Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 21 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Terör yasa ile önlenir mi?

Terör olaylarının inişe geçtiği sanıldığı bu günlerde, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın teröristlere karşı yaptığı “analarınızın ve babalarınızın evine dönün, elini kana bulamayanlar, tetiği çekmeyenler bu ıztıraba daha fazla dayanmasın” yolundaki mesaj kamuoyunda çok etkili olmuştur. Başbakanın bu mesajı bayram arefesinde açıklamasının bir sebebi de insanlarımızı duygusal yönden yakalayıp sonuç alabilir miyiz düşüncesinden kaynaklanmıştır. Verilen bu mesajı irdelemek, yararını ve zararını ortaya koymak isteriz. Ancak bu tahlili yapmadan önce, Af Kanunları konusunda veya affı doğuran, çeşitli adlarla çıkarılan yasaların ne getirip ne götürdüğünü kısaca değerlendirmek istiyoruz.

Cumhuriyetten önce af zatı şahanenin bir tasarrufuydu. Meşrûtiyet meclisleri bile, padişahın emri, fermanı, muvafakatı olmaksızın af konusunu gündeme dahi getirmezdi. Cumhuriyetle birlikte bu iş hükümetlerin ve meclislerin yetkisine geçti. Tabiki özel aflar, daima cumhurbaşkanının yetkisinde olmuştur. Zaten yasa da bu yoldan başka bir yolu hiçbir makama vermemiştir.

Cumhuriyetin kurulmasından bu yana geçen 85 yıl içerisinde kaç af kanunu çıkmıştır? Sayısını şu anda bilemem ama inanıyorum ki mutlaka bir düzineyi geçmiştir. Hele bazı dönemlerde, birbiri ardına af yasaları yarışarak çıkarılmıştır.

Hükümet ve meclislerin çıkardığı bu af yasaları, Türkiye’ye ne getirmiş, ne götürmüştür ve istenilen gaye tahakkuk etmiş midir, istenilen sonuca varılmış mıdır, bilemiyorum. Ancak üniversitelerimizin Hukuk ve Sosyal Bilimler Fakültelerinin ve Adalet Bakanlığının bu konuda bilimsel çalışmalar yapmasını ve açık tablolar ile sonuçların açıklanmasını özellikle öneririz ve dileriz. Bundan bilim adamları, ceza ve infaz hukukçuları, siyasetçiler ve devlet adamlarımızın ve en önemlisi de Adalet Bakanlığının genişçe yararlanacağına inanmaktayız.

Terörle mücadele konusunda, çeşitli adlar altında yasalar çıkarılmıştır ve bu yasalarla terörden kurtulunacağına ve terörün sonuçlanacağına, bitip cılızlaşacağına inanılmıştır. Nitekim 5.6.1985 tarihinden itibaren 22 yılda terör konusunu kapsayan, terörün azalmasını ve teröristin topluma kazandırılacağı inancı ile 3216, 3419, 3618, 3853, 4085, 4450, 4537, 4959 sayılı sekiz yasa çıkarılmıştır. Böylece iki üç yılda bir çıkarılan yasalarla istenilen hedefe varılamamış ki, şimdi dokuzuncu bir yasa çıkarılma havasına girilmiştir. Bu yasaların sayısı dokuz değil on dokuz dahi olsa sonucun azalması ve bitmesi şöyle dursun, terörün azan bir şekilde artacağından hiç kimsenin şüphesi olmasın.

Bu sekiz affı bir köşeye bırakın, biz ayrıca çıkardığımız 5237 sayılı, 2005 yılında yürürlüğe giren Türk Ceza Kanununda etkin pişmanlık başlığı altında çok uzun bir madde halinde bu teröristler için hüküm getirdik ve bu madde hâlâ yürürlükte bulunmaktadır. Yeni ceza yasası yürürlükte kaldıkça, bu madde de yürürlükte kalacaktır ve diğer çıkarılan özel yasaların koyduğu gibi 6 ay-1 yıllık sürelerle konulmamıştır.

Bu hüküm, etkin pişmanlık başlığı altında, birçok ihtimaller içinde bulunan çok sayıda teröristin yararlanmasını sağlamaktadır. Teröristlerin kendiliğinden vazgeçmesini değil yakalananlara, suç işleyenlere dahi uygulanmayı sağlayan hükümler bulunmaktadır. Bu madde var oldukça yeni bir yasasının çıkarılmasına gerek yoktur. Olsa olsa yeni ceza yasasının bu maddelerini, bastırıp dağa, taşa yaymak, dağıtmak, atmak yolu ile teröristlere ulaştırmak düşünülebilir.

Barolar Birliğinin bir kongresi dolayısıyla gittiğimiz Diyarbakır’da ve geçen yıl bir ödül töreni dolayısıyla bulunduğumuz Van’da en kıdemli rütbeli subaydan ve devlet yetkilisinden en basit işsiz insana kadar yaptığımız görüşmelerde ve yerel radyo ve TV’lerde, terör konusunda edindiğimiz intiba şudur: Terörü kurutacak, bitirecek yol, ne toptur, ne tanktır, ne de hava savaş filolarıdır. Bu bölgelerdeki insanımızı, batıdaki insanımız gibi, hayat ve geçim sıkıntısından kurtardığımızda sorun çözümlenecektir. Orada sarfedilen harp malzemesinin fiyatı, oraya yatırım olarak sarf edilirse o bölgeler, Paris’e döner.

Tercihi ortaya koyarken; bin dikkat etmek gerekir.

Av. Turgut İNAL

21.12.2007


Türban ve kurban

Türkiye’nin gündemini meşgul eden ‘türban’ (daha doğrusu başörtüsü) meselesi hakkında ilgili, ilgisiz herkes konuşuyor. Kimisi sadece bir şeyler beyan etmek isterken, bazıları da olur olmaz şeyler ifade etmeye çalışıyorlar. Güya kılık kıyafet serbest olursa, kara çarşaflılar okulları istilâ edermiş. Tartışmalar medyada dile getirilmekte. Şimdi aydın diye geçinen bazı kişilere sormak lâzım:

Sıcak havalarda, çarşı pazarda plaj kıyafetiyle dolaşan var mı?

Sesinizi duyar gibiyim: Yok, diyorsunuz.

Peki bunu engelleyen bir kanun var mı?

Gene ‘yok’ dediniz.

O zaman şunu anlıyoruz: Toplumsal yapımız, gelenek ve göreneklerimiz böyle bir şeye engel oluyor. Yani kılık kıyafet serbestisi üniversitelerde olsa (ki olması gerek) başörtülü öğrenciler anayasanın verdiği okuma hakkını kullanmış olacaklar. Bunun ne zararı var? Aslında başörtü dışındaki kılık kıyafete kimsenin baktığı mı var? Aşırı makyaj, mini etek, cinselliği çağrıştıran kıyafetlerle gelen birçok öğrenci, hatta kamu çalışanı yok mu? Eğer birilerinin bundan rahatsız olduğu söz konusuysa, bir çok insan bu tür kıyafetlerden de hoşlanmıyor.

Dünyanın her yerinde, üniversitelerde başörtüsü serbest iken bu inat niye? Bundan anlaşılan o ki; birileri başörtüsü meselesini kendisine bahane olarak görüyor. Zaten toplumda en çok istismar edilen iki şey var: Biri milliyetçilik, diğeri de inançlar.

Aynı şey ‘kurban’ için de geçerli. Bilir bilmez, ulu orta herkes fikir beyan edebilmektedir. Neymiş efendim, kurban kesme yerine sadaka verseymişiz daha faydalı olurmuş. Kardeşim, sadaka verdin de seni engelleyen mi oldu? Hem senin sadaka vermeye de niyetin yok, kurban kesmeye de. Bırak bu konuları, gerçekten dert edinenler, kurban kesecekler düşünsün. Çok meraklanma, Allah rızası için kurban kesenler, gene O’nun rızası için de sadaka vermesini de bilirler. Kurban, aynı zamanda sosyal bir dayanışma değil mi?

Bu yüzden lütfen herkes işiyle meşgul olsun. Milletin ‘türban’ına da, ‘kurban’ına da ilişilmesin.

Bütün mü’minlerin Kurban Bayramını tebrik eder, insanlığa barış, huzur ve mutluluk getirmesini temenni ederim.

Mehmet ÇALIŞKAN

21.12.2007


Ömer’e mektup

Sevgili Ömer,

Kahır yüklü sözlerin yüreğimi paramparça etti çaresizlikten. Ama ne gelir elden. Sen ki kocaman şehirlerde cihana nam salmış üniversitelerde âlî ilimlerle meşgul olmuş, profesörlük makamına kadar urûc etmişsin ama bir Fazıl Say kadar hörmetin yoksa bunda benim suçum ne? Ne diyorsun anlamadım, sen de mi ülkeyi terk edeceen… Zaten geldiğin mi var ki.. Anladım, işletiliyoruz akşam akşam.

Bu dünyada işin iş. Oku kitabını, geç dalganı. Om mani padme hum.

Aziz kardeşim, sen de bal gibi biliyorsun ki akademisyenlik burjuva çocuklarının işidir. Değilsen âlemin maskarası yaparlar adamı.

Muhterem validen, senenin muayyen günlerinde evinizde toplanan yakın dostlarınıza piyano resitali veremiyorsa (viyolensel de idare eder), peder-i şahaneniz malikânenizin alt katındaki millî kütüphane kılıklı çalışma odasının tam da orta yerinde Mozart’ın bilmem kaçıncı senfonisinin nağmeleri ruhunu ihtizaza getirirken sırtında robe de chamber’ı ağzında purosu, umur-u devletin en hassas şuunatıyla iştigal ederken sen Fransız mürebbiyelerin sakladığı le bomp marka kalemle ev ödevini hazırlamakla meşgul değilsen. Hele bir de kız kardeşin erkek arkadaşı ile tenis oynarken taşra çıkan topların sahaya avdetine gayret sarf etmemişsen... Git köyünde imamlık yap.

Ya da köyün öküz yoluna giden kuytu yerine kondurulmuş ahırdan bozma mektebin derslik adı verilen bir göz odasında sümüklü veledlere okuma yazma öğret. Sevap kazan.

Yok madem girmişsin bu çukura. Salla başı al maaşı. Bir de ünvan verirler. Onunla da sulb-i sağire kerimenin zavallı öğretmenine hava basarsın. Ha bir de evdeki kaşık düşmanı hastalanınca mekteb-i tıbbiye’de bir parça itibar görürsün. Mıktarın kızı hususi odalarda yatar, kokulu burculu hemşirelerden iltifat görür de köyde anlatacak malzeme çıkar.

Yok ben bunlar için okumadım illa da diyecek bir şeyim var diyorsan ağzını açtın mı ağzını yırtarlar. Senin gibi garibin üniversitede işi ne, vururlar dişine dişine.. (Vay be amma da lâf ettim) Shanti Shanti. Ey aslan parçası, sen Dante’yi 30’unda tanıdın be… Aydınlanma felsefesini biliyom, bu konuda doktora tezim var diye boşuna böbürlenme. Sen Şerif Mardin’le oyalanırken entel dantel diye alay ettiğin tatlı su balığı postmodern Levant tosuncukları; Spinoza, Newton, Copernik, Galile, laplace, Descartes’ın defterini dürmüştü de Rousseau’yu dansa kaldırmıştı bile. Ama nerde sende o feraset! Francis Bacon’un aydınlattığı ışık huzmelerinden şeytanın yardımcısı Catherine Clement’le Nirvana’da buluşarak gündelik hayatı örgütlediğin zehabına mı kapıldın yoksa. Daha david Hume la Immanulle Kant arasındaki mesafeyi ölçecek parametren bile yok, düştüğün anakronide Farabi türküleri söylüyosun.

Yemezler dostum. Beğenmediğiniz Takiyüddin bile İbranice biliyordu. Soyadı kanununda dedesinin mesleğini alan adaşın, Teo İle İspanyolca gizemli yolculuklara çıkarken Sofi’nin dünyasında Robin Sharma’dan aldığı ikinci el Ferrari ile dolaşıyordu. Ahlâksız Nietzsche’nin “Also sprach Zarathustra” dediğine bakma sen. Zarathustra (Zerdüşt) onu görünce hayasından yüzünü kapattı. Ayrıca Andrian Helvetius’u da Sultan Abdülaziz’in makarona aşkına Milano’dan getirtip Ortaköy’ün köy olduğu zamanlarda arpalık verip semirttiği bir dönmede adını helvacızade Sadullah Efendi olarak değiştiren top yapımıyla meşgul damadının küçük oğlu Maksudi ile karıştırma. Auguste Comte’un müridlerinden Abdullah Cevdet’in Fünun ve Felsefe’sindeki saçma fikirlerle zihnin teveşşüş etmişse bir mağaraya çekil, bir nebze teneffüs et. Lois Rene de Caradeukus’un aydınlanma dediği şey batının karanlığından doğunun ışığına ulaşma çabasıdır gerçekte. Gothold Ephraim Lessing’in son müridi Roger Garaudy bu ışığı gördü de İslâmın hidayet nuruyla ışıklandığında ismini ‘reca’ olarak tesmiye eyledi. Bu arada Thomas Hobbes’la sıhri mukarebeti bulunan Sabetay Sevi’nin torunlarından Zihni Efendi’nin John Locke’un boş levha kuramını içimize bir fesad âleti olarak soktuğu noktasındaki rivayetler sana da ulaşmıştır umarım. Berkeley’den etkilenen Emile Durkheim’in Ziya Gökalp’ın mefkûresine neler yaptığını bilmeyen kaldı mı?

Aziz dostum kusura kalma, bugün de ukalalığım tuttu. Zaman akıp gitmiş, Sürç-i lisan eyledimse affola...

Urganizade Mehmed Rıza

21.12.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri