Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 20 Kasım 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

“Gomutanım, Genelkurmay’a söyle”

Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ şöyle diyor: Dağlıca taburu görevini başarıyla yerine getirmiştir.

Başbuğ Paşa’nın, 8 canımızın şehit düştüğü, 16 vatan evladının yaralandığı, 8 erin kaçırıldığı (sonra tutuklandığı) bir hadisede hangi kriterlerle bu sonuca ulaştığını anlamalıyız.

Maalesef, toplum olarak gerçekleri görmemekte ısrarlıyız. Geldiğimiz noktayı daha iyi kavramak adına ilginç bir anektod aktaracağım.

8 erin kaçırılmasından hemen sonra erlerin doğum yeri olan illerdeki komutanlara emir veriliyor: Ailelere ulaşın, evlatlarının kaybolduğunu bildirin, en kısa zamanda sağ salim kendilerine kavuşmaları için her türlü çabanın sarf edildiğini anlatın.

Mealen emir böyle. Yerinde bir adım. Doğrusu da budur. Evlatlarını bu vatan için göreve gönderen insanları bilgilendirmek görevden ziyade bir borçtur.

Ama ne oluyor biliyor musunuz? Terör örgütünün bu erleri kaçırdığını kabul etmiyoruz ya, bir ilde (ilin ismini isterse Genelkurmay’a veririm) albay rütbesindeki bir komutan, erin ailesine gidiyor. Diyor ki: ‘Oğlunuz kayıp, arıyoruz.’

O sırada erlerin görüntüleri internetten yayınlanıyor, Roj TV canlı telefon bağlantıları kuruyor, ailelerle çocuklarını görüştürüyor.

Kürt kökenli vatandaşımız acılı baba, komutanı dinledikten sonra şu cevabı veriyor: ‘Allah sizden razı olsun. Ama gomutanım, Genelkurmay’a söyle, oglum PeKeKe’nin elindeymiş. Çok rahatmış. Akşam yemegini yedirmişler, çayını içirmişler.’

Gördüğünüz gibi herkes her şeyin farkında. Terör örgütü çoktan propagandaya başlamışken sizin ‘yok’ saymanız, gerçeği değiştirmez. Oysa babaya şu söylenmeliydi: ‘Evet, oğlunuzu teröristler kaçırdı. Oğlunuza sağ salim kavuşmanız için ordumuz seferber oldu, teröristlerin de yanına kar kalmayacak.’

Öyle değil mi? 23 yıldır birbirine eklediğimiz yanlışlar zincirine yeni halkalar eklemeye devam mı edeceğiz?

33 er nasıl şehit oldu?

Deniyor ki; Bunları yazmanın şimdi zamanı mı? Peki o zaman, hangi zaman? Yıllarca ‘zamanı değil’ diyerek pisliği halının altına süpürmedik mi? İbret aldık mı geçmişten, yaşananlardan...

Yok, yok, yok...

Sonra bir bakıyoruz, hatıralarda bir itiraf, bir itiraf...

O açıdan Fikret Bila’nın emekli komutanların açıklamalarından derlediği Komutanlar Cephesi kitabı, çok önemli. (...)

Emekli Orgeneral Doğan Güreş, Genelkurmay Başkanı olduğu dönemde 1993 yılında terhis olmuş 33 erin katledildiği o faciayla ilgili ‘Bunu ilk defa söylüyorum’ diyerek bazı komutanların kusurlu olduğunu açıklıyor: ‘Eğer asker bir yerden bir yere nakledilecekse öyle münferit olmayacak. Toplanma merkezleri olacak. Nereye gidiyorsa yol güzergahında tedbir alınacak, asker çıkış yapınca varış noktasına haber verilecek ve varış noktası da intikali takip edecek, bir gecikme olursa irtibat kurulup müdahale edilecek. Bu 33 erin sevkıyatında buna uyulmamış.’

O tarihte Asayiş Bölge Komutanı Korgeneral Necati Özgen. O da şöyle diyor: ‘Kusur var tabii, sorumluluk da var. Kusur şu, yeterli koruma yok. Böyle bir sevkıyatta minibüslerin önünde ve arkasında silahlı koruma araçları olması lazım. Böyle götürülmeleri lazım. Böyle yapmamışlar. Eğer yapsalardı, teröristler saldırmaya cesaret edemezlerdi.’

Yani, silahlı koruma olsaydı belki o 33 askerimiz hayatta olacaktı. Bunun için ne sıkıyönetim ne OHAL, ne de sınır ötesi operasyona gerek vardı. Küçük bir emir yeter, artardı bile. Hatalarımızı konuşmazsak doğruyu nasıl bulacağız?

Şimdi desem ki, PKK pusuları niye hep hafta sonuna, hatta pazara denk geliyor? Mesela Gabar ve Dağlıca’daki iki saldırı Pazar gecesi yaşandı, tesadüf mü? Acaba terör örgütü, askerin en zayıf anının hafta sonu olduğunu mu düşünüyor?

Eğer öyleyse biz neden gerekli tedbirleri almıyoruz, alamıyoruz?

Konuşacağız ve yazacağız. Zaman, bu zamandır. Vatanseverliğimizi test edenler, önce, hatalarının kaç şehide yol açtığını hesaplasınlar.

Star, 19.11.2007

Şamil TAYYAR

20.11.2007


 

DTP’yi kapatmak yanlıştır

DTP şüphe yok ki PKK’nın siyasi koludur. Demokrasilerde böyle partiler elbette kapatılabilir. İspanya’da Herri Batasuna adlı parti kapatılmıştır; teröre karşı “Siyasi Anlaşma” imzalayan Bask Milliyetçi Partisi ve Eusko Alkartasuna adlı ayrılıkçı partiler kapatılmamıştır.

İngiltere ise, terör örgütünün siyasi kolu Sinn Fein adlı partiyi kapatmamıştır.

Parti kapatmak veya kapatmamak bir devlet politikasıdır. Ülkeler bunu terörle mücadele ve ulusal birlik anlayışlarına göre ayarlarlar.

Yargının işi kuralları uygulamaktır. Kuralları koyan ise politikadır.

Anayasa Mahkemesi, DTP’nin “suç odağı” haline geldiğini kanıtlarıyla görürse kapatır; hukuka da uygun olur.

Ama DTP’nin kapatılması siyasi hata olur.

Lenin’in yaptığı gibi!

DTP’nin kapatılması kararını zaten PKK vermiştir!

Partide sergilenen azgınlıklar bunun içindi zaten!

Terör örgütünün yayın organı Özgür Gündem’de ağustos sonunda Veysi Sarısözen’in “Konfederalizm ve Çatı Partisi” başlıklı dört yazısı yayımlandı. Öcalan’ın emirlerini yansıtan bu yazılarda DTP’nin yerine “Çatı Partisi” kurulması isteniyordu.

Sadece sol değil, kadın hareketi, savaş karşıtları, çevreciler, “Şafi mezhebinden melleler” (mollalar), mezhepçi isimler... Hepsi “Çatı Partisi” altında toplanacak!

Seçim yenilgisinden sonra geliştirilen bu taktiğin amacı sadece bir miktar oy artışı değildir; farklı hareketleri bir çatı altında toplayarak bunları politize edip sokak eylemlerine yöneltmektir!

Bu aşamada, amacın Kürt devleti olduğu söylenmeyecektir. Yazıda şöyle deniliyor:

“Tıpkı Lenin’in yaptığı gibi. O, İsviçre’de, sürgünde yaşadığı ve Rusya’da kitle hareketinin gerilediği sırada ‘devlet teorisi’ hakkında konuşmadı. Kitle hareketi ‘Sovyet’ denilen yeni tipte devlet biçimini yarattığı zaman konuştu. Tıpkı Marks’ın kitleler ‘Paris Komünü’nü yarattığı zaman devlet teorisi hakkında konuştuğu gibi...”

Anayasal yaptırımlar

Terörle sonuç alamayan, seçimlerde yenilgiye uğrayan PKK şimdi “Çatı Partisi” altında Bolşevik türü ajitasyonlarla Türkiye’yi yönetilemez hale getirmeyi planlıyor!

Burada DTP’nin yeri nedir? Veysi Sarısözen şöyle yazıyor:

“Peki halkın vekilleri ne olacak? Çok açık: DTP’li parlamenterler sokağa, sokak Meclis’e... Şu da açık: Anlatılan tarzda bir Çatı Partisi’ne ulaşmadan, yukardaki formül bir hayalden başka bir şey ifade etmez...”

Yani “Çatı Partisi” başarılmadan toplumdaki çeşitli farklılıkları Bolşevik tarzında eylem ve iç çatışmalarla yöneltme stratejisi bir hayalden başka bir şey ifade etmez.

Ve... Her emri kölece bir itaatkârlıkla yerine getiren Nurettin Demirtaş DTP’nin başına oturtuldu, ilk konuşmasında “Çatı Partisi” için çağrı yaptı!

DTP kapatılsın mı, kapatılmasın mı? Siyasi mesele bu noktadadır!

Yargıya esneklik imkânı verilmelidir. Anayasamızda değişiklik yapılarak, terörle işbirliği yapan ve temel anayasal ilkeleri reddeden partilere yaptırım uygulanmasında yeni seçenekler getirilmeli; parti kapatılmasa bile bu kişilere siyaset yasağı konulabilmeli, belli yaptırımların tekerrürü halinde parti kapatılmalıdır...

Şimdi DTP’yi kapatmak, “Çatı Partisi”nin önünü açmak olmaz mı?!

Herhalde, ‘azgınlar’ dışında, esasen huzur ve refah isteyen büyük kitleler görmelidir ki, oy verdikleri partiyle oynayan PKK’dır!

Milliyet, 19.11.2007

Taha AKYOL

20.11.2007


 

Ortadoğu’da İsrail’in Kürt kartı

John Mearsheimer ile Stephen Walt’ın birlikte kaleme aldıkları, bir kaç yıl önce yayınladıkları ‘İsrail Lobisi’ başlıklı makaleleri daha da genişletilerek kitap halinde yayınlandı. Oldukça kapsamlı bir araştırmanın ürünü olan bu esere yakın tarihte Samuel Huntington’ın ünlü Medeniyetler Savaşı başlıklı çalışmasından sonra en çok ses getirecek eser olarak bakılıyor. Kitapta Türkiye’yi de yakından ilgilendiren lobinin çalışmaları hakkında ayrıntılı bilgiler yer almakta. Walt ve Mearsheimer, Amerikan dışpolitikası üzerinde çok farklı çıkar odaklarının etkili olduğunu dile getirdikten sonra, Ortadoğu sözkonusu olduğunda İsrail’in tercihlerinin her zaman önceliği olduğunu, bunun da Amerikan çıkarlarından daha çok lobi’nin gücünden kaynaklandığını ileri sürüyor. Bu açıdan Beyaz Saray’da Türkiye’nin müzakere masasına oturduğu güç sadece Amerika değildi.

Irak’a karşı savaş kararının arkasında da bilindiği gibi lobi’nin güçlü isimleri yeraldılar. 1997 yılında neo-con’ların ‘Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’ne imza koyanlar daha sonra 11 Eylül’ün meydana getirdiği ortamda planlarını tatbik etme şansını buldular. Tanrı’nın kendisine Irak’a demokrasi götürmesini istediğini söyleyen bir Başkan ve terörden gözü korkmuş bir kamuoyu sayesinde bu amaca ulaştılar. Irak Arap Dünyası’nın en güçlü ülkesiyken bugün hiçkimsenin geleceğine dair ümitli olmayı başaramadığı bir karmaşaya döndü. Savaş neticesinde dolaylı olarak bir milyon sivilin hayatını kaybettiği tahmin ediliyor. Bu yakın tarihteki en ciddi insan kıyımıdır. Şimdi aynı planlar bu defa İran konusunda ısındırılıyor. Benzer hayallerle girişilecek bir İran macerasının bu defa bütün Ortadoğu’yu bir alev çemberine atma riski var.

YAHUDİ VE KÜRTLERİ

AKRABALAŞTIRMA ÇABASI

İsrail lobisi’nin Ortadoğu’ya yeniden ‘dizayn’ verme projesinin bir parçasını Kürt kartı ve Kuzey Irak’ta oluşturulacak yapılanma teşkil ediyordu. İsrail’in Kürtler üzerinde çok uzun süredir devam eden alakası biliniyor. Mossad, 1960’lı ve 70’li yıllarda Irak yönetimine karşı Kürtleri silahlandırmaya başladı ve özellikle Mustafa Barzani’yle yakın dostluk ilişkileri kurdu. 2003 Savaşı’ndan önce İsrail kaynaklı yayınlarda yoğun bir Kürt ilgisi gözlemleniyordu. Örneğin İsrailli bilim adamları Yahudi ve Kürt ırkları arasında genetik akrabalık ispatı peşindelerdi. Nihayet 2003 Irak savaşıyla Kuzey Irak’ta ortaya çıkan yapılanmaya İsrail yoğun bir şekilde müdahil oldu. İsrailli yöneticiler Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devletine söylem bazında destek verdiler.

Bütün bu ilgiye rağmen İsrail ısrarla Kürtlere olan ilgisinin Türkiye’yi kapsamadığını söylüyor ve bu konuda güvence veriyordu. Zaten Soğuk Savaş ortamında PKK Marksist-Leninist ideolojisiyle Sovyet ve Sovyetlerin Arap ülkelerindeki müttefiklerinden alıyordu. Ancak Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte PKK logosundaki orak-çekici çıkarıp, üzerindeki Marksist ceketi çıkarıp attı ve Batı nezdinde seküler bir etnik bağımsızlık hareketi imajı vermeye çalıştı. Bu arada 1998 yılında Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması Türkiye ile Suriye arasında yakınlaşma fırsatı doğurdu. Artık Kürtler İsrail’in safına geçerken, Türkiye ise Suriye ve İran’la yakınlaşmaya başlamıştı. AK Parti iktidarı kendisini bu değişen Orta Doğu atmosferinde buldu ve yeni değişikliğe ayak uydurmakta zorlanmadı. Ortaya çıkan bu değişiklik AK Parti iktidarının Orta Doğu’ya yakınlaşma gayretinden değil, Soğuk Savaş sonrası değişen stratejik dinamiklerden kaynaklanıyordu. Nitekim bu değişen dengelerin bir göstergesi de geleneksel olarak Ermeni tasarısı konusunda Ankara’nın tezlerini destekleyen İsrail lobisinin artık saf değiştirip, tasarının arkasında durmasıydı. Daha sonra bu desteği çekip Ankara’ya göz kırpan da yine İsrail lobisi oldu.

2003 Irak Savaşı’yla birlikte Kuzey Irak’ın kendi başına buyruk, otonom bir bölge haline gelişi o tarihe kadar sinmiş durumda bekleyen terör örgütü PKK için yeni bir fırsat alanı doğurdu. Türkiye’de bazı realpolitik görüşlerin Amerikan askerlerine Türkiye üzerinden geçiş imkanı verilmemesinin Amerika’yı kızdırdığı ve bu nedenle Türkiye’nin Irak’la ilgili elindeki kartları kaybettirdiği iddia ediliyorsa da bu iddia sahipleri bölgede Soğuk Savaş’la birlikte meydana gelen geniş kapsamlı jeostratejik değişimin farkında değiller.

Değişen yeni güvenlik atmosferinde Türkiye Amerikan askerlerine geçit olmuş olsaydı da İsrail’in bölgede kendisine yeni bir müttefik arama arzusu sürecekti. Bu durumda Türkiye’ye içtenlikle teşekkür edilecek, ancak sonra şu ana kadar yaşadıklarımız yine yaşanmaya devam edecekti. Amerika’nın Türkiye’ye müteşekkir kalışı kesinlikle İsrail ve ABD’nin Irak’taki uzun vadeli ve geniş kapsamlı planlarını engellemeyecekti.

KÜRTLERİ BİRLEŞTİRME HAYALİ

Bush’un Erdoğan’la görüşmesinden sonra ‘ortak düşman’ ilan ettiği PKK’nın giderek Amerika’nın siyasi etkisi ve kontrolü altına girdiğini görüyoruz. PKK tarafından esir alınan sekiz askerin serbest bırakıldıkları noktadan alınıp, bir Amerikan uçağıyla yanlarında Amerikalı komutan olduğu halde Ankara’ya teslim edilmesi ortadaki manzara hakkında yeterli ipucu veriyor. Kayıp Amerikan silahlarıyla güçlendirilmiş PKK’yı bu güçler için özellikle cazip hale getiren aynı zamanda İran Kürtlerini mobilize edip, İran’a karşı kullanılabilen bir örgüt olmasıdır. İbrahim Karagül’ün de tespit ettiği gibi PKK, İran’da Kürtleri örgütleme ve İran’a karşı terörist eylemlere kışkırtmak gibi bir görevi Amerika ve İsrail adına üstlenmiş görünüyor. Bu projeye yakın zamanlarda işaretleri ortaya çıktığı gibi Suriye içindeki Kürt unsurlar da dahil edilecekler. İsrail kendisini yalnız hissettiği Türk-Arap-Fars stratejik havzasında Kürt kartını kullanarak bir manevra alanı açmak ve müttefik kazanma derdinde.

PKK bu stratejinin vurucu gücü olarak devreye sokuluyor ve üstelik Marksist ideolojik temeli nedeniyle İslam’dan kaynaklanan ortak geçmişi bütünüyle inkar ettiği için böyle bir misyon için son derece uygun görünüyor. Türkiye’nin bu duruma karşı bir tarafta etnik gerilimi azaltmaya yönelik kendi iç siyasi politikalarını gözden geçirirken, diğer taraftandan da bölgede ortaya çıkan yeni dinamiklere karşı bölge ülkeleriyle birlikte adım atmak zorunda. Kürtleri kayıp akrabası ilan eden İsrail’in safına sürükleyen ve elverişli müttefikler haline getiren faktörün son tahlilde Türkiye, İran ve Arap ülkelerinin ihmal ve tavırları olduğu unutulmamalı.

Doç. Dr. Hasan KÖSEBALABAN

Yeni Şafak, 19.11.2007

20.11.2007


 

“İslâmcılar” burjuvalaşma yolunda

Artık net bir şekilde görüyoruz ki eskiden İstanbul’da sadece belli çevrelerin tekelinde olan pek çok etkilnlik şekil değiştiriyor. Ulus 29’da mescit isteniyor, yazlık Cahide’de kına gecesi düzenliyor ve Yıldırım Mayruk gibi gerek fiyatlarıyla, gerek müşteri kitlesiyle toplumun en üst tabakasına hitap eden bir moda duayenine bile sızabiliyor bu değişim rüzgarı. Bu dört nala gelen Anadolu parasının gündelik hayat üzerindeki etkisidir.

Başta Belma Simavi olmak üzere bildiğimiz Türk sosyetesinin yanı sıra, Mayruk defilesinin türbanlı konukları da vardı. Kim olduklarını merak ettim, meğerse Devlet Bakanı Hayati Yazıcı’nın eşi ve bir yakınıymış. Yıldırım Mayruk, yakın zamanda Bakan’ın kızına gelinlik dikmiş. Defile için de bütün müşteriler gibi onlara da davetiye gitmiş doğal olarak. Bu arada merak edenlere söyleyeyim, gelinliğin başı açıkmış.

Ama Mayruk muhafazakâr kıyafetler yapmaktan çekinen biri de değil. 3 Kasım seçimlerinin hemen ardından türbana benzer kıyafetler yapmış ve bir anlamda AKP’ye selam göndermişti. Daha sonra Bülent Ersoy’un sahnede giyeceği türban benzeri kıyafet epey tartışılmıştı.

Bugün içinse Hayati Yazıcı’nın kızının Mayruk gelinliğini giymesinin başka bir anlamı var. İslami kesimler burjuva olma yolunda ilerliyor ve hayatlarını kendi dar çevrelerinde yaşamaya karşı direniyor. (...)

İstanbul’da pek çok yerde gördüğüm türbanlı insanların çantalarına, türbanlarının dışında kalan aksesuarlarına, kıyafetlerine dikkat ettiğimde de logolar ön plana çıkıyor. Harvey Nichols’ın, Beymen’in müşterisi başörtülü kadınlar var. İslami kesimin önde gelen aydınları yıllardır bir muhafazakar burjuva eksikliğinden bahseder, belki de logolu yaşam bu geçişin ilk simgesel işaretleri.

Kamplaşmalar giderek daha flulaşıyor. Gece eğlencesinde, merkez medyada, alışveriş merkezlerinde pek çok türbanlıya rastlamak mümkün.

Akşam, 19.11.2007

Oray EĞİN

20.11.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri