Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 17 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Hepsi de peygamberlerini yalanladılar ve azâbımı hak ettiler.

Sâd Sûresi: 14

17.12.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Gücünün yettiği kadar, israfa kaçmadan sadaka ver. Cimrilik etme ki, Allah da senden ihsanını kesmesin.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 539

17.12.2007


Fikr-i hürriyet, vahşet ve istibdâdı kaldıracak

Suâl: “Heyhât! Nasıl, hürriyetimiz umum âlem-i İslâmın hürriyetinin mukaddimesi ve fecr-i sâdıkı olur?”

Cevap: İki cihet ile:

Birincisi: Bizde olan istibdat, Asya’nın hürriyetine zulmânî bir sed çekmişti. Ziyâ-yı hürriyet o muzlim perdeden geçemezdi ki, gözleri açsın, kemâlâtı göstersin. İşte bu seddin tahribiyle, fikr-i hürriyet Çin’e kadar yayıldı ve yayılacaktır. Fakat Çin ifrat edip komünist oldu. Âlemdeki terazinin hürriyet gözü ağır geldiğinden, birden bire terazinin öteki gözünde olan vahşet ve istibdâdı kaldırdı, git gide kalkacak. Eğer siz sahife-i efkârı okusanız, tarîk-i siyaseti görseniz, hutebâ-i umumî olan, doğru konuşan cerâidi dinleseniz, anlayacaksınız ki: Arabistan, Hindistan, Cava, Mısır, Kafkas, Afrika ve emsallerinde o derece fikr-i hürriyetin galeyanıyla, âlem-i İslâmın efkârında öyle bir tahavvül-ü azîm ve inkılâb-ı acîb ve terakkî-i fikrî ve teyakkuz-u tam intâc etmiştir ki, bahasına yüz sene verseydik yine ucuzdu. Zira hürriyet, milliyeti gösterdi. Milliyet sadefinde olan İslâmiyetin cevher-i nuranîsi tecellîye başladı. İslâmiyetin ihtizâzını ihbar etti ki, herbir Müslim, cüz-ü fert gibi başıboş değildir. Belki herbiri, mürekkebât-ı mütedâhile-i mütesâideden bir cüzdür. Sair eczâlarla câzibe-i umumiye-i İslâmiye noktasında birbiriyle sıla-i rahimleri vardır. Şu ihbar bir kavî ümit verir ki, nokta-i istinad, nokta-i istimdad gayet kavî ve metindir. Şu ümit, yeisle öldürülen kuvve-i mâneviyemizi ihyâ etti. Şu hayat, âlem-i İslâmdaki galeyan eden fikr-i hürriyetten istimdad ederek, umum âlem-i İslâm üzerine çökmüş olan istibdâd-ı mânevî-i umumînin perdelerini parça parça edecektir.(Hâşiye) “Ümitsizliği adet edinmiş kimseye rağmen.”

İkinci cihet: Şimdiye kadar ecnebîler bahane mahane tutarlardı. Milletimizi eziyorlardı. Şimdi ise, ellerinde uruk-u insaniyetkârânelerine veya damar-ı mütaassıbânelerine veya âsâb-ı dessasânelerine dokunduracak, ellerinde serrişte-i bahane olacak öyle nokta bulamazlar. Bulsalar da tutamazlar. Bâhusus medeniyet, hubb-u insaniyeti tevlid eder.

Hâşiye: Lillâhilhamd, kırk beş sene sonra parça parça etmeye başladı.

Münâzarât, s. 63

Lügatçe:

fecr-i sâdık: Gerçek aydınlık.

ziyâ-yı hürriyet: Hürriyet ışığı.

muzlim: Karanlık veren, karanlıklı.

hutebâ-i umumî:

Umumun hatipleri.

cerâid: Gazeteler.

tahavvül-ü azîm: Büyük değişim.

terakkî-i fikrî: Fikren ilerleme.

teyakkuz-u tam: Tam bir uyanıklık.

intâc: Netice verme.

mürekkebât-ı mütedâhile-i

mütesâide: Çoğalarak ve gelişerek birbiri içine giren şeylerden oluşan karışımlar.

uruk-u insaniyetkârâne: İnsanlığa yakışır haller, huylar.

damar-ı mutaassıbâne: Taassub damarı.

âsâb-ı dessasâne: Aldatma damarı.

serrişte-i bahane: Bahane için ipucu.

hubb-u insaniyet: İnsanlık sevgisi.

17.12.2007


Bir yıl dediğin...

Geçip giden zamanlara nakış nakış işlenmiş, tarihe birer birer kaydedilmiş filmlerdir yaşanan yıllar… Baharıyla, yazıyla, acısıyla, tatlısıyla kum saatinin imbiğinden süzülüp akan, her nefeste biraz daha eksilen, her gün de biraz daha tükenen yıllar…

Tükenmez hayallerle bir ajandaya yazılan, lâkin üç yüz altmış beş gün’lere sığmayan yıllar… Bazen deli dolu, bazen durgun, bazen de coşkun akan çılgın yıllar…

Bazen ağızlarda eriyip giden çocukluktan kalma bir şeker tadı, bazen de gelecek sabahların diğer adı…

Bir yıl dediğin nedir ki? Hayatın tozlu yollarında attığın bir adım gibi, içtiğin bir bardak sudaki bir yudum gibi bir yıl. Çarpan kalbinin her atışı, gözlerinin uykuya her dalışı… Ama her defasında farklı, sıra dışı yıllar…

Bazen daha dün gibi, bazen bugün gibi, bazen de sürgün gibi yaşanan yıllar…

Her yıl yola çıkan bir kervan gibi… Duraklamak yok, geriye dönüş yok, kaybolmak yok zaman çölünde. Her seyyah hasretini içinde biriktirip ilerlerken, yükselen her çığlık bir Leyla sesi, inleyen her yaralı bir Mecnun nefesi…

Her yıl zaman ipinde bir tesbih tanesi… On iki ay ise bu tanenin tentenesi.

Her yıl bizden bir şeyleri sırtlanıp götüren içli bir tren sesi… İçinde yalnızlıkları barındıran, mutlulukları, hüzünleri barındıran, suskunlukları, haykırışları taşıyan ve gittikçe uzaklaşan…

Kimi zaman kar, boran, kimi zaman sis, duman yaşanası yıllar… Tutamadığımız baharları avuçlarında tüketen, hayalleri hep bir başka bahara erteleten yıllar…

Oyunlar, oyuncaklar, acizlikler, pişmanlıklar, korkular, gülüşler, özlemler ve daha ne varsa insana ait hepsi yılları taşıyan vagonların içinde…

Ve üzerine çiğ düşen yalnızlıklar…

Dalından düşen bir yaprak gibi bir yıl, zaman okyanusuna karışan bir katre gibi yıl… Bir fincan kahve gibi ama hatırı kırk yıl değil bir ömür kalan… Her yıl yüzümüzde ve kalbimizde bir iz bırakan, yağmurlarıyla ıslatan, güneşleriyle kurutan… Buğulu camların ardında gözü yaşlı baktıran… Ruhumuzun en ücra köşelerinde kokusunu bırakan yıllar…

Bir yılın yorgunluğunu atamamışken üzerimizden, yorgun bir yürekle yeni bir yılı göğüslemeye çalışmak her yıl sonu… Hatıralarla işlenmiş örtüsünü geçen yılın üzerine çekerek, hesapları yeni yıla devretmek…

Ve sen seher vakitlerinde ayyuka çıkmış hıçkırıklarla akıp giden hayatının muhasebesini yaparken bütün kayıplarının ardından sana gelip sığınan yeni bir yıl vardır.

Yeni bir sayfa açılır önüne bembeyaz… Teslim olunur avuçlarına… Geleceğe dair umutlarının sesi olur, hayallerinin yeni bir elbisesi olur. Gideceğin yeni bir adresin olur. Yazacaklarının güftesi ve bestesi olur. Hayatının neşesi ve âhengi olur. Zayıf bedeninin direnci olur.

Gurbet akşamlarından kalan hüznünü paylaşır. Sana şefkat eliyle yaklaşır. Taze kan olur damarlarına karışır. Seni alır yeni bir yolculuğa çıkarır.

Yıllarla birlikte akıp gidersin zamanın içinde. Bir siyah, bir beyaz yolculuğun içinde gece gündüz yol alırsın.

Mehtap YILDIRIM

17.12.2007


BİR KISSA, BİN HİSSE

Ebû Abdullah Merrakûşî Hazretleri, Resûlullah Efendimizin şefaatlerine kavuşmak hususunda bir eser yazdığı esnada başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlattı:

“1239 senesinde Sader kalesinden seçkin bir cemaatle beraber çıktık. Yanımızda bize kılavuzluk eden biri vardı. Bir müddet gittikten sonra suyumuz tükendi. Durup, su aramaya çıktık. Su aradığım bir tepenin kuytu bir yerinde müthiş bir şekilde uykum geldi. Başımı yere koyuverdim. Uyumuşum.

Uyandığımda kendimi çölün ortasında yapayalnız buldum. Arkadaşlarım beni unutup gitmişlerdi. Yalnızlıktan büyük bir korkuya kapıldım. Çölde sağa sola yürümeye başladım. Nerede bulunduğumu, nereye gideceğimi bilemiyordum. Her taraf dümdüz kumdu. Az sonra hava karardı. Yolculuk yaptığımız kafileden hiçbir iz yoktu. Ben, gece karanlığında yapayalnızdım. Korkum daha da şiddetlendi. Telâşla daha sür'atli yürümeye başladım. Bir müddet gittikten sonra, çok susamış ve yorulmuş bir hâlde yere düştüm. Artık hayatımdan ümidimi kesmiş, ölümümün yaklaştığını hissetmeye başlamıştım. Susuzluk ve yorgunluktan, ıztırap ve elemim son haddine varmıştı.

Birden aklıma geldi. Karanlığı delercesine:

“Ya Resulallah! Yetiş! Allah’ın izniyle bana yardım et!” diye inledim. Sözümü bitirir bitirmez, birinin bana seslendiğini duydum. Sesin geldiği tarafa baktığımda; gece karanlığında, etrafına ışıklar saçan, bembeyaz elbiseler giyinmiş, o zamana kadar hiç görmediğim bir kimsenin beni çağırdığını gördüm. Bana yaklaşıp, elimi tuttu. O anda bütün yorgunluğum ve susuzluğum kayboldu. Yeniden doğmuş gibi oldum. Ona canım birden ısınıverdi. El ele bir müddet yürüdük. Hayatımın en tatlı anlarından birini yaşadığımı hissettim. Bir kum tepeciğini aşınca, beraber yolculuk yaptığım kafilenin ışıklarını görüp, arkadaşlarımın seslerini duydum. Onların yanlarına doğru yaklaştık. Benim bindiğim hayvan en arkada onları takip ediyordu. Birden gelip önümde durdu. Bineğimi önümde görünce, sevinç çığlıkları attım. Ben bağırınca, benimle gelen zat elini elimden çekti ve gözden kayboldu.

O zaman onun Resulullah Efendimiz olduğunu fark ettim. O, geri dönüp giderken, çevresine yaydığı nurların gece karanlığında göğe doğru yükseldiği görülüyordu. O, gözümden kaybolunca, birden aklım başıma geldi; “Nasıl olup da ben, Resulullah Efendimizin elini ayağını öpmedim.” diye çırpındım.

Ama iş işten geçmişti.

Süleyman KÖSMENE

17.12.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri