Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 22 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Biz onun (Davud’un) mülk ve hâkimiyetini kuvvetlendirdik, ona ilim ve hikmet ile hakkı ve bâtılı açıkça ayırd eden bir ifade gücü verdik.

Sâd Sûresi 20

22.12.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Sıkıntı zamanlarında güzelce abdest almak, camiye gitmek için yürümek, bir namazı kıldıktan sonra diğerini arzu ile beklemek günahları tamamen yıkar.

Câmiü'sSağîr, c: 1, no: 551

22.12.2007


Bayramlarda zikrullaha teşvik var

Nev-î beşerin ağlanacak gülmelerine, endişe-i istikbal ve âkıbetbînlik adesesiyle, gayet şâşaalı bir gece bayramında, hapishane penceresinden bakarken, nazar-ı hayâlime inkişaf eden bir vaziyeti beyan ediyorum. Sinemada, eski zamanda mezaristanda yatanların vaziyet-i hayatiyeleri göründüğü gibi, yakın bir istikbalde mezaristan ehli olanların müteharrik cenazelerini görmüş gibi oldum. O gülenlere ağladım. Birden bir tevahhuş, bir acımak hissi geldi. Aklıma döndüm, hakikatten sordum: “Bu hayâl nedir?” Hakikat dedi ki:

Elli sene sonra, bu kemâl-i neşe ile gülen ve eğlenen zavallılardan elliden beşi, beli bükülmüş, yetmiş yaşlı ihtiyarlar gibi; kırk beşi, mezaristanda çürümüş bulunacaklar. O güzel simalar, o neşeli gülmeler, zıtlarına inkılâp etmiş olacaklar. “Gelmesi muhakkak olan herşey, yakındır” (Hadis-i Şerif) kaidesiyle, madem yakında gelecek şeylerin gelmiş gibi görülmesi bir derece hakikattir; elbette gördüğün hayâl değildir.

Madem dünyanın gafletkârâne gülmeleri, böyle ağlanacak acı hallerin perdesidir ve muvakkat ve zevâle mâruzdur. Elbette bîçâre insanların ebedperest kalbini ve aşk-ı bekâya meftun olan ruhunu güldürecek, sevindirecek, meşrû dairesinde ve müteşekkirâne, huzurkârâne, gafletsiz, mâsumâne eğlencelerdir ve sevap cihetiyle bâkî kalan sevinçlerdir. Bunun içindir ki, bayramlarda gaflet istilâ edip gayr-ı meşrû daireye sapmamak için, rivâyetlerde, zikrullaha ve şükre çok azîm tergîbât vardır. Tâ ki, bayramlarda o sevinç ve sürur nimetlerini şükre çevirip, o nimeti idâme ve ziyadeleştirsin. Çünkü şükür nimeti ziyadeleştirir, gaflet ise kaçırır.

Lem’alar, 28. Lem’a, 10. Nükte

Lügatçe:

âkıbetbîn: İleri görüşlü. Sonunu önceden gören.

adese: 1. Mercek. 2. (Mec.) Bakış açısı.

tergîbât: Teşvikler, isteklendirmeler, rağbet vermeler.

22.12.2007


Ney misâli insan

Bir zamanlar sıfırdı insan... Yoktu varlık âleminde… Hâlık-ı Rahîm, insanı en güzel bir sûrette, yoktan var etti. Onu sıfırdan en yüksek tabakaya yükseltti. Yani insan olma tabakasına. Cenâb-ı Hak, insanı çok güzel cihazlarla donattı. Bu cihazlar kalp, akıl, nefis ve diğer lâtifeler. Fakat insan bu cihazlardan birine yani nefse değerinden fazla ehemmiyet vererek; kalbini ve lâtifelerini bu dünyada garip bırakabiliyor. Çünkü kalp, insanı Allah’a yakınlaştırabilecek bir cihaz. Kalp kapılarını nefsin kilidiyle kapatan insan; Hâlık’ından uzaklaşınca, başta kalbi olmak üzere kendini de çaresiz eyliyor.

“İnsan kamıştan koparılmış bir ney gibidir. Gerçek sahibinden uzaklaştığından dolayı da hep inlemektedir. Onun bu iniltisi bütün hayat boyu devam eder.” (Mevlânâ)

Ney misali insan, fıtratından uzaklaştıkça hayat boyu mânevî bir boşluk yaşar. Yani ubudiyetten uzaklaşıp; kendinin bir kul olduğunu unutan insan, hep nefsinin hevâ ve heveslerinin peşinden koşar. Öyle ki;

“Bu asrın bir hassası şudur ki, hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı bâkiyeye bilerek tercih ettiriyor. Yani, kırılacak bir cam parçasını baki elmaslara bildiği halde tercih etmek bir düstur hükmüne geçmiş.

“Ben bundan çok hayret ediyordum. Bugünlerde ihtar edildi ki, nasıl bir uzv-u insânî hastalansa, yaralansa, sair âzâ vazifelerini kısmen bırakıp onun imdadına koşar. Öyle de, hırs-ı hayat ve hıfzı ve zevk-i hayat ve aşkı taşıyan ve fıtrat-ı insaniyede derc edilen bir cihaz-ı insaniye, çok esbapla yaralanmış, sair letâifi kendiyle meşgul edip sukut ettirmeye başlamış; vazife-i hakikiyelerini onlara unutturmaya çalışıyor.”1

İnsan hem aciz, hem fakir. Fakat emelleri dünyayı kapsayacak kadar çok olmalı ki; aczine aldırmadan dünyanın peşinden koşuyor. Bâkî gayelerini, fani üzerine binâ ederek; dünyalık bir insan oluveriyor. Ebede uzanabilecek bir âlem olma özelliğini taşırken; kendine has âlemini dünyevîleştiriyor. Yani insan, dünyada fani oluyor. Dünyada kayboluyor.

Şimdi diğer âlemlere bakıp; kendi nefsî âlemimizi temize mi çıkaracağız? Zira her insan bir âlem. Her insanın kendine göre bir dünyası var. İnsan evvelâ kendinden başlar hayata. Yani kendini okuyup; tanıyarak hayata adımlar atar. Öyleyse evvelâ da kendine bakıp; bir nefsî muhasebe yapmalı. Nefsin bir kusuru vardır ki, o da kendi kusurunu görmeyip, başkalarının kusurlarını görmesidir. İnsan evvelâ kendine sormalı “Ben dünyalık kırılacak cam parçalarına ne kadar ehemmiyet veriyorum?” diye.

“Bu asırda hayat-ı insaniye, hususan hayat-ı içtimâiyesi öyle dehşetli, fakat cazibeli ve elîm, fakat meraklı bir vaziyet almış ki, insanın ulvî lâtifelerini ve kalb ve aklını nefs-i emmâresinin arkasına düşürüp pervane gibi o fitne ateşlerine düşürttürüyor.”2

Nefsin her türlü istek ve arzusunu yerine getiren insan, kalp ve lâtifelerini nefsin ağırlığı altında eziyor. Gittikçe maddeci bir tutum sergileyen nefis, insanı mânâdan uzaklaştırıyor. Bunun neticesinde insan, mânevî bir boşluğun tam ortasında buluyor kendini. Bugün çok meşhur olmuş bazı dünyalık insanlar, ellerinde her türlü dünya nimeti olmasına rağmen, içlerinde mânevî bir boşluk yaşadıklarını itiraf ediyorlar.

Mânâsızlıkta kaybolmuş insan kalbi, bir ney gibi inleyip duruyor. İnsan, kalbinin bu çaresiz sesini nefsinin gürültüsünden duyamıyor. Ve bazı lâtifelerinin söndüğünün farkına bile varamıyor. Bu durumdan bîhaber olsa da insan, bunu ruhen hissediyor ve mânevî boşluklarda bîçâre yaşıyor.

Madde katıdır, ağırdır. İçerisinde çok güzel çiçeklerin olduğu bir bahçe manzarasını, o bahçenin yüksek ve kalın duvarı göstermez. Duvar nasıl diğer tarafı göstermiyorsa; madde de mânâ penceresinin önünde bir engel teşkil ediyor. Hakikî güzellikleri göstermiyor. Aynı zamanda insanı mânâ boyutundan uzaklaştırıyor. Hakikat şu ki madde kalınlaştıkça mânâ incelir, mânâ arttıkça aynı nispette madde incelir.

Ebede müştak insan, içindeki o ebed aşkını fânî bir dünya üzerinde harcıyor. İki fani buluşunca ortaya da tabiî ki fani meyveler çıkar. Dünyalık insanların her biri tutmuş dünyanın bir ucundan çekiştiriyor. Ortalarda dünya kafalılar dolaşıyor. Dünya mahzun, yorgun, bitkin bir halde. Daha dünya yıpranmasın da hangi gezegen yıpransın? O da ney gibi inlemesinde ne yapsın?

Dipnotlar:

1- Kastamonu Lâhikası, s. 74

2- A.g.e.

Fatma Altuner

22.12.2007


ESMA-İ HÜSNA

Nâzır

Allah (c.c.), Nâzır’dır. Yani kullarının her işini, her fiilini, her hâlini, her tarzda, her an, her yerde gören, gözeten, gözetleyen, işlerine bakan ve denetleyendir. O bütün kâinatı ve her şeyi bir anda görür ve gözetir. Hiçbir şey ve hiçbir kimse Onun görmesinden ve nezâretinden kaçamaz, hâriçte kalamaz. Onun mutlak nezâretini hiçbir şey engelleyemez, görüşüne hiç kimse müdâhale edemez. Bütün kâinat, en büyükten en küçüğe kadar, her an Allah’ın nezâreti ve murâkabesi altındadır.

Hazret-i Ali’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet ettiği Nâzır ismi,1 Kur’ân’da fiil biçimiyle gelmiştir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Sonra onların ardından, amellerinize nezâret edelim (bakalım) diye sizi yeryüzünde halîfeler kıldık.”2

Bedîüzzaman’a göre, maddeden sonsuz derece uzak; kayıtla sınırlandırılmaktan, karanlıklardan ve noksanlıklardan yüce; bütün nûrlar ve bütün nûrâniyât Onun kutsî isimlerinin nûrlarının bir gölgesi; bütün vücut, bütün hayat, bütün ruhlar âlemi ve bütün mîsal âlemi yarı şeffaf, cemâlinin aynası; sıfatları her şeyi ihâta etmiş; isimleri bütün kâinatı kuşatmış olan Cenâb-ı Allah’ın küllî irâdesi, sınırsız kudreti ve sonsuz ilmi ile sıfatlarının tasarrufundan ve fiillerinin şümûlünden hiçbir şey saklanamaz, hiçbir şey gizlenemez. Ona hiçbir iş ağır gelmez, hiçbir fert uzak olmaz, hiçbir şahsiyet külliyet kazanmadan Ona yaklaşamaz.3 Cenâb-ı Hak ilim ve kudretiyle her şeye nihâyetsiz yakın, hâzır ve nâzırdır. Küçük büyük hiçbir şey, kudret dâiresinden hârice çıkmaz, kibriyâsı ve büyüklüğü her şeyi ihâta etmiştir.4

Cenâb-ı Hakkın, Hakîm-i Mutlak, hâzır ve nâzır olduğu için, hiçbir duâyı cevapsız bırakmadığını ve her duâyı hikmetine göre kabul buyurduğunu beyan eden Bedîüzzaman, Allah Teâlânın, yalnız ve kimsesiz varlıkların vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzuruyla ve cevâbıyla ünsiyete ve huzura çevirdiğini, fakat insanın işgüzarca tahakkümüyle değil, terbiye edici hikmeti gereği insana, duâsının hemen ardından ya istediği aynı şeyi, ya da daha evlâsını verdiğini kaydeder.5 Bediüzzamn Saîd Nursî’ye göre, şehâdet ve gayp âlemleri olmak üzere, bütün kâinat her an, tek bir sayfa gibi Allah’ın nazarındadır ve huzurundadır.6 Îmânın altı rüknü, gayp ve şehâdet olmak üzere bütün âlemleri kuşatmaktadır.7 Her şeyi ihâta eden sonsuz bir ilme istinat eden Kur’ân, bütün eşyayı birden gören, ezel ve ebet ortasında bütün hakikatleri bir anda müşâhede eden Allah Teâlânın kelâmıdır.8

(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)

Dipnotlar:

1- Mecmuatü’l-Ahzab, 2: 242

2- Yunus Sûresi: 14

3- Sözler, s. 179

4- A.g.e., s. 153

5- A.g.e., s. 287

6- Şualar, s. 527

7- Sözler, s. 401

8- A.g.e., s. 401

22.12.2007


Arayışlarım bitmedi, devam ediyor (1)

1960 ihtilâlinin üzerinden henüz 7-8 sene geçmişti. Bu arada seçimler yapılmış, yeni bir hükûmet iş başındaydı. Ama ülkede ihtilâlin sıkıntıları hâlâ yaşanıyordu. Nur talebeleri hapishaneden hapishaneye, mahkemeden mahkemeye sürükleniyorlardı. O yaşlarda ben bunları pek fazla bilemiyordum. Büyüklerimiz bu konulara pek fazla girmezlerdi. Belli ki sıkıntı ve baskılar devam ediyordu. Ülkede devletin tekelinde bir radyo vardı. Televizyonla henüz tanışmamıştık. Gazetelerin genellikle baş haberleri “nurcular” ve “nurculuk”la ilgili idi. Doğrusu medyadan doğru bilgilenmek de zordu.

Benim hayatımın ilk döneminde arayışlar bitmemişti, hâlâ devam ediyordu. Belki aradığımı bulmuştum ama...

Hafta sonları gündüz saatlerinde heyecanla ve şevkle “medrese-i nûriye”nin yolunu tutuyordum. Fırsat buldukça da okuyordum. Akıl fazla anlamasa da kalb ve diğer duygular istifadeye devam ediyordu. Hayatımda büyük değişiklikler olduğunu da hissetmiyor değildim.

Okulların yaz tatili de yaklaşmıştı. Uzun bir yaz tatilinde Nurlardan ayrılık nasıl olacaktı? En yakın yerde bu kitapları bulabilecek miydim? Kitabevlerinde Nur risâlelerini bulamıyordum. Buralarda her türlü kitap serbestçe satılabilirken Nur risâleleri neden satılmıyordu? Yıllar sonra bu sıkıntıları daha iyi anlayacaktım.*

Bu düşünceler beni rahatsız etmeye başladı. Sordum:

“Çankırı’da böyle yerler var mı?” Cevap:

“Bilmiyoruz! Herhalde yok!”

Yolum üzerinde bir de Ankara vardı. Acaba orada bulabilir miydim? Bu konuda olumlu bir cevap aldım. Sevincime diyecek yoktu. Yolu kestirme değildi. Dolaylı yoldan, yani vasıtalı gidebilirmişim. Ulus’ta bir yerdeymiş. Dershane, Hacı Bayram Camii civarında imiş. Oranın yerini “Nur Kitabevi sahibi İbrahim Kaya bilir”miş. Ona “soracak”mışım. Olsun. Sora sora Bağdat bulunurmuş ya!..

Adana’da genellikle Akdeniz iklimi hâkimdir. Kışları uzun süreli yağmurlar yağar. Bir defasında kış mevsiminde kar yağmıştı. İnsanlar merakla yollara düşüp karın yağışını seyre koyulmuşlardı. Okul arkadaşlarımdan bazıları karı pamuk zannetmişlerdi. Yaşlıların dediğine göre çocukluklarından beri ilk defa kar yağıyormuş.

Havalar erken ısındığı için Mayıs ayının sonlarında sıcaklardan öğrenciler kadar öğretmenler de bunalırlardı. Not verme işlemleri tatilden epeyce önce tamamlanırdı. Yani sıcaklar, okulları fiilî tatile zorlardı. Bundan dolayı devamsızlığı az olan öğrenciler yaz tatilini erken başlatırlardı. Benim devamsızlığım sene içinde olamazdı. Çünkü evimle (pansiyon) okul yan yanaydı. Okul idarecileri bu durumu göz önünde bulundurarak bizlere erken izin verirlerdi.

Müdür yardımcısı beni çağırdı, “Yarın size izin verilecek” dedi. Bana bir sürpriz yapmıştı. Notlardan bir endişem yoktu ama. Yine de sormakta fayda vardı.

“Karnem ne olacak?” dedim.

“Adresini bir zarfın üzerine yaz, masama bırak” dedi.

Sevinsem mi, üzülsem mi? Sıla-ı rahim hasreti de vardı. Askerlerin erken tezkeresi gibi oldu. Ankara’ya bilet aldım. Çünkü Çankırı’nın yolu Ankara’dan geçiyordu. Gece yolculuğu yapıp sabah saatlerinde Ankara’ya indim. O tarihlerde otobüs terminalleri şehrin değişik yerlerinde bulunuyorlardı. Beni getiren otobüsün terminali de Ulus-Rüzgârlı’da idi.

Dipnot:

* 10.11.2007 tarihli Yeni Asya Gazetesinde “Yetmişli yıllarda bir kitap sergisi” başlığıyla benzer bir konuyu okuyucularımla paylaşmıştım. Şimdi kitabevlerini bırakın, fuarları da kırmızı kaplı Nur Risâleleri süslüyor. Her yere nur yağıyor. Geldiğimiz duruma bakıp çok seviniyorum. O zamanlar bulma sıkıntısı çekiyorduk. Şimdi ise...

(Devamı var)

Ahmet Özdemir

22.12.2007


BİR KISSA, BİN HİSSE

Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri (ks) vefat ettikten sonra onu rüyada gördüler ve sordular:

- Münker ve Nekire ne cevap verdin?

Hazret-i Cüneyd:

- Allah’ın dergâhından iki melek geldi. Bana, “Men Rabbüke?” (Rabbin kimdir?) dedi. Ben güldüm. Dedim ki: “Canımı Rabbim yarattı. ‘Elestü birabbiküm?’ (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?) diye sorduğunda, ‘Belâ!’ (Evet, Rabbimizsin!) dedim. Şimdi siz bana ‘Rabbin kim’ diye soruyorsunuz! Öyleyse size Sultan-ı Kâinât sözüyle cevap vereyim:

“Gökleri ve yeri yaratandır!” (Furkan Sûresi: 59) “O ki, beni yaratan ve bana doğru yolu gösteren, beni yediren ve içiren, hastalandığım zaman bana şifâ veren, benim canımı alan, sonra diriltecek olan ve hesap günü, hatamı bağışlayacağını umduğum Zâttır” (Şuârâ Sûresi: 78-82) dedim.

Melekler:

“Bu adam henüz sohbet sarhoşluğundan ayılmamış. Gidelim” dediler ve gittiler.

Ardından Cenâb-ı Hak:

“Yâ Cüneyd! Cennete girer misin?” buyurdu.

Ben:

“Allahım! Ben Seni güçlükle buldum! Beni karşına koy; Sana hayran hayran bakayım!” dedim.

Hak Teâlâ buyurdu ki:

“Yâ Cüneyd! Ben seninim! Sen benimsin! Ben senden razıyım!”

(Tezkiretü’l-Evliyâ)

Süleyman KÖSMENE

22.12.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri