Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 25 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Alemdaroğlu ne zaman yargılanacak?

Burası bir hukuk devleti mi? Cevap vermeden önce hafızanızı bir yoklayın isterseniz. Ne olmuştu?

İntihal... Yani ‘bilimsel aşırma suçu’ işlediği gerekçesiyle...

Türk Tabipleri Birliği Yüksek Onur Kurulu, İstanbul Üniversitesi eski rektörü Kemal Alemdaroğlu’nu ‘iki ay meslekten men’ etmişti.

İstanbul Tabip Odası Basın Sözcüsü Doktor Osman Öztürk, konuya ilişkin basın toplantısında bilimsel aşırma olayının Rektör Kemal Alemdaroğlu tarafından çarpıtılmaya çalışıldığını belirterek, ‘bu memlekette hiç kimse, işlediği suçtan dolayı Atatürkçülüğün arkasına sığınmaya çalışmasın’ da demişti.

Alemdaroğlu, ‘Laparoskopik Cerrahi’ adlı kitapta intihal yaptığı gerekçesiyle suçlanıyordu. ABD’deki Virginia Üniversitesi, Alemdaroğlu’nu ‘eser hırsızı’ olarak göstermişti.

Alemdaroğlu’nun da yazarları arasında bulunduğu kitabın, ABD’li tıp doktoru Philippe Jean Quilici’nin yazdığı ‘New Developments in Laparascopy’ isimli İngilizce kitaptan ‘aşırma’ olduğu, söz konusu kitabın, İngilizce basımla hemen hemen bütün bölümlerinin ‘aynı’ olduğu belirtiliyordu.

2547 sayılı Yüksek Öğretim Kurulu Kanunu’na göre, intihalin cezası ‘üniversite öğretim mesleğinden çıkarma’ olmasına rağmen YÖK sessiz kaldı.

***

Bundan bir süre sonra... Kemal Alemdaroğlu, o zamanki Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından görevden alındı.

Neden?

Çünkü İstanbul Üniversitesi’nde yargı kararlarını uygulamadığı gerekçesiyle YÖK tarafından oy çokluğuyla görevden alınması isteniyordu.

Alemdaroğlu hakkındaki kararı inceleyen Cumhurbaşkanı Sezer de görevden alma istemini onadı.

Yargı kararlarını ‘uygulamamak’ suçtu. Üstelik Alemdaroğlu’na ait başka iddialar da vardı...

Yükseköğretim Denetleme Kurulu raporunda şu iddialar yer alıyordu:

*Öğrenci harçları fon saymanlığından usulsüz harcamalar yapılıp, ihaleye fesat karıştırıldığı...

*Öğrencilerden toplanan harçların vadesiz olarak uzun süre bankada bekletilerek hazineye geç yatırma karşılığında 2002 ve 2003 yıllarında İÜ Yardım Vakfına bağış alındığı...

*Sayıştay tespitlerine göre 186 milyar lira haksız ödeme yapıldığı...

*67 adet kantin ve kafeteryanın yıllık 3 trilyona yakın tahsilatının bütçeye yatırılmayıp ancak ara sıra 5-6 kantin ve kafeterya için ufak bir meblağın yatırıldığı ve 9 bin kitabın kayıp olduğu...

*Rektörün devletin resmi telefonunu kendi evine bağlatarak konuşma ücretini üniversite bütçesinden ödettiği...

*Alemdaroğlu’nun, Dr. Yusuf Akça’nın ‘Yükseköğretim ve İstanbul Üniversitesi Mevzuatı’ isimli eserinden 2547 sayılı Kanun’un 17’nci maddesini çıkarttığı...

YÖK, bu iddiaların da yargı karşısında aklanmasına izin vermedi.

***

Geçen gün...

İntihal suçlamasıyla İstanbul Tabip Odasının iki ay boyunca meslekten men ettiği...

Cumhurbaşkanının yargı kararlarını uygulamadığı için görevden aldığı...

Yüksek Öğretim Denetleme Kurumu’nun yolsuzlukla suçladığı...

Ama YÖK izin vermediği için bir türlü yargılanamayan Kemal Alemdaroğlu’nun, üniversiteye ait bir taşınmazın ihalesinde üniversiteyi zarara uğrattığı gerekçesiyle yargılanmasına karar verdi Danıştay 1’inci Dairesi.

Prof. Dr. Alemdaroğlu’na Antalya Konyaaltı’ndaki üniversite taşınmazıyla ilgili suçlamalar yöneltilmiş ve hakkında inceleme başlatılması istenmişti.

Mülkiyeti İÜ’ye ait Antalya Konyaaltı’ndaki bin 200 metrekare yüzölçümlü taşınmaz, kat karşılığı inşaat sözleşmesiyle yükleniciye ihale edilmişti.

Prof. Dr. Alemdaroğlu da, bu ihalenin tamamlanması ve sözleşme yapılmasından sonra üniversiteyi zarara uğratmakla suçlanıyordu.

Suçlamalar şöyleydi:

- Yükleniciye ilave hak ve menfaat sağlanması...

- Yüklenici firmanın, arkeoloji binası yapılması öngörülen ancak bu bina için arsanın kim tarafından temin edileceği belli olmayan ihtilaflı bir ek sözleşme imzalaması...

- 14 ayda bitirilmesi gereken işin gecikmesi...

- Bu süre içinde üniversitenin zarara uğratılması...

Bu suçlamalara ilişkin olarak, Yüksek Öğretim Kurulu Başkanlığı’nca oluşturulan kurul, Alemdaroğlu hakkında 13 Nisan 2007’de men-i muhakeme (yargılanmama) kararı verdi.

***

Kurul kararını yasa gereği inceleyen Danıştay 1’inci Dairesi, Alemdaroğlu’nun üzerine atılı suçu işlediğini doğrulayacak ve hakkında kamu davası açılmasını gerektirecek yeterli kanıt bulunduğuna işaret etti. Daire, Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı’nca oluşturulan kurulun men-i muhakeme kararını oy çokluğuyla bozarak, Alemdaroğlu’nun lüzum-u muhakemesine (yargılanmasına) hükmetti.

Yargılamanın İstanbul Asliye Ceza Mahkemesi’nde yapılmasına karar veren daire, Alemdaroğlu hakkındaki dosyayı İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına gönderdi.

***

Peki ya diğer iddialar... Peki ya diğer suçlamalar... Onlar mahkeme-i Kübra’da mı?

Star, 24 Aralık 2007

Mehmet Altan

25.12.2007


 

PKK bitiyor mu?

Kandil’e yapılan operasyondan sonra o beylik siyasi hamasete dayalı iddia ve söylemler gene boy göstermeye başladı. Deniliyor ki, “PKK dağılma sürecine girdi, bitiyor!” Peki bu doğru mu? Tabii ki hayır!

Ben aksini iddia ediyorum: PKK’ya yönelik bu tür askeri operasyonlardan hemen sonra dillendirilen benzer iddialar tam tersine PKK’yı besliyor! Bu sözlerim, askeri operasyonların hiçbir şekilde PKK’ya darbe indirmediği anlamına gelmiyor elbet. Tersine bu tür geniş kapsamlı operasyonlar örgüt açısından telafisi hayli zaman alan ağır tahribatlar yaratıyor. Ama bu durum örgütün varlık nedenini ortadan kaldırmadığı için katılım kanallarını da hep açık tutuyor. Demem o ki, “PKK dağılma sürecine girdi, bitiyor!” iddiaları, dağa çıkmaya zihnen ve ruhen hazır pek çok Kürt gencinin dağa çıkmalarını kolaylaştıran bir isyan duygusunu tetikliyor aslında. Hafızalarınızı yoklayınız lütfen: Geçmiş dönemlerde örgüte yönelik sayısız operasyondan sonra “PKK’nın beli kırıldı, sonu geldi!” denmedi mi? Peki niçin çeyrek yüzyıldır her seferinde belinin kırıldığı ve dağılma sürecine girildiği belirtilen bu örgüt hâlâ varlığını koruyabiliyor?

Öcalan yakalandıktan sonra da aynı iddialar gündeme getirildi. Doğru, Öcalan’dan sonra örgütün beyni karıştı. Örgütün tepe noktasındaki yöneticiler siyasi fikir ayrılıklarına düştüler. Başkanlık Konseyi üyelerinden Nizamettin Taş ve Osman Öcalan gibi etkili isimler örgütten ayrıldılar. Örgütün tabanında da ciddi bir çözülme yaşandı. Peki sonra ne oldu? PKK 2004 yılında tekrar silaha başvurdu ve eski gücüne kavuştu. “Bitti, dağıldı!” denilen örgütün yerli yerinde durduğu apaçık görüldü.

Demek ki PKK’yı besleyen bir vasat var. Görmemiz gereken asıl gerçeklik bu.

Bazılarımız bunun tamamen dışsal nedenlere bağlı olduğunu söyleyerek “içerdeki sorunu” görmezlikten gelme hatasına düşüyor. Bazılarımız ise bunun tümden “iç sorun” olduğunu söyleyerek dışsal faktörleri inkar etme hatasına düşüyor. Bu çok komplike sorunu anlamak ve çözmek için o yüzden yeni bir bakış açısına ihtiyaç var diyorum. Kürt halkının varlığını belirli bir dönemden itibaren inkâr eden o “kart-kurt” söylemi, inkârın yetmediği yerde ise “Kürtler zaten ırken Türk’tür!” yaklaşımıyla beslenen o Türkçü anlayış, “Kürt sorunu”nu çıkardı karşımıza. Etnik kimlikten önce Marksist ideolojiyi benimseyerek yola çıkan PKK’nın beslendiği ana damar işte bu “sorun” oldu. Bu iç sorun, her türlü etnik milliyetçilikten ve siyasal bölücülükten uzak bir yurttaşlık anlayışıyla pekala aşılabilir. Burada yoğunlaşmak lazım asıl. “Askeri harekâtla” amaçlanan “psikolojik üstünlük”, vakit geçirilmeden demokratik ve kültürel açılımlarla desteklenmezse, kısır döngü kaçınılmaz olur. Başbakan Erdoğan’ın sanırım asıl yapmak istediği de bu kısır döngüyü kırmak.

PKK’nın yalnızca “içsel sorun”dan beslendiği iddiası elbette doğru değil. PKK’yı besleyip büyüten “dış destek” faktörü, bizzat Öcalan tarafından İmralı’da açıklanmış bulunmaktadır. Öcalan yakalandıktan sonra verdiği ifadelerde ve yaptığı savunmalarda başta Suriye olmak üzere İran, Yunanistan ve başkaca Avrupa ülkelerinin kendilerini “Türkiye’yi zayıflatmak” amacıyla desteklediklerini belirtmiştir. Daha ileri giderek geçmişteki Şeyh Said vb isyanların da bu amaçla dış güçler tarafından kotarıldığını söylemiştir. PKK gibi bir örgütün herhangi bir dış destek olmadan bu kadar uzun süreli ayakta kalabilmesi elbette mümkün değildir.

“Dış destek” boyutunu yalnızca öne çıkartıp “iç sorunu” görmezlikten gelenler, “PKK gerçekliği”ni doğru anlamadıkları için her seferinde başımıza çuval örüyorlar. PKK’yı sadece dış güçlerin desteğiyle ayakta duran bir örgüt olarak tanımlayanlar, PKK’ya ölüm ve yokluk pahasına destek sunan içerdeki milyonlarca Kürt vatandaşımızı nereye oturtuyorlar acaba? Gerçeği bütün olarak görelim artık: PKK’nın azımsanmayacak bir “iç desteği” de var.

“PKK bitti bitiyor!” diyenler hâlâ bu “iç gerçeklik”in farkında değiller anlaşılan. Ne yalan söyleyeyim: Bu sözleri duydukça aklıma kaybettiğimiz yıllarımız ve canlarımız geliyor. Üzülüyorum. Dahası, eski tarz anlayışlarda ısrar etmemiz halinde kaybedeceğimiz nice yıllar ve canlar geldikçe daha bir üzülüyorum. “Kart-kurt” söyleminin yanına”cartcurt” edebiyatını ekleyen o ulusalcıları, sorunu ve bölgeyi bilmeden konuşan o “uzman” sıfatlı zevatı, çözümsüzlükten beslendikleri için sorunun varlığını dahi kabule yanaşmayan o siyaset tacirlerini dinledikçe doğrusu ülkem adına çok üzülüyorum, çok!

Bugün, 24 Aralık 2007

Mehmet Metiner

25.12.2007


 

Bayramda can sıkan bazı olaylar...

Can sıkıcı, insanı umutsuzluğa düşürücü bir ortamda bayramı kutladık (!)

Kutladık lafın gelişi. Üç meseleye takıldı kafam bayram günleri.

Biri sınırötesi hava akınları. Yok; haklıydı, gerekliydi, değildi tartışmalarına girmek değil amacım. O konudaki düşüncemi hep söylüyorum zaten.

Ben bu sefer, “Zamanı mıydı acaba?” diye düşündüm yalnızca. Hani İsrail’e kızıyoruz ya zaman zaman bayram günleri Filistinli kardeşlerimizin kafalarına bomba yollarken. Ben de bunu düşündüm işte.

Dağdaki PKK’lıları bir kenara bırakalım. Ama, dağın yamaçlarında, Türkiye sınırının hemen karşısında bombalara maruz kalan, hadi kalmadıklarını farzetsek bile, o korkuya maruz kalan, bayram günü evinden barkından olan Müslüman Kürt köylülerine yönelik muamele için ne demeli?

Ben bu işlerden pek anlamam ama, acaba caiz midir bu muamele bayram dönemi bu insanlara?

Din bilginleri, dinle yoğun olarak haşır neşir olanlar herhalde bu sorunun cevabını biliyorlardır. Açıklarlarsa biz de öğrenmiş oluruz.

Bayram olmasa bu akınları onaylayacak mıydık? Tabii ki hayır. İşin aslı şu: Eski yeni komutanlar bu saldırılarla PKK’yı bitiremediklerini, bitirmenin de mümkün olmadığını söyledikleri halde niye acaba hâlâ aynı yöntemler deneniyor?

Neticede bayram-seyran, militan-sivil demeden girişilen ve işe yaramayacağı belirtilen bir bombardıman söz konusu.

Kafama takılan ikinci mesele, gayrımüslimlere yönelik planlı saldırılarla ilgili.

Başbakan önceki gün Hristiyan vatandaşların Noel Bayramı’nı kutladı. Bu kuşkusuz güzel bir jest. Netice olarak Başbakan onların da Başbakanı.

Yalnız bu açıklama, son dönemde gayrımüslüm vatandaşlara, Hristiyan din adamlarına ve misyonlerine yönelik ölümcül saldırılara karşı kuvvetli bir karşı çıkış, caydırıcı bir kararlılık sergilemiyor.

Başbakan, -Birçok kaynağa bakarak işin aslını araştırdım- bu saldırıların ‘şık olmadığını’ söylemekle yetiniyor.

Konuşmasında “dinimiz”de bu gibi şeylere yer olmadığını belirterek bu eylemleri kınıyor. Kınamak güzel de bu gibi cinayetlerin önüne geçebilmek için bundan daha ötesi gerekiyor. Daha kararlı bir tutum sergilenmesi şart. “Şık değil” sözü bu cinayetler için çok yetersiz bir tepki ifadesi. Ayrıca gayrımüslim vatandaşlara, misyonerlere ve Hıristiyan din adamlarına yönelik düşmanca tutumların, saldırıların ve cinayetlerin üzerine kararlı bir şekilde gidilerek devletin, hükümetin bu konudaki kararlılığı sergilenemediği için bu tür olayların devam ettiği unutulmamalı.

Cinayetlerin ardındaki kışkırtıcı, yönlendirici ve organize edici güç odakları ortaya çıkarılmadıkça ve bu tür saldırıların devam etmesinin önüne geçilemeyeceğini kabul etmek lazım.

Dolayısıyla bu olaylara karşı bu tür ‘naif’ tepkilerin yeterli olmayacağı muhakkak.

Üstelik de devletin çeşitli kurumlarının (Mesela Genelkurmay, Milli Güvenlik Kurulu, yerine göre MİT ve polis teşkilatının çeşitli birimleri) yaklaşımlarında dile getirilen bazı söylemlerle bu saldırılara, cinayetlere karışanların ifadeleri arasında bazı benzerlikler olduğu müddetçe bu cinayetlerin devam etmesini ve gerçek faillerinin bulunamamasını da normal karşılamak gerekiyor.

Hükümetin asıl yapması gereken, bu devlet kurumlarının anlayışlarının değişmesi için çalışmak olmalı. Bugün bu kurumların birçok gizli-açık raporunda Hristiyanların, gayrımüslim azınlıkların ve misyonerlerin bir tehdit olarak algılandıkları ve neredeyse bu gibilerin ülkenin düşmanı olarak görüldüğü bilinen bir durum.

Ülkemizde bunca tehdide ve korkuya rağmen yaşamlarını sürdüren bir avuç gayrımüslimin canı ve malından bu hükümet sorumludur. Onların da ülkenin büyük çoğunluğunu oluşturan Müslüman vatandaşlar kadar esenlik içinde korkusuzca yaşama hakkı olduğunu unutmamak gerekiyor.

Şimdi gelelim canımı sıkan üçüncü konuya: Her yıl bayramlarda tekrarlıyoruz: “Bayramlar, dargınlıkların unutulduğu, küskünlerin, düşmanların barıştığı dostluk ve kardeşlik günleridir’ diye.

“Öyle mi acaba?” diye sormak lazım. Bu bayram CHP ve MHP ile birlikte AKP de DTP ile bayramlaşmadı. Böyle bir şey olabilir mi? Herkesle bayramlaşıldı, DTP’liler hariç. Sorsanız, yanıtları hazırdır: “Onlar PKK ile aralarına mesafe koymuyorlar ki!” Ne alaka var bayramlaşmayla PKK arasında? Hani bayramlar, “düşmanların” barıştığı günlerdi? Hani dostluk ve kardeşlik günleriydi?

Hükümetin böyle bir bölücülüğe fırsat vermemesi lazımdı. Hani DTP’ye oy veren vatandaşların tercihi de yasal ve kutsaldı? Hani Başbakan bütün vatandaşların Başbakanı’ydı?

Bu tavır, Kürtleri dışlayıcı vahim bir hatadır ve sadece DTP’ye değil onlara oy veren milyonlarca Türkiye Cumhuriyeti vatandaşını rencide edici bir yaklaşımdır.

Keşke yapılmasaydı. Kafamızı bozan bu gibi olaylara rağmen biz yine de iyimser olmaktan yanayız.

Yeni Şafak, 24 Aralık 2007

Koray Düzgören

25.12.2007


 

Sivil operasyonun tam sırası

Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt önceki hafta dedi ki: “1984’ten beri süren mücadelede insanlığın yüksek değerlerini elimizden kaçırdık: İnsan hakları, demokrasi, özgürlükler, barış... Bu kavramlar bizim elimizden çıktı ve silah olarak bize döndü.”

* * *

Bu sözler, çeyrek asırlık mücadelenin neden sonuca varamadığını açıkladığı kadar, nasıl sonuca varabileceğini de gösteriyor.

Türkiye, son dönemde çözüm için askeri ve diplomatik atağa geçti.

Kuzey Irak bombalanıyor. Batı’nın tepkisi hafifletiliyor. “Terörist”le mücadele yoğunlaşıyor.

Ancak ömrünü PKK ile mücadeleye vakfetmiş komutanlar bile diyorlar ki: Teröristle mücadele ayrıdır; terörle mücadele ayrı...

Teröriste karşı yapılan silahlı mücadele, tek başına terörü önlemeye yetmiyor. Askeri önlemlerin, siyasi, ekonomik, sosyal, yasal önlemlerle desteklenmesi gerekiyor.

* * *

Bunun için en uygun konjonktürdeyiz. “Devlet, terörist saldırıların baskısıyla reform yapmaz” deniliyordu.

Asker, üzerine düşeni yaptı. Şimdi sıra “sivil operasyon”da...

Hükümetin, bölgeden ciddi oy almış olmanın avantajını da kullanarak, hem dağa çıkmış gençlerin eve dönmesini, hem yeni gençlerin dağa yönelmesini önleyecek çok boyutlu bir reform paketiyle ortaya çıkmasının tam zamanı...

Son Economist dergisi, “ABD’nin operasyona katkısına karşılık Erdoğan’ın da Bush’a Kürtlerin Irak’taki hükümetini tanıma ve PKK’lılar için af sözü verdiğini” yazdı.

Hükümetin yalanladığı bu pazarlık doğru bile olsa çözüm getirmekten uzaktır. Bölgenin barışa, refaha, özgürlüğe, huzura ve hukuka ihtiyacı var.

1984’ten beri atlanan “insanlığın yüksek değerleri” için “sıcak takip” lazım. Oysa bu bahiste sular tersine akıyor.

* * *

Sadece Şemdinli davası bile, bölgede askeri üstünlük sağlayan devletin, hukuki silahı nasıl kendine çevirdiğini göstermeye yeter: Şemdinli’de bir kitabevi bombalanıyor. Bir kişi ölüyor.

Halk, bombayı attığı öne sürülen kişileri yakalayıp güvenlik güçlerine teslim ediyor.

Sivil mahkeme iki astsubay ve bir itirafçıyı “çete kurup adam öldürmek”ten 39 yıl hapis cezasına mahkûm ediyor.

Ancak Yargıtay, eylemi “terörle mücadele kapsamında” görüp kararı bozuyor ve yargılamanın askeri mahkemede yapılmasını istiyor.

Buna direnen yerel mahkeme üyeleri farklı illere tayin ediliyor. O andan itibaren “farklı bir hukuk” devreye giriyor.

Sivil mahkemenin 39 yıl hapse mahkûm ettiği sanıklar, askeri mahkemenin ilk duruşmasında salıveriliyor.

Kararda, sanıkların halen Silahlı Kuvvetler’de görevli oldukları da vurgulanıyor.

Bombalama sanıkları salıverilirken kitabevi bombalanan kişinin tutukluluğu sürüyor. Şemdinli’deki bomba, Kandil’dekini gölgeliyor.

* * *

Başa dönelim: Nihai zafer için, bölgenin yüksek dağlarını bombalamak yetmiyor, insanlığın yüksek değerlerini kollamak gerekiyor. O yüzden işte, eşzamanlı bir sivil operasyonun tam zamanı şimdi...

Milliyet, 24 Aralık 2007

Can Dündar

25.12.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri