Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 14 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Acaba diyebilecekler mi?

Konu PKK...

Bu konuda, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’la İkinci Başkan Orgeneral Ergin Saygun’un ilginç mesajları var.

Mesajlar siyasal nitelikte.

Çünkü, hükümetin görev alanı içinde yer alan önemli konularla ilgili.

Bu yüzden, her iki Başkan da açıklamalarını kapalı kapılar arkasında yapmalıydılar.

Bu tutum, hem demokrasilerdeki sivil-asker ilişkisinin doğasına, hem de bizim anayasa ve yasalarımıza daha uygun düşerdi.

Ayrıca komutanların mesajları, hükümetin bu konulara ilişkin siyasal yaklaşımlarına genel olarak uymuyor.

Kısacası:

Büyükanıt ve Saygun Paşaların bu tutumları bir yandan demokrasilerde ve bizdeki sivil-asker ilişkisini gündeme getiriyor.

Öte yandan, Türkiye’nin gündemindeki Kürt meselesi ile PKK ve şiddet sorunlarının çözümünü kolaylaştırmaz, zorlaştırır yargısını güçlendiriyor askerin bu mesajları...

Ne dedi komutanlar?

Her ikisi de, Genelkurmay ATESE Başkanlığı Stratejik Araştırmalar ve Etüd Merkezi SAREM’in PKK konusunda salı günü düzenlediği sempozyumda konuştular.

Büyükanıt, “PKK Mecliste!” dedi.

Saygun, AB’yi eleştirdi.

Büyükanıt, DTP’yi hedef aldı.

İkinci Başkan, AB’yi...

Büyükanıt Paşa, anlaşılan, DTP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasını, DTP’nin de kapatılmasını istiyor.

Yanlış!

Türkiye’de siyaset kurumu bu yanlışı askere de uyarak 1990’larda yapmıştı. 1994’de DEP’li milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırılmış, TBMM kapısında sivil polisler tarafından yaka paça alınarak hapse atılmışlardı.

Sonra da DEP kapatılmıştı.

Bu yapılanlar o tarihlerde ters tepti. Kürtler, siyasete ve devlete daha beter yabancılaşırken, PKK’nın da eli güçlendi. Türkiye’nin dışarıda özellikle AB’de manevra alanı daraldı.

Bu yanlışlar yinelenecek mi?

Daha 22 Temmuz’da toplam 2 milyon oy alarak milletvekili seçilenleri Meclisin dışına sürmek ve partilerini kapatmak akıl kârı bir iş değildir.

Siyaseten de hatadır.

Bu tutum, PKK’nın işine yarar.

Ya da PKK içinde silahlı mücadele ve şiddeti bir hayat tarzı benimsemiş olanların değirmenine su taşır. Dağdan eve, siyasete dönmek isteyenlerin yolunu keser.

Bir:

Doğru olan, silahlı mücadeleyle siyaset arasındaki bağı koparmaya çalışmaktır.

İki:

Dağla siyaset arasındaki bağı koparmaktır doğru olan.

Üç:

Dağdakileri indirmenin yolunda siyasal kararlılıkla yürümektir doğru olan.

Dört:

Doğru olan, barışın yollarını akılla, inatla açarak şehit cenazeleriyle taziye çadırlarını gereksiz kılmaktır.

DTP’yi kapatmak, 2 milyon oyu yok saymak, altını çizin, şiddeti kışkırtır, barış yollarını kapatır.

Peki, hükümet ne düşünüyor?

DTP’nin kapatılmasına, dokunulmazlıkların kaldırılmasına pek sıcak bakmayan bir hava esiyor hükümet çevrelerinde. Dağdakileri indirmek için önceliği siyasete veren bir tutum içinde gözüküyor hükümet...

Bu açıdan Başbakan Erdoğan’la bazı bakanların açıklamaları da öyle...

Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’la İkinci Başkan Saygun’un açıklamalarından sonra zihinlere takılan bir de soru var:

Hükümet acaba bir gün askere dönüp, “Siyasete bu kadar girmeseniz daha iyi olur” diyebilecek mi?

Başbakan Erdoğan ne düşünüyor?

Hiç unutulmasın:

Kürt meselesiyle PKK ve şiddet sorunu çözüm yoluna sokulmadan, ne bu ülke doğru dürüst yönetilebilir, ne de bu ülkede demokrasi ve hukuk devleti yerli yerine oturur.

Yüzde 47 oy da bu gerçeği değiştirmez.

Hükümet olmakla iktidar olmak arasından geçen çizgi meselesi yani..

Milliyet, 13 Aralık 2007

Hasan Cemal

14.12.2007


 

Yeni YÖK Başkanı’nın işi çok zor

Öyle görünüyor ki yeni YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan Hoca’nın kendini ifade etmesi oldukça zor olacak. Medyanın “cımbızlama” harekâtı şimdiden başladı bile...

Hemen hem YÖK’e, hem kendine doğru dürüst bir iletişim danışmanı bulması gerektiği çok açık.

Yusuf Ziya Özcan’ın 1995’te sosyoloji doçentiyken İslami Araştırmalar Dergisi’nde yazdığı “İslam ekonomik gelişmeye engel midir?” başlıklı bilimsel” makaleden yola çıkılarak atılan haber başlığı “İslam savunması”...

Alt başlık: “Yeni YÖK Başkanı Prof.Dr. Özcan, 1995 yılında yazdığı bir makalede ‘Her Müslüman İslamın kurallarına göre yaşasaydı, ortada oldukça az problem olurdu’ görüşünü dile getirdi”

Bu başlıktan ve alt başlıktan ne anlıyorsunuz? “Yeni YÖK başkanı İslamcı, dolayısıyla da herkesin İslam dininin kurallarına göre yaşamasını istiyor” anlaşılıyor değil mi?

Gelin bakalım metnin ilgili bölümlerine..

“Avrupa, Ortaçağ’ın karanlığını yaşarken, dünyanın hakiminin Müslümanlar olduğunu göz ardı etmektedirler. Ayrıca İslamiyet’in kuralları, Hıristiyanlıkta olduğu gibi değişmemiştir. İslam ülkelerinin geri kalmışlığı bir gerçektir, ama bunu tamamıyla İslama bağlamak, sorunu basitleştirmektir ve ayrıca mantık kurallarına ve bilim metodolojisine uymamaktadır.”

“Belirli bir değer sisteminin belirli bir davranış üzerindeki etkisini ayırmak için uygun bir metoda sahip olmadan, İslam’ın gelişme üzerinde zararlı bir etkisi olduğunu iddia etmek yanlıştır. İslam’ın gelişme üzerine olumlu etkisi olduğuna dair karşı fikri ispat etmek de o denli zordur. Tüm Müslüman ülkelerin gelişmemiş olduğu gözlemi, her zaman böyle kalacaklarını gösteren delil teşkil etmez. Dahası, İslamın Müslüman ülkelerin geriliğinin sorumlusu olduğuna dair iddia edilen nedensellik de gerçeği ifade etmemektedir.”

“Bunlar İslam’ı, Müslümanların uygulamalarıyla karıştırma eğilimindedirler. İnananların dini prensiplere göre hareket etmeleri ideal bir durumdur, fakat gerçek, her dinin kurallarından her zaman sapmaların olabileceği şeklindedir. Eğer her Müslüman İslam’ın kurallarıyla yaşasaydı, ortada oldukça az problem olurdu. Müslüman ülkelerin tarihi, İslami kuralların yakından izlendiği zamanlarda, Müslümanların hayatın birçok alanlarında dünyayı yönettikleri gerçeğine şahitlik eder. Tarih ayrıca, Müslümanların İslami kurallara olan zayıf bağlılıklarından dolayı geriledikleri zamanları da göstermektedir.

“Bu yüzden suçlama, İslamın kendisinden çok Müslümanlara ve onların İslamı yorumlayışlarına yöneltilmelidir. Eğer aynı mantık pek çok günah ve sapkın davranış biçimlerinin kaynağı olan Batı dünyasına uygulanırsa, Hıristiyanlığın suçlanması gerekir ki, böyle bir sonuç doğru değildir.”

Yusuf Ziya Özcan’ın yazdıklarından çıkacak sonuç “Her müslüman İslama uygun yaşasa daha az sorun olur” düşüncesini savunduğu mu?

Yusuf Ziya Özcan bu makalede İslam ülkelerinin geri kaldığını söyleyenlerin “yöntem” eksikliğinden söz edip “İslamla İslam uygulamalarının karıştırıldığını” buradan yola çıkarak “saptırılmış İslam uygulamalarına bakanların da yanlış sonuca vardıklarını” söylüyor olabilir mi? Bu sonuca vurgu yaptığına göre de “Her Müslüman saptırılmamış islamı yaşasa daha az sorun olur” demesi normal değil mi? Buradaki “sorun” göndermesi yanlış “yöntem” kullanan bilim adamlarının ortaya koyduğu “sorunlara” yapılan bir gönderme değil mi? Gördüğünüz gibi “Yeni YÖK Başkanı’nın işi zor demekle” haklıyım... Hem sorun yumağı üniversitelerle uğraşacak, hem YÖK içinden alt etmeye çalışanlarla mücadele edecek, hem üniversitelerden gelen direnişi kıracak, hem de medyanın “cımbızlama” harekâtına karşı çıkacak...

Bugün, 13 Aralık 2007

Ali Atıf Bir

14.12.2007


 

‘Hukuk mukuk dinlemeyen’ hakimler

TESEV’in ‘ Demokratikleşme Programı’ çerçevesinde Prof. Dr. Mithat Sancar’ın gerçekleştirdiği yargıyla ilgili araştırmanın herkesi, ama özellikle de yöneticilerimizi alarma geçirmesi gerekiyor. Bu araştırmanın bulgularına dayanan ‘ Yargıda Algı ve Zihniyet Kalıpları’ başlıklı değerlendirme raporunda hakim ve savcılarımız hakkında hepimizi kara kara düşündürecek bilgiler var.

Bu araştırmanın ortaya çıkardığı en temel ve vahim gerçek, hakim ve savcılarımızın çoğunun ‘adalet dağıtma’yı kendi asli işlevleri olarak görmedikleridir. Çünkü bu ‘devletçi hukukçular’ kendilerini ‘devletin çıkarları’nın bekçisi olarak görüyorlar. O kadar ki, bunlar arasında, gerektiğinde ‘hukuk mukuk dinlemem’ diyebilenler gibi, insan haklarını ‘devlet güvenliği’ne feda etmeye hazır olanlar da var.

Yine bulgular gösteriyor ki, bizim hakim ve savcılarımız, ‘devletin güvenliği’ uğruna sadece adaleti değil demokrasiyi de harcamaya istekliler. Bunlardan bir tanesi ‘ben devletçi hukukçuyum’ diyormuş. Evet, ‘devletçi hukukçu’ların demokrasi diye bir kaygıları olmaması anlaşılır bir şey, ama hiç değilse adalet için böyle olmaması gerekmez mi?

Belki garip gelebilir, ama sahiden de ‘devletçi hukukçu’ olur. Hukukta devletçilik dendiğinde başlıca iki şey akla gelir. Birincisi, hukuku münhasıran devletin vaz ettiği normlardan ibaret gören ‘hukukî pozitivizm’dir. Bu doktrin hem pozitif hukukta ifadesini bulmuş olmayan ‘ilkeler’i, hem de resmen vaz edilmiş olmayan kuralları gözardı eder.

Ama bu anlamda devletçilik, hiç değilse ‘yasallık’la ve yasaların belirlediği çerçeve içindeki ‘adalet’le bağdaşır. Demek istediğim, bizim hakim ve savcılarımızın devletçi hukukçuluğu bu anlayışın da gerisindedir. Çünkü, bunlar ‘devletin çıkarları’ veya ‘devletin güvenliği’ derken, yasalar sistemimize zaten nüfuz etmiş olan devletciliğin de ötesindeki bir şeyleri koruma kaygısıyla hareket ediyorlar. Pozitif yasaları kendi iç mantıkları açısından değil de ‘devletin çıkarları’ gibi harici unsurların ışığında okuyorlar.

Hukukta devletçiliğin ikinci anlamı, hukuk devletinin en büyük düşmanı olan ‘hikmet-i hükümet’in hukuku ikinci plana itmesidir. Bu felsefe, hem hukuku—ki onu da bir ‘yasalar sistemi’inden ibaret görür—devletçi kaygılara bağımlı hale getirir, hem de adaleti başlı başına bir değer olarak görmez. İşte bizimkiler ‘ben devletçi hukukçuyum’ derken asıl bunu kastediyorlar. Görülüyor ki, öteden beri benim de ısrarla yazıp söylediğim gibi, Türkiye’de adaletle ilgili asıl sorun, yargının—değişen ‘siyasi iktidar’lardan önce—devletten bağımsızlığının ve sahici tarafsızlığının sağlanmasıdır.

Bu araştırmanın tek sevindirici tarafı, hakim ve savcılarımız arasında, adaleti, hukuk devletini ve insan haklarını ciddiye alanların da olduğunu göstermesidir. Şükür ki, ‘benim tek önceliğim adalettir, ben adaletin hakimiyim’ diyen, dahası hakimle ‘hukuk teknisyeni’ arasındakı ayrımın bilincinde olan hakimlerimiz de var. Mesele, bu zihniyetin bir azınlık tutumu olmaktan çıkıp genelleşmesini sağlamaktır.

Star, 13 Aralık 2007

Mustafa Erdoğan

14.12.2007


 

Merkez sağın asıl damarı

(...)AKP’nin oy tabanında büyük parsel ılımlı sağdan alınan oylardır. Bir bakıma emanettir.

Daha önce o parselin egemen partisi ANAP’tı. Şimdi sizlere ömür.

Buna karşılık... Serbest Fırka, Menderes ve Bayar’lı DP’nin uzantısı olan Demirel’in DYP’si “asıl damar”dır. O nedenle... AKP’nin siyasetteki fiyakasını sadece “sol CHP’nin” bozabileceğini sananlar, geleneksel sosyal demokrat oy oranının sadece yüzde 28-30 dolaylarında olduğunu görmeliler. Geri kalan yüzde 68-70 oy sağ kanadın... Orada AKP’yi yalnız bırakmamak gerek.

MHP, bu boşluğu dolduracak hacimde hiçbir zaman olamadı.

Ilımlı sağı sadece bir kez,—o da karşısında “kıymet-i harbiyesi olmayanların” seçim döneminde—geçti.

AKP kurmayları bunun bilincinde. Kalın çizgisini kendi zihniyetinde kemikleşmiş olanlarla sürdürüyor, kadrolaşıyor. Ilımlı sağ, ılımlı sol ve liberallerle ise vitrin düzenliyor.

İşin özü, Türkiye siyasetinin güçlü bir orta sağ siyasi partisine ihtiyacı var.

DYP, ormanda uyuyan güzel gibi, bir hayat öpücüğüyle canlanabilir.(...)

Milliyet, 13 Aralık 2007

Güneri Civaoğlu

14.12.2007


 

Devlet politikası olmalı

Demek ki, hükümet ile Genelkurmay’ın “terörle mücadelede yeni safha, yeni sayfa” ya dair mutabakatı yokmuş!

“Devlet politikası” diye bir şey oluşmamış.

“Duruma göre”, iktidar öyle bir hava veriyor, Genelkurmay sadece ve kısa bir süreliğine izliyormuş.

Demek ki, Milli Güvenlik Kurulu’nda filan düşünülüp tartışılıp bir yere varılmamış.

Çünkü, “devlet içi görüşmeler”de birbirlerine ne diyorlar, bilmiyoruz ama, Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt bir sempozyumda, “dağ” bir yana, Kızılay ile Çankaya arasında bir yeri işaret edip “PKK Mecliste” dedi.

Bu durumda, ne yapılmalı?

Sanırım Org. Başbuğ’un bir süre önce kaydettiği “Dağa çıkışı engellemekte başarısız olduk” teşhisine de zımnen atıf yaparak ortaya çıkan, hükümetin (devletin?) “Dağa çıkmanın önlenmesi, dağdan inişin sağlanması” şeklindeki formülü şöyle mi olmalı:

“Meclis’e çıkışın önlenmesi, Meclis’ten inişin sağlanması”.

O zaman, şu andaki “acil iş” bu mudur?

Devletin yapması gereken, hükümet ile Genelkurmay’ın uzlaşması gereken bu mudur?

DTP üstündeki PKK gölgesi, yer yer kumandası elbette meçhul değil.

Ama DTP Meclis’e arka kapıdan gelmedi.

Seçim mi meşru değildi yoksa?

AKP’nin Güneydoğu’da, “bölge partisi”nin ülke barajına takılması sayesinde önceki seçimde olduğu gibi “almadığı oyları” da kazanç hanesine yazarak “daha fazla milletvekili” çıkarmaması için, “bağımsız adaylara yeşil ışık” bir devlet tercihi değil miydi?

1.5 milyon insan, bile bile, o bölgeyi de o gölgeyi de bizzat yaşayarak, bilerek ve tercih ederek o adaylara oy verdiğinde, o oyların sahibi her seçmenin hanesi için “PKK şu evde, bu evde, şu köyde, bu mezrada, o ilçede, şu kentte” mi demeliyiz? Belki, açıkça öyle demeliyiz.

İyi de, “3 bin kişilik terör örgütü” ile “1.5 milyon seçmen ve çoluk çocuk en az 5 milyon insan”ı, onların oy verdiklerini “tamamen aynı” saymak, “akıllı bir devlet”in işi midir, yoksa zaten tam da “terör örgütü”nün istediği midir?

Kaldı ki, “terör örgütü” ile “Meclis’tekiler” de öyle, söylendiği şekliyle “Eve Dönüş”e bayılmıyor.

İstedikleri, düşündükleri gibi bir şey değil muhtemelen.

Silahlı (ABD gibi büyüklerin elinde maşalaşmış, Kuzey Irak’ta da tahakküm peşinde, İran’a musallat olmuş, uyuşturucu trafiğine dalmış) bir örgütün kendi sonunu tahayyül etmesi, bunu söylendiği gibi “siyasallaşarak” dahi arzu etmesi pek kolay, kolaylık bir yana, örgüt aristokrasisi için istenir şey değil.

Başkaları da, başta muhalefet, “Eve Dönüş”ün doğru olup olmadığını elbette tartışmalı.

Ama bir devletin de, gına geliyor artık, hükümetiyle Genelkurmay’ının, sivil ve askeri bürokrasisinin üstünde uzlaştığı asgari müşterek filan değil, bir “devlet politikası” olmalı.

Birden bire seferberlik ilanı gibi bir “mutabakat”a, oradan da sanki “yeni politikalar uygulamak” üstünde bir noktaya da gelinmişti.

Meğer, bizim devletimiz savruluyormuş.

Bir gün savaşa koşuyor, öteki gün başka çözümler tasarlıyor, bir sonraki gün ise içinden yarılıyormuş.

Zaten Başbakan da dün birden “Yeni plan yok” deyiverdi. Tamam, “Plan yapmayın, plan”.

Sahi, kim yönetiyor bu devleti!

Akıl kimde, fikir kimde, dümen kimde, gaz ile fren kimin ayağı altında?

Sabah, 13 Aralık 2007

Umur Talu

14.12.2007


 

Yalanı bırakın, hep tutucuyduk!

12 Mart darbesinden bir ay kadar sonraydı sanırım. Lise öğrencisiydim.

Bir gün... Dersleri bitirip okuldan yakayı bağrı açarak sokaklara koştuğumuz bir vakit...

Mahalle bakkalının önünde park etmiş askeri Jeep’in yanından geçerken içinden şöyle bir ses geldi: “Oğlum o kolyeni ve künyeni çıkart bakayım! Saçlarını da git hemen kestir. Hiç Türk çocuğuna yakışıyor mu bunlar? Yarın da buradayım, kontrol edeceğim.”

O günlerde elbette bütün siyasal gelişmelerden haberdardık. Her gün gazeteleri heyecanla okuyor, radyoyu tedirginlikle dinliyorduk.

Üstüne üstlük annem daha darbenin ilk saatlerinde birçok kitabımı sobaya atıp yakarak ilk şoku yaşatmıştı bana!

Ama bu “Jeep”ten gelen sıradan ve gayet kişisel “militer tehdit”in arkasındaki sosyolojik gerçeğin yarattığı etki daha sarsıcı olmuştu üzerimde.

Çünkü İstanbul’un dünyadan ve Türkiye’den haberdarmış gibi yapan ama aslında “hiç bunları dert etmeye değer bulmayan” bir semtinde, Moda’da oturmak böyle bir şeydi o zamanlar.

Ülke hakkındaki entelektüel-siyasal tezlerimizin haddi hesabı yoktu, ama tutuculuğun Tercüman gazetesinin militan yazarlarına, evlere temizliğe gelen kadınlara ve çok uzaklardaki kasabalara has bir şey olduğunu sanmaktan kendimizi alamıyorduk.

Türk toplumunun köklerinden tutucu olduğu kafamıza çakılıncaya kadar çok yıllar geçti.

***

Bakıyorum da...

Bugünün CHP’lileri, bir kısım okumuş yazmışları ve medya düşünürleri hâlâ benim çocukluğumun Moda’sında takılıp kalmış gibi...

Kafalarında uydurdukları “ilerici-çağdaş-laik-yenilikçi” Türkiye tablosunu ülkenin tamamının gerçeği olarak kabul edip şimdiki gelişmeleri dehşetle değerlendiriyorlar: “Eyvah, muhafazakârlaşıyoruz!”

Dürüstçe “AKP’ye karşıyım, türbandan iğreniyorum” deseler! “Ülke gitgide partizan bir kamu düzenlemesine sahne oluyor” deseler!

Tamam!

Ama yalan bir geçmiş tablosu üzerine güncel dehşet senaryoları yazmak ayıp!

Bu yapılan sosyoloji değil çünkü, düpedüz siyaset!

Türkiye hep muhafazakârdı!

Türk halkı hep inançlarına ve geleneksel değerlerine tutucu biçimde bağlıydı.

(Bana sorarsanız, asıl tartışılacak şey, muhafazakârların muhafaza edilmeye değer hiçbir şeyi doğru düzgün muhafaza etmemiş olmalarıdır. Ata yadigârı sebil çeşmeleri çöplüğe çevirmemiz gibi, değerlerimizi de kırık dökük kıldık!..)

***

Bir kere söz konusu araştırmaların medyada kullanılma biçimi çok sakat ve fazla maksatlı!

Önceki on yıllar boyunca yapılmamış, hiç üzerinde odaklanılmamış alanlarda araştırmalar yapılıyor.

Sonra da çıkıp “ülke giderek şöyle şöyle oluyor” deniyor. O “giderek”i nereden çıkartıyorsun canım kardeşim! Daha önce de araştırması vardı da, onu mu kıyaslıyorsun?

Ama “giderek mufazakârlaşıyoruz” tezlerini ileri sürenler samimiyse hiç değilse siyasete bakabilirler!

Mesela (...)ne zaman iktidardan düşse sandıktan yeniden çıkabilmiş Süleyman Demirel’e bakmalarını tavsiye ederim!

Neydi Demirel, nasıl bir siyasetçiydi?

(...)Muhafazakâr sağın simge lideriydi.

Peki bugünkü Türkiye’de bir fark var mı?

Var.

Türkiye’nin daha önce kendi kuytusunda varlığını sürdüren; Adalara Modalara çıkmayı aklından bile geçirmeyen kesimleri kabuğunu kırıyor!

Yarı tutucu, yarı uçucu yeni bir dünya doğuyor.(...)

Vatan, 13 Aralık 2007

Haşmet Babaoğlu

14.12.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri