm.

Ancak Ensar Yılmaz’ın “Çankaya Savaşları” adlı kitabını karıştırırken karşıma şu satırlar çıktı:

“1950 seçimlerinde Demokratlar, feodal ilişkilerin geçerli bulunduğu, sosyal ve ekonomik yaşam düzeyinin düşük olduğu Doğu illerinde seçimi kaybederken, bu illerde seçimi CHP kazandı...”

Devamı şöyle:

“DP, 1950 seçimlerinde Hakkâri’de hiç oy alamamıştı. CHP; Bingöl, Bitlis, Erzincan, Hakkâri, Kars, Malatya, Muş, Ordu, Sinop illerinde tam liste halinde kazanarak, 50 milletvekilini bu illerden çıkarmıştı. CHP’nin kazandığı toplam milletvekili sayısı 69’du.” (Dikkat: O zamanki seçimlerde bir ilde üç beş oyla dahi çoğunluğu sağlayan parti, tüm milletvekillerini kazanıyordu.)

Bu veriler ilginç.

1937’de, yani CHP’nin yönetimde olduğu dönemde fena halde ezilen... Jandarma baskısından yakınan Kürtlerin önemli bir bölümü, nasıl oldu da 1950’de CHP’ye oy verdi?

Öte yandan ... Dört yıl sonraki 1954 seçimlerinde, seçmenin CHP’den yüz çevirdiğini ve mesela Hakkâri ile Bitlis’te bu kez DP’nin kazandığını görüyoruz. Diyarbakır’da ise DP ezip geçiyor. Yani diğer Kürtler de DP’ye yöneliyor.

Şimdilik bu kadar... Elime yeni bilgi geçtikçe bu ilginç konuya döneceğim.

Sabah, 2 Kasım 2007

Emre AKÖZ

03.11.2007


 

Sabah, 2 Kasım 2007

03.11.2007


 

PKK’nın bitmesi isteniyor mu?

Türkiye’de yaklaşık son 30 yıldır adına “düşük yoğunluklu savaş” da dense bir silahlı çatışma süreci yaşanıyor.

Binlerce insanımızı kaybettik.

Kimi hesaplamalara göre 200 milyar dolara ulaşan maddi kaybımız oldu.

Daha önemlisi insanlar arasına “nefret” tohumları ekildi. Bunun yeşermesi için her çaba harcandı.

İşte bu nedenle bugün geldiğimiz noktada ciddi bir tehlike ile karşı karşıyayız.

Meydanları dolduran ve teröre öfke duyan kalabalıkların gözünde bu ülkenin vatandaşı olan “Kürtlerle PKK” neredeyse aynı kefeye konmaya başlandı.

Sanki PKK dışında farklı düşünen, demokrasiye inanan, silaha ve teröre hayır diyen Kürtler yok.

Oysa bu doğru değil.

Sağından soluna hem Kürtlerin kurduğu partiler var, hem de Türkiye partileri içinde çok ciddi oranda Kürt yurttaş var.

Peki, bu neden böyle algılanıyor?

Hem bu sorumuzun cevabını hem de son gelişmeleri bir dönem CHP’den milletvekili seçilen ve 1978’de Bayındırlık Bakanlığı da yapan Şerafettin Elçi’ye sorduk. Elçi aynı zamanda Katılımcı Demokrasi Partisi (KADEP) genel başkanı...

Kürtlerin hepsi mi terörü destekliyor?

Elçi : Mesela benim tavrımı bilirsin. Hayatım boyunca teröre hep karşı çıktım. PKK’ya karşı en büyük mücadeleyi yaptım. Ama hala kafamda çözemediğim bir kuşku var. Devlet PKK’nın bitmesini istiyor mu istemiyor mu? Zaman zaman kullanılacak bir araç mı, yoksa Türkiye için tehlike mi? Türkiye gerçekten bu sorunu çözmek istiyorsa tüm dünyada teröre karşı gelişen yeni anlayışı hayata geçirmelidir.

Ne yapmalıdır?

İki önemli adım var. Eğer bir terör örgütü toplumsal desteğe sahipse bu toplumsal desteğin hangi gerekçelerle verildiğinin araştırılması ve devlet tarafından bu ihtiyaçların karşılanması lazım. Türkiye bu yöntemden uzak duruyor. İnsanlar ölüyor, ölüme gidiyor bunların hepsi çılgın mı? Neden bunu yapmaya razı oluyorlar bunun araştırılması lazım. Öte yandan demokratik kanallar açık tutulmalı.(...)

Siz 22 Temmuz seçimlerine nasıl bakıyorsunuz?

22 Temmuz seçimlerinde bölge halkı Türkiye’nin ortalamasının üzerinde, yani yüzde 50’nin üstünde AK Parti’ye oy verdi. Bu doğaldı. (...)Ama bu tavır seçimlerden sonra değişti. AK Parti de o yapıların içinde yer almaya başladı. Daha milliyetçi bir tavır aldı. Tezkere sonrası daha da sertleşti. Bugün seçim olsa bölgede AK Parti büyük bir hezimet yaşar.

Sabah, 2 Kasım 2007

Mahmut ÖVÜR

03.11.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri