Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 22 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Bayramın kutlu olsun

Hani her bayram gelişi bir hatırlatma bâbında çok şey sunarmış. Elde ne varsa gönle akan bir şelâlenin duru ve akıcılığın aynen misaliymiş. Gören gözün, duyan kulağın müşahede yönünden en bariz bekçisi olması ona bu vaziyeti ayan gibi gösterirmiş. Hafızada saklı olanı hatırlamak için yaptığı mücadele, vicdan karışınca teslim olmak ve gereği neyse onu yapmak gerekirmiş. Geç kalınsa bile telâfi yönü ağır bastığında; hadi en azında bu bayram vesilesiyle git yanına. Şimdi pencerelerde bekliyordur. Gözü yaş ve umutla. Araya giren dört yıla rağmen beklendiğini hisset. Bu düşünceni fiiliyata döküp geri kalanı tamamla. Özellikle bayrama yakın her sene aklına gelen o gidişini erteleme. Belki erteleyecek zaman olmaya bilir.

Selim bu düşüncelerle sabahı etmişti. Uyku gözüne girmek bilmediği bir gecenin sabahında, her bayramda ertelediği gidişini yapma niyetiyle bayram namazına gitti. Dört senedir vicdanına sakladığı bu vefasızlığı artık onu yakmaya başlamıştı. Namazın akabinde gerçekleşen bayram kutlaması ona yüzündeki sevinç izini belirtili kılmıştı. Yüz asılır mıydı bu mübarek günde? Zaten, onu göreceğini düşününce yüzünde mutlu olma ifadesi belirginleşiyordu. İçten vicdanın bir rahatlaması olabilirdi. Ama daha çok mutlu olmak için erkendi. Gözlerinin başka bir göze bakacağı ana kadar teselli bulmamalıydı. Yapacağını biliyordu; bu da resmileşmemiş bir fiildi. Eve doğru giderken halinden heyecanlı olduğunu az çok onu görenler anlamış gibiydi. Hem hızlı adımlarla yürüyor hem de gözleri dolmuş bir vaziyetteydi.

Eve girdiğinde hanımı kahvaltıyı hazırlıyordu. Hanımın bayramını kutladıktan sonra:

-Hemen çocukları da kaldır. Kahvaltıdan sonra çıkıyoruz.

- Nereye?

Selim kalbinin sözünü diline sirayet ettirerek, acı ve esefle:

-Anneme. Yani huzur evine gidiyoruz.

Hanımı şaşkın ve biraz sitemle:

-Geç kalınmış bir ziyaret olmayacak mı?

-Biliyorum; geç kaldık hem de çok. Belki anne yüreği bu dört yıla, bu aranmayan senelere rağmen affedebilir. Annelik duygusuna güveniyorum.

-Bana kalırsa yine çok güvenme. Kırılan bir kalp anne kalbi de olsa bağışlamayabilir. Velev ki bağışladı. Ama o kırılan kalbini onarman çok zor olabilir.

-Kendimi hayatın meşgalesine öyle kaptırmışım ki, ne vefat eden babamın mezarına, ne de yaşlılar yurdunda bekleyen anama gidebildim. Suçluyum; küçük oğlumuz babaannesini hiç göremediği. Büyüğü ise zaten bebekti; annem bu evden gittiğinde. Kendi gitmek istedi. Bizi de zorla razı etti. Bunun bir avuntu olmadığını biliyorum. Arayıp sormamakla, ara da bir yanına gitmemekle ne büyük bir hata yaptığımı şimdi daha iyi anlıyorum. Hadi çocukları uyandır da fazla zaman kaybetmeden gidelim. Yolumuz uzak.

Esma Nine bu bayram sabahı yüzünde buraya geldiğinden beri çok uzak kaldığı bir tebessümle uyanmıştı. Sebebi tam anlayamasa da içi kıpır kıpırdı. Rüyasında yine oğlunu görmüştü. “Sana geleceğim anneciğim” diyordu. Nerdeyse dört yıldır rüyasında geleceğini söylüyor; ama gelmiyordu. Her gün doğumu bu müjdeyle uyanıyor; batışında müjdesine ihanet gelmişçesine buruk bir çehreye bırakıyordu. Ve özellikle bayram sabahları o bekleyişin neticesinde husûle gelmeyen vuslat olmayınca yine sukut-u hayale uğruyordu. Kalbi ise her batan günle tek tek kırılıyor; ama rüyasını hatırlayınca biri dahi olsa kırılmanın noktasında tamire gidiyordu. Her tamir ediliş ise arkasından bir kırılma bırakıyordu. Peki ne zaman gelecekti oğlu. Rüyada gelen müjdeye inanıyordu. Belki de bu sabah bu inanışını doğrulayacaktı.

Bu yaşlılar yurdunu bayram münasebetiyle ziyaret edenler çok oldu. Tanıdık tanımadık gelen ziyaretçiler, bu yaşlıları çok mutlu etmişti. İçlerinde ailesini görmeyenler olsa bile hatırlanmak güzeldi. Esma Nine ise oğlunu bekliyordu. Elini öpen her ziyaretçinin oğlu olmasını umut ettiğinden, yüzünde karşıdakinin anlamasını zorlaştıran bir ifade oluşuyordu. Beklemek hem de içten bir tevekkülün sermayesiydi. Kırılan bir kalbin onarılmak için savaşıydı. Evlâdın sesi, gözlerinin içine bakışını özlemenin tercümanıydı. Pencereye döndü; dışarıya baktı. Bahçe normal gününden kalabalıktı. Bu kalabalık içinde gözüne aşina olan birileri takıldı. Binaya doğru yürüyorlardı. Kalbi söylemekte zorlandı; ama dil “Oğlum” demekte zorlanmadı. Gelini ve iki çocukta vardı yanında. Kucakta olanı görmemişti. Büyük olanı ne çabuk büyümüştü. Elini kalbine koydu ve derinden bir nefes aldı. Kırılan kalbi onarılmaya doğru gidiyordu. Birkaç dakika bekledikten sonra oğlu gelini ve torunları içeriye girdi. Selim utanmanın verdiği mahcubiyetle annesine sarıldı. Gözyaşlarıyla bir anam deyişi vardı ki, odanın tavanlarında gürledi. Başını kaldırıp yaşlı bir çift göze baktı. Dili anam deyişinin hemen akabinde dört yıldır hasret kalınan cümlesini söyledi.

-Bayramın kutlu olsun anne.

Fadime Kaya

22.12.2007


Öfkene değil O’na sığın!

Çağımızın aşılmaz sorunu olarak “stres” gösterilmektedir. Stresin kavram olarak neyi karşıladığına girmeyerek, belirtilerinden sadece biri olan, öfke, üzerine olacak söyleyeceklerimiz.

Stresli insanlar hiçbir şeye tahammül edemeyen bireyler oluveriyorlar.. Gün içinde bunalan, psikolojik olarak aşırı yüklemeye maruz kalan birey, bunu bir yerlerden bir şekilde çıkarmaya çalışıyor. Her şeye öfkeleniyor, en ufak bir olay karşısında sinirlenebiliyor. Tahammül sınırı oldukça minimuma iniyor.

Öfkeli olmak psikolojide; engellenme, küçük düştüğünü hissetme ve buna benzer bir çok olumsuz duygu ve bireyi duygusal olarak zorlayan halden sonra meydana gelen ruh hali olarak tanımlanıyor. Bu olumsuz düşüncelerin temeline baktığımızda ise bir şeyi görüyoruz ki oda acizlik. Evet insanın aciz olması! Patronundan azar işittiğinde dışarıya öfkeni saçıyorsun, çünkü onun karşısında sesin çıkamıyor; acizsin. Otobüs bekliyorsun yetişmen gereken acil bir işin var fakat o otobüs bir türlü gelmiyor sinirleniyorsun.. Otobüsü getirmeye gücün yetmiyor, acizsin. Yürüyüşe çıkacaksın, birden yağmur bastırıyor planın yarım kalıyor. Yağmurun yağması ya da onu durdurmak elinde değil; acizsin!!

İnsanoğlu sadece, şu sayılan birkaç örnekte acizlik sergilemez!.. İnsan, yaratılışı itibariyle acizdir. Rabb’i tarafından aciz fakir ve muhtaç bir şekilde yaratılmıştır.

Peki, bütün insanlar aciz ise neden hepsi değil de bir kısmı daha öfkeli, daha çabuk sinirlenen kimselerdir?

Etrafımıza, gözlemlerimizi derinleştirerek ve sorumuza cevap arayarak baktığımızda, öfkeli insanların, her şeyin kendi iradeleri ve idareleri altında olması gerektiğine inanan insanlar olduklarını görürüz. Her şeyin iradeleri ve idareleri altında seyretmediğini görmek onları öfkeli olmaya iter, sinirlenirler.

Allah Teâlâ bizleri yaratırken O’nu daha iyi tanımamız için kendi özelliklerinden, çok kısıtlı da olsa, biz insanlara da vermiştir. Meselâ Allah (c.c)“Basir”dir; görendir. Bizlere göz takmıştır ki O’nun bu özelliğini daha iyi kavrayabilelim. Bunun gibi Allah‘ın sonsuz bir “Hakimiyet”i ve sonsuz bir “İrade”si vardır. Bütün varlıklar o irade ve hakimiyete boyun eğerler ve bunun dışına çıkamazlar. Sadece bir “Kün”; “Ol!” emri her şeyin oluvermesine yeter. Bu sonsuz irade, idare ve kudreti anlayabilmemiz için, bu özellikler bizlere de Rabb’imiz tarafından ihsan edilmiş, verilmiştir. Bunların yansıması olarak bizlerde de, kudret ve irade sahibi olma duyguları vardır. Olaylara hâkim olmayı, her şeyin istediğimiz şekilde cereyan etmesini isteriz. Fakat bu tamamıyla mümkün değildir. Kul olmamız hasebiyle elimiz kısadır. Çoğu yerde aciz ve noksan kalırız. Sonsuz acizliğimizle sonsuz bir kuvvet sahibi olamayız. İşte burada iki kapı açılır önümüze! Birincisi, acizliğimizi kabullenip olayları “Mutlak kudret sahibi”ne bırakmak; ikincisi ise, acizliğimizi kabullenmemektir. Acizliği kabullenmemek onu kendine yakıştıramamaktan kaynaklanır. Kendine acizliği yakıştıramayan insan iradesinin ve idaresinin dışında gelişen olaylar da öfkelenir. Bu elbette bir işe yaramadığı gibi işleri iyice karmaşıklaştırır. Halimiz kırık kol ile saldıran kişiye benzer. Olmayan kudretimizle kimi dize getirebiliriz ki! Hangi sebebe tesir edebiliriz. Fakat acizliğimizin farkına varır, Mutlak irade ve kudret sahibi olan Rabb’imize irademizi teslim eder, boynumuzu büker, samimiyetle teslimiyet gösterirsek, kalbimiz feraha kavuşur. Çünkü elimizin yetmediği yer de, her y ere eli uzanan bir kudretin olduğunu biliriz. Müsebbib’ül Esbab (bütün sebepleri yaratan Allah) olan bir Rabb’imiz vardır ve O “Kün!” emriyle bütün sebepleri dize getirebilir bunun bilincindeyizdir. Olayları istediğimiz noktaya getirecek güç O’ndadır. İstediğimiz noktaya getirmese dahi O’nun Hakîm (her şeyi hikmetle yaratan Allah) ismiyle iş gördüğünü ve birçok hikmetlere binaen böyle yaptığını biliriz. Öfkeden kurtuluruz. Öfkeden kurtulmakla aslında zarardan kurtuluruz. Çünkü öfkelenmek yıkıcı bir duygudur. Öfke sadece kendimize de zarar vermez, onunla etrafımızdaki birçok kişiye de zararımız dokunur. Öyleyse o kişilere zarar vermekten de kurtuluruz. Kalpler kırılmaz. Kul hakkına girilmez. Acizliğimizi insanlara, olaylara karşı değil Rabb’imize karşı doyasıya yaşayıp Mutlak kudret sahibinden kuvvet alırız. Ve sonunda kazananlardan oluruz inşallah! Vesselâm.

Filiz Genç

22.12.2007


Ney’den bahsetsem?

Ney’i hepimiz biliriz, sazlıkta biten bir tür kamıştan yapılan üflemeli çalgıdır. Lâkin bunu üflemenin de çok kolay olmadığını geçen yıl ney çalan bir arkadaşım evimize ziyarete geldiğinde anlamıştım.

Arkadaşım ney’i ile birlikte gelmişti. Ben ney’i ilk defa o kadar yakından görmüş, elime almış incelemiştim. Çalması için rica ettiğimde ise ilk kez o kadar yakından dinlemiştim.

O anda ben de çalabilir miyim acaba diye düşündüm. Arkadaşıma söylediğimde, “Çalabilirsin ama sabır işidir, ben dört yıldır uğraşıyorum. İlk iki yıl ses bile çıkaramadım, yeni yeni çalabiliyorum o da birkaç parça” demişti.

Anladım ki bu ney, herkesle kolay kolay konuşmazmış. Daha sonra Mevlânâ ile ilgili bir eserde ney’de bir sır olduğunu okuyunca buna katî kanaat getirdim.

Ney sazlıkta biten sıradan bir kamış değildi. İnsanı başka âlemlere götüren, bazı sırları ona açan, şifa veren, dinlendiren bir şeydi.

Mevlânâ’nın “Dinle neyden kim hikâyet etmede / Ayrılıklardan şikâyet etmede” diye dile getirdiği ney, gönül sahibinin elinde bir kamış olmaktan çıkıyor, İlâhî sırları fısıldayan bir dost oluyordu.

Ney’in böyle gizli sırlar taşıdığına dair şöyle bir kıssa da okumuştum:

Davud Aleyhisselâm, bir gün sazlıktan geçiyormuş. Bu sırada hafif bir rüzgâr esmeye başlamış. Kamışlar başlamış ötmeye… Bu sesten öyle etkilenmiş ki, bir tanesini koparıp dudaklarına götürmüş, başlamış üflemeye…

Bundan sonra Allah’a olan muhabbetini o kamışla dile getirmiş. Meşhur Dâvudî sesiyle ve nefesiyle yanık yanık seslendirmiş aşkını.

Yine söylenir ki; Hazret-i Muhammed Aleyhisselâtü Vesselâm, Allah sırrını yalnız can yoldaşı Hz. Ali’ye söylemiş. Kimseye ifşâ etmemesini sıkı sıkı tembihlemiş. Hz Ali, bu İlâhî sırrı bir süre içinde gizlemiş fakat sırrın ateşine, ağırlığına dayanamamış. Kalbi parça parça olmuş, çöllere düşmüş.

Böyle perişan halde sahrada dolaşırken bir kuyuya rast gelmiş. İçini yakıp kavuran bu sırrı kuyuya söylemiş, ferahlamış.

Kısa bir süre sonra kuyudan âb-ı hayat gibi sular taşmış, çevresi vahâ haline gelmiş, ağaçlar, kamışlar bitmiş. İşte ney de bu sazlıkta yetişmiş.

Bir taraftan da neyin inlemelerinin kamışlıktan ayrı kalışından olduğunu söylerler. O da insan gibi duygu yüklüdür. Ney’in üzerindeki delikler göz, kulak, burun gibi insanın duyu organlarına benzetilir ve “insan-ı kâmil”i dile getirir. Nitekim Mesnevî’yi İngilizce’ye çeviren Reynold A. Nicholson “Mevlânâ kendisini bir ney’e benzetir” der.

Aşk’ın deryasında yaşayan bir aşk adamı ayrılık acısı yaşamaz mı hiç? Elbette ayrılığın da en içlisini, en acıklısını yaşamıştır da, o yürek yangınıyla ne gazeller yazmıştır.

Kim bilir, ney’e üflediği her nefes bir firkatin iniltisi olmuş, kâh aşk ile coşmuş, kâh perişan, yanık bir ses olmuştur.

Bugün de ney’e üfleyenler ya da dinleyenler ney’deki bu sırrı az ya da çok hissediyorlar. Kendilerini onun büyüsüne kaptırmaktan alamıyorlar.

Ney belki de İlâhî aşkın fon müziği idi. Bu ses ile vecde gelen âşıklar pervane misâli O’na doğru dönerdi…

Ah ney! Dilini bir anlayabilsek, bize neler anlatırdı kim bilir? Ben de bilmiyorum ki size anlatsam. Sanırım bunu en iyi Mevlânâ bilebilir. Gelin biz ona kulak verelim. Şöyle der ney için:

“Gizli sırrını söylemede cihanın,

O yanık ney, o yanık ney, o yanık ney,

Ney nedir? O bûsesi güzel cânânın

Öptüğü şey, öptüğü şey, öptüğü şey..”

Mehtap YILDIRIM

22.12.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri