Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 10 Kasım 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

‘Emret komutanım’ tavrı yerine...

Fikret Bila’nın gazetemizdeki emekli komutanlar ve PKK dizisi ilginçti. Eski genelkurmay başkanlarıyla kuvvet komutanları, yakın geçmişin bazı yanlışlarını belirtirken, yer yer sınırlı da olsa itiraflarda bulundular.

İyi güzel deyip geçelim mi?

Sanmıyorum.

Doğru olan tartışmaktır.

Sorgulamaktır.

Bu itiraf ve özeleştirilerin ışığında, devletin bugünkü resmi politikalarını da gözden geçirmektir. Böyle bir sürece geçmişin başbakanlarını da sokmaktır.

Mümkün olsa, hesap sormaktır.

Niye?

Çünkü, özellikle son çeyrek yüzyılın PKK yangını ülkemize maddi ve manevi bakımdan çok pahalıya mal oldu. Türkiye’nin kalkınmasına harcanacak kaynaklar ne yazık ki bir dipsiz kuyuda kayboldu gitti.

Ve bu süreç henüz bitmedi.

Kan ve gözyaşı hâlâ akıyor.

Bunun içindir ki:

Eğer geçmişten ders çıkarmayı önemsiyorsak, o zaman emekli komutanların itirafları üzerinde durmanın ve tartışmanın yararı var.

Çünkü, ister Güneydoğu ya da Kürt sorunu deyin, ister sadece terör problemi deyip geçin, ama bu sorunun öteden beri ‘asker tekeli’nde bir sorun olduğu gerçeğini unutmayın.

Asker, bu sorunu kendi eliyle devletin içine kilitlemiş ve seçilmiş hükümetleri mümkün olabildiğince bu alanın dışında tutmaya çalışmıştır.

Hatta, bürokrasinin sivil kanadından kaynaklanan bazı girişimlere de “Bu konuya karışmayın!” diyerek kapıyı kapalı tutmuştur.

Emekli komutanların Milliyet’teki bazı itirafları bunun için önem taşıyor. Kürt sorunu ve PKK, Türkiye’nin canını yakmışsa, yakmaya da devam ediyorsa, bu konuda yanlışların aslan payı askerindir.

Hiç kuşkusuz seçimle gelen sivillerin, başbakanların pratikteki “Emret komutanım!” tavrı da yanlışların sistemleşmesine yol açmıştır.

Kürt sorunuyla ilgili olarak bugüne kadar, bir ölçüde Başbakan Özal hariç, başbakanların hemen hepsi askerin damgasını vurduğu devlet politikalarını genellikle benimsemişlerdir. Kapalı kapılar arkasında yaptıkları ‘asker eleştirileri’nin gereğini iktidarda iken yapmaktan kaçınmışlardır.

Geçelim.

Emekli komutanların söylediklerini okurken bir noktaya özellikle dikkat ettim. Bazı yanlışları itiraf ediyorlardı ama sorunun özünü yine yakalayabilmiş değillerdi.

Kürdü, Kürtçeyi nihayet kabullenmişlerdi.

Ama daha hâlâ sorunun adını Kürt sorunu olarak koyamıyorlardı. Bu sorunun Kürt kimliğinin, kültürünün ‘inkâr’ından kaynaklandığını da anlayabilmiş değillerdi.

Hatta biri, Kürt kimliğinden söz etmeyi daha hâlâ vatan hainliği diye niteleyebiliyordu.

Biri de, 12 Eylül askeri yönetiminin Diyarbakır Askeri Cezaevi’ndeki zulmünün sistemli olmadığını daha hâlâ iddia edebiliyordu.

Sorunun, komutanların kafasında daha hâlâ, daha çok bir terör sorunu olarak durduğu anlaşılıyor, sopa ile çözülebileceği yanılgısı sürüyordu.

Şu da belirgindi:

Türkiye için demokrasi ve hukuk devletinin çerçevesine oturtulmuş bir oyun planı kafalarda pek yoktu. Bunun yerine, “Amerika, Avrupa bizi bölmek istiyor!” klişesine gösterilen rağbet dikkati çekiyordu.

ABD ile, AB ile çatışarak Türkiye nereye gidebilir, böyle bir çatışma rotası Türkiye’yi bölünme riskine, istikrarsızlaşma riskine daha açık hale getirmez mi sorusu emekli komutanların kafasında pek yer etmemişti.

Bu konularda Hilmi Özkök Paşa daha farklı bir yerde. Özkök Paşa, Genelkurmay Başkanlığı koltuğunda otururken de farklı bakış açılarına sahip olduğunu belli etmiş, örneğin PKK’nın etkisiz hale getirilmesinde Türkiye’nin AB yolunda yürümesinin önemini birkaç kez dile getirmişti.

Kısaca denebilir ki:

Emekli komutanların bu açıklamaları, dileriz, askerin kendi içinde de Kürt sorunu ve PKK konusunda geçmiş ve gelecek tahlillerine yol açar.

Yine dileriz, devlet içinde askerle sivilin ortak platformlarında da geçmiş ve gelecek tartışmaları yapılır.

Sonuncu temenniye gelince:

Erdoğan hükümetinin siyasal inisyatif kullanarak, ABD, AB ve Kuzey Irak dengelerini de kollayarak, çok boyutlu bir ‘oyun planı’nı bir an önce gündeme getirmesidir.

Bunun tam zamanıdır.

Milliyet, 9 Kasım 2007

Hasan CEMAL

10.11.2007


 

İşkencenin sorumlusu

Hasan Cemal’in ‘Kürtler’ adlı kitabı ‘İşkence’ başlıklı bir bölümle başlar.

1928 doğumlu Felat Cemiloğlu, 1982’de Diyarbakır E Tipi Askeri Cezaevine konur.

O sırada 54 yaşında olan Cemiloğlu herhangi bir suç işlememiştir. Zaten sekiz ay sonra serbest bırakılacaktır.

Cemiloğlu o sekiz ayda yaşadıklarından çıkan sonucu Hasan Cemal’e şöyle özetler: “Eğer genç olsaydım, dağa çıkardım.”

Peki ne olmuştu da, 1977’de Adalet Partisinden belediye başkanı adayı olacak kadar rejime bağlı Cemiloğlu böyle konuşmuştu?

İşte size o sekiz ayda yaşananlara ilişkin iki olay:

“Cezaevine geldiğimiz günden beri Co isimli köpekle devamlı muhataptık. Mesela sırayla Co’ya tekmil verdiriyorlardı. Co’nun karşısında, ‘Felat Cemiloğlu, Diyarbakır, emret komutanım’ tekmilini çok yüksek sesle ve topuk sesiyle veriyorduk. Co tekmili beğenmezse havlıyordu. Ve Co’yu memnun edemediğimiz için cezalandırılıyorduk.” (s. 26)

“Tek ayaküstünde, duvar dibinde duruyorum. Ceza! Ama bir süre sonra yoruluyorum. Ayağım düşüyor yere, tutunamıyorum. Emre itaatsizlik! Cezası: Duvarın dibinde, kanalizasyonun kapağını kaldırdılar, bir avuç b.k alıp ağzıma attım. Sonra, ağzımda pislik, hazır ola geçtim. Öylece duruyorum.” (s. 33)

Sonra ne mi olur? Cemiloğlu ağzındaki tüm dişleri çeker, iple bir arkadaşına çektirir. Çünkü “temizleyememiştir x” dişlerini. O hissi bir türlü atamıştır ağzından.

Bunlar tahammül ötesi işkencelerden sadece ikisi. Normal bir insan kitabın o bölümünü midesi takla atmadan okuyamıyor.

Diyarbakır Askeri Cezaevi gerçekten korkunç bir yerdi. Oradan “geçenlerden” genç olanları dağa çıkıp PKK’ya katıldı. İleri yaştakiler ise öylesine aşağılanmışlardı ki Nazi zulmünden kurtulan Yahudiler gibi uzun süre başlarına geleni anlatmadılar.

Bu suskunluğa aileleri de dahil... (...)

ABD askerlerinin Ebu Gureyb cezaevinde yaptıkları, fotoğraf çeker hale gelen cep telefonları ve internet sayesinde bütün dünyaya duyuruldu. İşkence yapan askerlerden bir kısmı mahkemeye verilip cezalandırıldı.

Ya Diyarbakır Askeri Cezaevindekiler? Kimi terör örgütleri, işkence yapanlardan birkaçını yıllar sonra öldürerek intikam almaya çalıştı.

Ama “ciddi ve kapsamlı” bir soruşturma ile olayın üstüne gidilmedi. Çünkü bunu yapması gerekenler zaten devletin tepesindeydi.

Bunca yıl sonra bazı doktorlar, akademisyenler, avukatlar, sanatçılar, “Diyarbakır Cezaevi Gerçeğini Araştırma ve Adalet Komisyonu”nu oluşturmak üzere bir araya geldiler.

Geçtiğimiz 12 Eylül günü, 1980-1984 arasında o cezaevinde bulunmuş kişilere ya da onları tanıyanlara “Gelin yaşadıklarınızı anlatın” diye çağrıda bulundular.

Diyarbakır Cezaevinin “dağa adam gönderme” istasyonu haline getirilmesindeki “siyasi sorumlu” 12 Eylül cuntasının başı olan Org. Kenan Evren’dir.

Evren bu konudaki sorumluluğunu reddediyor ve “Ben mi emir verdim” diyor.

Yani koskoca bir cezaevinin işkence merkezi haline getirilmesinden haberi olmadığını iddia ediyor.

Evren’in söylediklerine inanıyor musunuz? Ben inanmıyorum. Ama iş inanmak ya da inanmamakla olmaz. Evren’in ve diğer yöneticilerin “siyasi sorumlu” olmanın ötesinde bundan haberi olduğunu kanıtlamak gerek.

Bu da ancak yukarıda sözünü ettiğim kapsamlı bir soruşturma ile yapılabilir.

Ama Türkiye hangi geçmişiyle yüzleşti ki bununla da yüzleşsin?

Sabah, 9 Kasım 2007

Emre AKÖZ

10.11.2007


 

İlerleme raporu ve TSK

İlerleme Raporu’nun yayınlanması, geçmişte kalmış bir dosttan gelen mektup gibiydi.

Bizim kadar Avrupa Birliği de bu ilişkiyi “zamana” bıraktığı için, iki taraf da birbirini fazla sıkıştırmıyor.

İlerleme raporunda beklenmedik bir şey yok. Türkiye’nin AB kriterleri ışığında çekilen bir resmi yansıyor rapordan.

Raporun ruhu, bazı ipuçlarıyla göstermiş kendini.

Avrupa Komisyonu AKP’yi destekliyor.

Raporun çatısı, Türkiye’nin reform sürecinde yavaşlama olduğu belirlemesine dayanıyor.

Ama bunun nedeni ilginç.

“Cumhurbaşkanı (Sezer) ile hükümet arasındaki gergin ilişkiler, siyasi reformların yavaşlamasına neden oldu.”

Avrupa Birliği Komisyonu’nun Türkiye ile ilgili tespiti bu. Ombudsmanlık ve vakıflar yasası gibi bazı temel reformların Cumhurbaşkanı Sezer tarafından veto edilmesi de buna örnek olarak gösteriliyor.

Reform sürecinin yavaşlamasının nedeni AB’ye göre eski Cumhurbaşkanı.

AKP’ye verilen bu desteği önümüzdeki dönemde çok iyi değerlendirmek gerekiyor.

Türkiye’nin terörle mücadelesine desteğin yanı sıra, AB sürecinde ilerlemek için de geçmişe göre daha fazla destek sağlanacak bir dönemi, reformlarla bir fırsat dönemi haline getirebilir AKP.

Kıbrıs meselesinden, Avrupa kamuoyundaki imaj meselesine kadar değişik kanallarda ilerleme sağlanabilecek bir psikolojik iklimin ipuçlarını görmek mümkün Brüksel’de. Aşırı iyimserliğe kapılmadan tabii.

* * *

Raporda benim dikkatimi çeken ikinci nokta ise mali yardımlarla ilgili. Avrupa Birliği her yıl 500 milyon Euro mali yardım fonu kullandırıyor Türkiye’ye. Değişik bütçeli farklı programlar da var.

Geçen yıllarda bu fonlar, yeterli projeler yapılıp sunulmadığı için tam olarak kullanılamıyordu. Raporda bu durumun değiştiği belirtiliyor.

“Katılım öncesi fonların kullanımı yavaş yavaş gelişiyor” deniyor.

Bugün artık Türkiye’de her kurumun, Avrupa fonlarından yararlandığı bir projesi var.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de. Avrupa Birliği ile yetkileri konusunda sorunu olan TSK da Avrupa fonlarını kullanıyor.

En son Dışişleri Bakanlığı, “kültürler arası köprü” konulu bir proje ile AB Mali İşbirliği programına katıldı.

Bir yetkili, “AB konusunda bürokraside sorun yok. Ama Avrupa Birliği’nin Türkiye ile müzakere sürecinde tam üyelik hedefini göstermemesi, umutsuzluk yaratıyor” diyor.

* * *

AKP geçen yıl, Avrupa Birliği sürecinde tıkanıklık olsa da Türkiye’nin ev ödevlerini yapmaya devam edeceğini söylemişti. Bunun gerçekleşmesinin tek koşulu var. O da yapılması gerekenleri söyleyecek ve yapılanların uygulanmasını sağlayacak olan mekanizma. Avrupa Birliği Genel Sekreterliği bu mekanizmanın can damarı. Raporda, Türkiye’nin bu mekanizmayı daha da güçlendirmesi isteniyor. “Personel ve kaynak sağlanmalı” deniyor.

Genel Sekreterlik ile ilgili yasa bir yıldan beri Meclis’e inmeyi bekliyor. AKP, AB konusundaki samimiyetini, teknik alt yapıyı bir an önce güçlendirip harekete geçirerek gösterebilir.

Eğer 301’de olduğu gibi, Avrupa süreci de rapor dönemlerinde akla gelen silik bir anıya dönüşür.

Hürriyet, 9 Kasım 2007

Ferai TINÇ

10.11.2007


 

301, Avrupa Birliği ve biz

Türkiye’de hukuk devleti kavramının yerleşmesinin çok da kolay olmadığını her gün yaşanan örnekler bir kez daha ortaya koyuyor, hatta bırakın ortaya koymayı, bu hiç de hoş olmayan bu gerçeği adeta gözümüze sokuyor.

Hukuk ya da daha evrensel bir içerikle hukuk devleti kavramı da şurada ya da burada üretilen bir kavram; isterseniz, bu kelimeye alışmak kolaysa hukuk da üretilen diğer mal ve hizmetler gibi bir şey.

Ve hukukun da üretilmesi için, nasıl bir malın ya da hizmetin üretilmesi için o mal ya da hizmete talep olması gerektiği gibi, hukukun da talep edilmesi gerekiyor.

Talep edilmeyen bir malın üretilemeyeceği gerçeği kadar net bir gerçek de şayet bir ülkede hukuka olan talep çok güçlü değilse o ülkede hukukun üretilmesinin önünde de engelerin olacağı.

Son yaşananlar ve 301 konusu bizde de hukuk talebinin siyasetin gerisinde kaldığını gösteriyor.

TCK 301’inci maddenin de evrensel hukuk ilkeleriyle ne kadar çeliştiği ortada.

Maddenin gerekçesinde ‘Türklük’ kavramının hiç ama hiç hukuksal olmadığı, ‘dünyanın neresinde olursa olsun Türklüğe hakaretin suç oluşturması’ gibi mevcut anayasanın zaten çarpık tanımlanmış vatandaşlık kavramına bile aykırı değerlendirmelerin olduğu, yürütme erkinin bile doğru dürüst tanımlanamadığı, yürütme erkinin parçalarının birbirinden farklı değerlendirildiği bir yasa metninin evrensel hukuka uygunluğunu hukukçuların takdirine bırakıyorum.

Ama, 301 konusunda beni ziyadesiyle üzen ve itiraf edeyim biraz da ümitsizliğe sevkeden konu bu tuhaf maddenin kaldırılması ya da değiştirilmesi yönünde talebin ağırlıklı olarak bizim içimizden değil de Avrupa Birliği Komisyonu ve üye ülkelerden geliyor olması.

Doğrudur, bizim içimizden de bu maddeye yönelik muhalefet sesleri çıkmıştır, ama iyi görmek lâzım ki, bu sesler cılız kalmış ve yasanın gündeme gelmesine, değiştirilmesine neden olamamıştır.

Onuncu İlerleme Raporu’nda 301. maddeye yönelik eleştirilerin dozunun artması, bazı dosyaların müzakereye açılmasını engelleyeceğinin anlaşılması, Olie Rehn’in uyarıları doğrultusunda maddede değişiklik yapılması yönünde girişimler ülkemizde yeniden ciddi biçimde gündeme gelmiş ya da en azından tekrar siyasal gündeme oturmuştur.

Unutmayalım, 301. maddenin tuhaf yazılış biçimi Avrupalıların değil biz Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının ifade özgürlüğünü evrensel standartların dışında başka standartlar bazında sınırlamaya yönelik bir maddedir ve normali bu maddeye itirazın AB’den değil bizden gelmesi greğidir.

Bir zamanlar söylendiği gibi ‘uygulamayı görelim’ gerekçe ya da bahanesinin de ne kadar anlamsız olduğu da yargının son kararları ile ortaya çıkmış bulunmaktadır.

Yargıda egemen hukuk zihniyeti ortadadır ve bu hukuk zihniyetini bugünden yarına değiştirmek ya da Avrupa’dan hukukçu ithal etmemiz olanaksız olduğu için yasama erkinin, bu maddenin hukuk sistemimize ve ülkenin geleceğine daha fazla tahribat yapmasını engellemek için hemen değişikliğe gitmesi, sistemin başka yerlerinde bulunan benzer maddeleri de ayıklaması ve olumsuz yorumlara kapı açabilecek muğlak yasa yazılımlarına bir son vermesi gerekmektedir.

Keşke, Avrupa Birliği Komisyonu bu kadar ısrarcı biçimde devreye girmeden biz kendi hukuk ve siyaset dinamiklerimizle bu sorunu çözmek konusunda aşama kaydedebilse idik.

Bir kez daha sistemimiz içinde bize, ülkeye onur taşımayan bir konunun ayıklanması onurunu dışarıya kaptırmış olmanın doğrusu utancını hissediyorum.

Bu konuda AKP’nin çekingen davranıyor olmasını da anlamak pek mümkün değil zira çok ama çok yakın geçmiş, 12 Nisan, 27 Nisan sözlü ve internet açıklamaları, 367 komikliği vs. hukukun ama evrensel hukukun bu partiye ne kadar gerekli olduğunu ortaya koymuş bulunmaktadır.

Hukuk bir bütündür ve dün başka konuda gerekli olan hukukun yarın nasıl gerekeceğini kestiremeyebilirsiniz ve işte tam da bu nedenden, küçük siyasi hesaplara saplanmadan evrensel hukuku tüm kurum ve kuralları ile bu ülkeye yerleştirmek en çok AKP için gereklidir.

Star, 9 Kasım 2007

Eser KARAKAŞ

10.11.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri