Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 21 Kasım 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Ankara’nın “Kapsamlı Kürt Planı”nda neler var?

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 5 Kasım’da ABD Başkanı ile yaptığı görüşmenin içeriği tahmin ve spekülasyonların ötesine geçemedi. Sıcak istihbarat, anlık istihbarat, nokta operasyonlar, Kuzey Irak yönetimi üzerine baskı ve genel operasyon beklentisinin azalması dışında somut bir sonuç ortaya konulamadı. Washington yönetimi ile daha önceki işbirliği yöntemleriyle sınırlı kalındığına dair eleştiriler dışında, eleştirenler de destekleyenler de görüşmelerin içeriğine dair ciddi bilgiler aktaramadı.

Görüşmeden önce Türkiye tam anlamıyla teyakkuz halindeydi. Tezkere çıkarılmış, sınıra askeri yığınak devam ediyor bir başka taraftan ise ekonomik yaptırım kararının ayrıntıları belirleniyordu. Bu arada medya ve devletin hemen bütün kurumları bir yandan kamuoyunu sakinleştirmeye çalışırken diğer yandan tehditkar açıklamalarını ardı ardına sıralıyordu.

Görüşmeden sonra hava birden söndü. Kapsamlı operasyon ve yaptırım açıklamaları etkisini kaybetti. Sınıra yığınak devam ederken içeride operasyonlar sürdürüldü. Aynı anda Kuzey Irak yönetimi de Türkiye sınırında yığınaklara başladı. Hem Türkiye’de hem de Kuzey Irak tarafından tansiyon hızla düşürüldü. Açıklamalar yumuşadı. Hatta bölgedeki bazı askeri hareketliliklerin medya tarafından “abartılarak” operasyon şeklinde sunulması tepki gördü.

Görüşme öncesi ve sonrasında Ankara’ya gelen Iraklı ve Kuzey Iraklı temsilciler görüşmelerden memnuniyetle döndüler. Oysa aynı dönemde savaş rüzgarları esiyordu. Kuzey Iraklı siyasi parti temsilcilerinin görüşmeleri olumlu geçti. Son olarak Türkiye’ye gelen bölge temsilcilerinin Mesut Barzani ile yaptığı görüşmeden sonra yapılan açıklama ilginçti: “Sivillere zarar gelmediği sürece Türkiye’nin operasyonuna karşı çıkılmayacak”tı. Hatta Barzani bile aynı düşüncedeydi.

Washington’daki görüşmeden sonra Deniz Baykal’ın açıklamaları şaşırtıcı oldu. Bölgeden beş yüz bin öğrencinin Türkiye’ye getirilip okutulması, Kürtçe ve Arapça yayınlar yapılması, bölge ile ilişkilerin güçlendirilmesi, çatışmayı değil işbirliğini öne alan bir süreç geliştirilmesine yönelik açıklamalar son derece önemliydi. Baykal’ın dün yaptığı açıklamada ise, “Yeni bir kuzey Irak Planı”ndan söz etmesi ancak af gibi yaklaşımlara karşı çıkması “bilgi eksikliğine mi dayanıyor” sorusunu akla getirdi.

Yeni döneme ilişkin bir başka çarpıcı açıklama da Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’dan geldi. Başbuğ’un; “PKK’nın dağ kadrosunu çözecek, dağdakileri indirecek adımlar”dan söz etmesi ve medyaya bu önemli günlerde “Karar vericileri rahat bırakın” uyarısı yapması dikkat çekiciydi.

Bütün gelişmeler, PKK ve Kürt meselesi ile Kuzey Irak’la ilişkiler konusunda yepyeni bir dönemin başlatılmak üzere olduğuna, henüz net biçimde kamuoyuna yansıtılmayan bu “kapsamlı plan” üzerinde siyasi iktidar ve askeri bürokrasi’nin işbirliğinin söz konusu olduğuna, önümüzdeki günlerde sürpriz gelişmeler yaşanabileceğine işaret ediyordu.

Dün Hürriyet gazetesinin internet sitesinde bu iddia güçlü bir şekilde vurgulandı. “Ankara’da derin plan tartışması” başlıklı habere göre, “hükümet terör dışında Kürt meselesinin tamamına ilişkin kapsamlı bir plan” hazırlamıştı. Bu plan ilk kez Irak’ın Komşuları Zirvesi için İstanbul’a gelen ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’a anlatıldı. Üç gün sonra Beyaz Saray’da yapılan görüşmede aynı plan ele alındı. Washington tarafından Kuzey Irak yönetimi ve Kürt liderlere aktarıldı. İlker Başbuğ’un söylediği gibi, şimdi plan “operasyon sürecinde”ydi. Gazete, Başbakan’ın Bakü’de “ya silahla dağda dolaşacaklar ya da şehre inip siyaset yapacaklar” sözüne atıfta bulundu ve askeri operasyonun bu plan için ertelendiğini iddia etti.

Bilinmeyen çok şey var. Ancak gerçek olan “yeni bir inisiyatif”in geliştiği ortada. Genel af, kısmi af, dağdakilerin teslimi, dağdakilere operasyon, PKK liderlerinin tasfiyesi, bazılarının ele geçirilmesi, bazılarının Kuzey Irak’ta Adalet Bakanlığı savcılarınca sorgulanması, Barzani yönetiminin bu plan çerçevesinde işbirliği yapması, yepyeni ve farklı bir diyalog yolunu açılması ihtimal dahilinde.

Başbakan’ın ABD ziyareti sonrasında benim tek bir tespitim vardı: “PKK Türkiye için tehdit olmaktan çıkarılacak.” Bunun nasıl olacağı yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Bütün bunlar, birkaç gün içinde önemli gelişeler olabileceğine işaret ediyor!

Yeni Şafak, 20.11.2007

İbrahim KARAGÜL

21.11.2007


 

Şiddete karşı akılla, sabırla mücadele!

Evet, bu ülkede siyasal parti kapatmanın barış ve istikrara herhangi bir yararı dokunmuyor.

Bu filmi çok seyrettik.

Kaç tane parti kapatıldı.

Ama Türkiye her seferinde rahatlamadı, tersine sıkıştı. İçte ve dışta siyasi manevra alanı daraldı.

Lütfen anımsayın.

1990’ların ilk yarısında DEP kapatılmıştı. DEP’li milletvekilleri dokunulmazlıkları kaldırılıp hapse atılmışlardı.

TBMM, hem demokrasi adına kötü bir sınav vermiş, hem de bir yandan yurtiçinde PKK’nın elini güçlendirirken, yurtdışında da Türkiye’nin yıpratılmasına, imajının kötüleşmesine kapıyı aralamıştı.

Terörle mücadele derken demokrasinin kolu kanadı kırılmıştı. Böylece, terör ve şiddet odaklarının ekmeğine yağ sürülmüştü.

Onun için dikkat!

Bugün de farklı olmaz.

DTP’nin kapatılması için Anayasa Mahkemesi’ne başvuru yapılmış durumda.

Bilmiyorum, oynanmak istenen oyunun ya da oyun içinde oyunun ne kadar bilincindeyiz.

PKK ve İmralı, anlaşılan o ki, DTP’nin kapatılmasını düğün bayram ederek karşılamaya hazırlanıyor.

Kitleler daha şimdiden meydanlara dökülüyor. Toplulukların güvenlik güçleriyle çatıştırılması için kışkırtıcı, provokatif taktikler uygulanıyor.

Bir başka deyişle:

Kan dökülmesi isteniyor.

İşaretler öyle.

Gelen sinyaller öyle.

Aslında oyun açık oynanıyor.

PKK demek istiyor ki:

“Oy verdiniz, Ankara’ya gönderdiniz. Ama bakın oy verdiğiniz parti kapatılıyor. Seçtiğiniz milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması gündemde. Sizin iradenizi hiçe sayıyorlar, sizi adam yerine koymuyorlar. Bunun için de tek yol dağdır, düşün bizim arkamıza!”

Oyun kabaca budur.

Güneydoğu’da, AKP karşısında zemin ve seçim kaybeden PKK yeniden güçlenebilmenin yolunu böyle arıyor.

Şimdi soru:

Parti kapatarak PKK’nın işi kolaylaştırılacak mı?

Siyasetin penceresinden bakarak bu soruyu sorumluluk sahibi herkesin, yakın geçmişin deneyimlerini de göz önünde tutarak etraflıca düşünmesi gerekiyor.

Bu açıdan 1980’lerden, 1990’lardan çıkarılacak çok ders var.

Öte yandan, yine bu yıllarla ilgili olarak Türkiye’de yaşanan olumlu bir değişime de dikkat çekilmeli.

DTP’nin kapatılması konusunda Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın girişimi gerek siyaset kurumunda, gerekse medyada genel olarak olumsuz karşılandı, eleştirildi.

Bu da olumlu bir değişim.

TBMM Başkanı Toptan da, Başbakan Erdoğan da, Adalet Bakanı Şahin de, İçişleri Bakanı Atalay da DTP’nin kapatılması ve dokunulmazlıkların kaldırılması konusuna demokrasi açısından olumlu bakmadıklarını herhangi bir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde belirttiler.

Bunun gibi, medyanın genel havasıyla köşe yazarlarının tepkisinde de demokrasi adına sevindirici çizgiler ağır basıyor.

Kısacası:

Şiddet ve teröre karşı mücadelenin akılla, sabırla, demokrasinin kolunu kanadını kırmadan, İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın deyişiyle, “Demokrasiyi teröre feda etmeden” verilmesi gerekiyor.

Acılarla yüklü yakın geçmişten çıkarılacak önemli derslerden biri budur.

Milliyet, 20.11.2007

Hasan CEMAL

21.11.2007


 

İki toplantı!

İslam Konferassı Örgütü (İKÖ)’ne bağlı çeşitli komiteler var.

Bu komitelerden biri Türkiye’nin başkanlığını yaptığı İSEDAK, yani Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi.

Bir diğeri Fas’ın başkanlığını yaptığı Kudüs Komitesi.

İSEDAK’ın 23. dönem toplantısını geçen cuma günü Cumhurbaşkanı Abdullah Gül İstanbul’da açtı. Toplantıya 57 İslam ülkesinden bakanlar ve üst düzey yetkililer katıldı.

Ekonomik içerikli olmasına karşın bu toplantıda İsrail’den BM ve diğer kurumların kararlarına saygı göstermesi ve başta Kudüs olmak üzere tüm işgal altındaki topraklardan çekilmesi istendi, Filistin halkının kurtuluş mücadelesine destek verildi ve KKTC ile her türlü ilişkinin geliştirilmesi çağırısı yapıldı.

Ama en önemlisi Genel Sekreterliğini bir Türk’ün yani Prof. Ekmelettin İhsanoğlu’nun yaptığı İKÖ’nün bu toplantısında doğru politika ve tercihlerinden dolayı Türkiye’ye teşekkür edildi ve övgüler yağdırıldı.

İslam ülkelerinin üyesi olduğu İKÖ, bu ülkelerdeki sivil toplum örgütleri ile işbirliği yapıyor. Hatta son dönemde İKÖ bu örgütlerin ön plana çıkması için özel çaba harcıyor.

Sayıları onlarca olan ve her alanda faaliyet gösteren bu örgütlerden biri de Uluslararası Kudüs Kurumu. Bu kuruma üye onlarca ulusal Kudüs komiteleri bulunmaktadır.

Bu kurum ile Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı’nın işbirliği ile geçen hafta yine İstanbul’da uluslararası bir buluşma gerçekleşti. Bu buluşmaya yaklaşık 70 ülkeden üç bine yakın delege katıldı.

Ancak İslami içerikli İKÖ Konferansı’ndan mutlu olanlar, benzer şekilde İslami içerikli bu buluşmadan hiç de hoşnut olmadılar.

Bazı gazete ve televizyonlar her nedense aslı astarı olmayan iddialarla bu buluşma ile ilgili ilginç yayınlar yaptı.

Onlara göre bu toplantıda cihat ilan edilmiş, toplatı haremlik-selamlıkmış ve bundan dolayı Türkiye’nin dış imajı bozulmuş.

Sanki dünyayı dolaşıp imajın bozulduğunu kendi gözleri ile görmüş ve tespit etmişler!

Dönelim toplantıya.

İKÖ toplantısında olduğu gibi Kudüs toplantısı da Kuran-ı Kerim okunarak açıldı. Harem-selamlık iddiası ise tümüyle palavra. Çünkü üç gün süreyle İKÖ toplantısını izlediğim gibi bu toplantıyı da izledim. ‘Şeriat geliyor’ ve ‘cihat ilan edildi’ iddialarına gelelim.

Bu tür plavraları pazarlayanlar zahmet edip araştırsaydılar toplantıya yüzlerce Arap, Avrupa, Amerika ve Afrika kökenli Hıristiyanı da göreceklerdi.

Tabii Kudüs Başpiskoposu dahil.

Vatanlarının bir kısmı zorla ellerinden alınarak üzerinde İsrail devleti kurulan geri kalan kısımının da 40 yıldır işgal altında bulunan Filistinlilerin cihat çağırısı yapmasından başka acaba ne doğal olabilir ?

Tüm dinler, uluslararası hukuk ve anlaşmalar ile insanlığın vicdanı işgal altındaki halklara kendi kurtuluşları için direnme hakkkını tanıyor.

Direnmenin adı devrim, ulusal kurtuluş ya da cihat olması hiçbir şeyi değiştirmez.

Cihat kelimesinden rahatsız olanlar biraz da tarih okusunlar.

Çanakkale’de Türk askeri ile birlikte cihat eden ve şehit düşen on binlerce Arap ve Müslüman ülkenin insanı vardı.

(...)

İşgal kuvetlerine karşı her cephede kahramanca savaşan Mehmetçikler ‘Allah Allah’ deyip saldırıya geçmiyor miydi!

Kudüs toplantısında hiçbir şekilde ne şeriat ve terör ne de benzer söylemler ortaya atılmadı ve hatta ‘İsrail’e ölüm’ diye bağıran bir kişi bile susturuldu.

Tüm konuşmalarda sürekli olarak Türkiye’nin önemi anlatıldı ve Tükiye ile ülkeler ve halklar düzeyinde dost olmanının gereği vurgulandı ve tüm bu konuşmalar anında Arap ve İslam ülkelerinde izlendi.

Durum böyle olunca acaba Türkiye’nin imajı neden bozulsun?

İsrail ve ABD’ye yaranmanın hiçbir anlam ve yararı yok. Türkiye’nin değil bu iki ülkenin imajı bozuluyor.

Öyle bozuluyor ki; iki yıl önce Bush tarafından ABD’nin imajını düzeltmek için göreve getirlen Karen Hughes Türkiye dahil birçok ülkeyi gezdikten sonra geçen hafta istifa etti. Çünkü anladı ki; ABD ve dolayısıyla İsrail’in imajını hiçbir güç düzeltemez.

Ne Bush’un Ortaköy Camii önünde bir konuşma yapması, ne de Perez’in TBMM’de Cahit Sıtkı Tarancı’dan şiirler okuması ve Atatürk’e övgüler düzmesi yerlerde sürünen bu imajı asla düzeltemez.

Bunun bir tek çaresi var:

İşgale son verin, ülkeler ve halklarla insanca ilişki kurun ve onların cihat hakkı dahil tüm inanç ve değerlerine saygı gösterin ve hep dürüst olun.

İşte o zaman CİHAT’a gerek kalmayacak.

Unutmamak gerekir ki Arapça’da cihat kelimesi yalnızca silahlı mücadele anlamında kullanılmaz!

Akşam, 20.11.2007

Hüsnü MAHALLİ

21.11.2007


 

“İç düşman”

Alman siyaset bilimci ve hukukçu Carl Schmitt (1888-1985) “ siyasi “ faaliyeti, “ekonomi”, “kültür”, “inanç” gibi hayatımızdaki diğer önemli faaliyetlerden ayırt edenin ne olduğunu araştırmış bir düşünürdü.

Bu soruya kışkırtıcı bir cevap vermişti Schmitt: Ona göre siyaset, “ düşman “ yaratma sanatıydı.

Schmitt’e göre her rejim ve dolayısıyla her devlet, “ dost ve düşmanı “ tanımlar. Kendi varlığını bu tanımlama üzerine oturtur.

“Düşman” kelimesini görünce hemen tedirgin olmayın. Söz konusu olan topla, tüfekle saldırılarak, yok edilmesi gereken bir düşman değil.

Burada kastedilen, siyasal sistem “ içinde “ yer almasına rağmen “ öteki “ olarak adlandırılan unsurdur.

Yani düşman, “ aramızda “ olmasına, “ bizdenmiş gibi “ gözükmesine rağmen, bizi tehdit eden, “ birliğimizi “ bozmayı amaçlayan bir varlıktır. Yani iç düşmandır.

Milli Takım’ın eski teknik direktörü Mustafa Denizli, kendisini eleştirenlere, “ İçimizdeki İrlandalılar “ derken, Schmitt’in fikrini futbol arenasına taşımış oluyordu.

(...)

Carl Schmitt’e göre her devlet, siyasal birliği oluşturup pekiştirirken; bir ya da birkaç “ iç düşman “ yaratır. Bu iç düşmanlar, yasa dışı ilan edilir.

Şartlara ve rejimin niteliğine göre iç düşman kah kınanır, ayıplanır; kah dövülür, hapsedilir; bazen de öldürülür.

1923’ten 1930’lu yıllara, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında, dört büyük iç düşman tanımlanmıştı: İşbirlikçilikle suçlanan azınlıklar ... Rejimi yıkmayı amaçlayan komünistler ... Laikliğe son vermeyi hedefleyen dinciler ... Milleti parçalamak, ülkeyi bölmek isteyen Kürtçüler ...

84 yıllık Cumhuriyet tarihi, bu gruplardan korkarak ve onlarla mücadele ederek geçti.

*

Bundan sonra farklı olabilir mi? Yani, en azından, “iç düşman” tanımlamasındaki “ sertlik “ yumuşayabilir mi?

Olması gerek!

Gidişat o yönde.

Şu tip faktörler, o sert zihniyeti törpülüyor ve değişime zorluyor:

Avrupa Birliği süreci... Demokratikleşme çabaları... Dünya ekonomisiyle bütünleşme... Yüzde 70’i aşan kentleşme oranı... Kapitalizmle birlikte derinleşen modernleşme...

AKP iktidarı, “ şeriat geliyor “ iddialarının safsata olduğunu ortaya çıkardı...

Emekli orgeneraller dahi Kürt sorununda hata yaptıklarını söylüyor...

Ceza Kanunu’ndaki 301’inci madde değişecek, AB’nin ‘ İlerleme Raporu’nda yer alan eksikler giderilecek.

Türkiye bunları yapıyor, yapmaya da devam edecek. 21’inci yüzyılda ancak bu şekilde ayakta kalabiliriz.

Aksi halde, Carl Schmitt’in dediği anlamda, iç düşmanın tanımını yapanların kendisi birer iç düşman olur ki onların kazanmalarına izin vermemek gerekir.

Sabah, 20.11.2007

Emre AKÖZ

21.11.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri