Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 25 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Enstitü

 

Risâle-i Nur'da felsefe-1

Varlık âlemlerinin tümü ile ilgili teklifler sunan Risâle-i Nur, modern zamanların evrensel fikir mektebi hükmündedir.

Varlığın maddî boyutundan insanın sosyal yapısına ve hayatın siyasî çizgisine kadar bütün sahaları tevhidi bir analize tabî tutan Risâle-i Nur, felsefî meseleleri de aynı paralelde muhakeme eder.

Eşyanın ontolojik hakikatini göstererek kâinattaki sırlar perdesini aralayan Risâle-i Nur, kesret içinde vahdetin parametrelerini çizer.

Eldeki verileri Kur'ân tezgâhında dokuyarak insanlığa sunan Risâle-i Nur, ilimleri anlama, hazmetme ve sentezleme noktasında bir "model" vazifesini görmektedir.

Fikrî platformlarda adından çokça bahsettiren Risâle-i Nur, bu dönemde fikrî ve mânevî krizleri büyük bir dirayetle aşabilen bir dirayet tefsirdir.

Risâle-i Nur'un derinleştikçe ortaya çıkan hakikatleri, günümüzün din-modernite, akıl-vahiy ile ilgili problemlerine teşhisler sunmakta, dolayısıyla etki alanı giderek genişlemektedir.

Bu küçük çaplı araştırmada Risâle-i Nur'un felsefeye genel bakışı nazarlara verilmeye çalışılacak.

Bunun için önce felsefeyi tanımakta fayda var.

Felsefeyi tanımak için başvurulan kaynaklar, muhtevaları itibarı ile elbette toptan kabulümüz değildir. Bunların muhtevalarını sıhhatli bir şekilde ayrıştırmak gerekiyor. Felsefî bir kaynakta, bazen doğru ve yanlış aynı satırda arz-ı endam edebiliyor.

FELSEFE NEDİR?

Merak ve hayret bütün insanlarda ortak olan duygulardır.

İnsanlık yeryüzüne gönderildiği tarihten beri, yani Âdem Aleyhisselâm ile birlikte içinde yaşadığı dünyayı ve kendisini merak etmiş, yabancısı olduğu şeyler karşısında hayretini gizleyememiştir.

Bu merak günümüze kadar artarak devam etmiştir.

Kâinatın Hâlıkı, insanlığın bu merak ve hayretini gidermek için peygamberler göndermiş ve merak edilen sorulara cevaplar vermiştir.

İnsanlık hayret saikı ile, içinde yaşadığı kâinatı ve üstündeki sırlar perdesini, "Neden? Niçin? ve Nasıl?" soruları ile aralamaya çalışmıştır.

Allah, ilk insan olan Âdem (as)'a esmasını talim etmiş, yani varlıkların isim ve mahiyetlerini öğretmiştir. Bu öğretinin sebebi, Âdem'in (as) yaşadığı dünyaya yabancılık çekmemesidir.

Said Nursî, talim-i esma gerçeğinin sadece Âdem Aleyhisselâm ile sınırlandırılmaması gerektiğini söyler.

Kur'ân'ın küçük hadiseler merceğinde geniş kanunların ucunu ders verdiğini söyleyen Nursî, istidat ve kabiliyetleri ciheti ile donanımlı olan insanlara öğretilen sayısız ilimlerin ve kâinatı anlamaya yönelik olan pek çok fenlerin "talim-i esma"ya dâhil olduğunu ifade eder.

Nursî'ye göre, kâinat Hâlıkının işlerini ve vasıflarını anlamak için insanlığa öğretilen her şey, aslında "Âdem'e isimleri öğretme" nin tesir sahasına dâhildir.

İşte "hikmet", bu anlama gayreti ile beraber başlamıştır.

Yaratılan varlıklardan ve kendi nefsinden hareketle Allah'ı ve O'nun vasıflarını anlamaya çalışmak "hikmet"tir.

Kur'ân'ın açık şehadeti ile "hikmet", öncelikle peygamberlere nübüvvet ve ilimle birlikte verilmiştir.

"Hikmetin verildiği kimselere hayrın da beraber kılınması" Allah'ın "Hakîm" isminin gereğidir.

Öte yandan, insanlık bazen de hayret ve merak ettiği şeyin cevabını nübüvvetin dışında ve vahiyden kopuk bir şekilde bulmaya çalışmıştır.

Bu ikinci yol çok dolambaçlı olup, riskli ve tehlikelidir.

İşte felsefe geniş düzlemde bu kategoriye dâhildir.

Felsefe, elbette tamamıyla 'vahiy'den kopuk bir alan değildir. Felsefenin içindeki doğruların tamamı nübüvvet menşe'lidir. Mürûr-ı zamanla nübüvvetin izleri silindikçe kalan kısım "şeytan kumandasındaki hevâ ve hevesin" ürünü bir bilgi posası olur ki, Nursî'nin şiddetle karşısında durduğu nokta tam da burasıdır.

Önce felsefenin mânâsına ve kadim Yunan'dan günümüze uzanan çizgisine bakalım.

Böylece modern dönemlerin fikrî arka planını resmederek Risâle-i Nur'un bunlara karşı köklü çözümünü anlamaya çalışalım:

Felsefe, insanın kendi birikimleri ile elde ettiği bilgiyi ifade eden bir kavramdır.

Felsefe, kâinatı, insanı, hayatı ve bunların çeşitli tezahürlerini, sebep, madde ve gaye cihetiyle inceleyen fikrî bir çabadır.

"Felsefe nedir?" sorusunun cevabı aslında hiçbir zaman netleşmemiştir.

Fransız Filozofu Jules Lachelier'e bu soru sorulduğunda "Bilmiyorum!" cevabını vermişti.

Tarihin çeşitli dönemlerinde ve farklı medeniyet havzalarında yaşayan filozofların her birisi felsefeyi kendine göre tanımlamıştır. Filozofların tamamında, seleflerinin fikirlerini çürütmek ve onların enkazı üzerinde sistemini kurmak anlayışı görülmüştür.

Dolayısıyla filozof sayısı kadar felsefî tanımdan bahsetmek mümkün.

Bu anlamda felsefe tarihi, bir birini nakzeden fikirler ve modeller mezarlığı görünümündedir...

Doğrusal olan tevhidî ve nebevî çizgi, bu kaidenin dışındadır, çünkü orada biri birini tamamlayan halkalar bütünü var.

Felsefenin üç büyük otoritesi (Sokrates, Eflatun, Aristo) felsefeyi şöyle tanımlarlar: Sokrat; "İnsanın kendisini bilmesi". Eflatun (Platon); "Kişinin ölümü tercih etmesi, yani bedene ilişkin arzuların öldürülmesi. Ebedî ve küllî varlıkların hakikatlerini, mahiyetini ve sebeplerini bilme çabası". Aristo; "San'atların sanatı, hikmetlerin hikmeti".

Şu hakikati teslim etmek gerekir; felsefe, beşeriyetin bütününü içine alan bir düşünme tarzı değildir. Grekler'de başlar, Batı'da gelişir ve İslâm dünyasında (Meşşailer aracılığıyla) yeni bir kavramsal çerçevede varlığını sürdürür, sonra önemi azalır.

Yunan öncesi döneme tekabül eden binlerce yıllık fikrî ve hikmetle ilgili çabaları "felsefe" diye adlandırıp mahiyetini daraltmak doğru olmaz. Bu arada felsefenin Abbasîlerle birlikte İslâm dünyasına geçerken yaşadığı içsel dönüşüm, ona "salt felsefe" dememize müsaade etmez.

Bu dönemlerin fikrî çabalarını "hikmet" olarak adlandırmak daha doğru olur.

İslâm düşünce tarihinde hikmetin etkisinde olmayan ve hikmetle barışık olmayan felsefenin oldukça kötü bir tanımı var. İslâmî kaynaklarda yer alan felsefe, vahiyden tamamen kopuk, onun dışında ve ona karşı salt insanî (hümanist) düşünce olan felsefe değil, aksine en azından kaynağı nübüvvet öğretileri olan ve hikmetin etkisinde gelişen felsefedir.

Bu noktada bazı İslâm hükemâsının felsefe tanımına bakmakta fayda var:

El-Kindî; İnsanın gücü nisbetinde varlık âleminin hakikatini bilme faaliyetidir. Farabi; Varlıkların 'var olmaları' dolayısıyla bilinmesidir. Müdrîki olduğumuz bütün nesneler bu bilginin içine girer. İbn-i Sina; Nesnelerin hakikatlerine bir insan ne kadar vakıf olabiliyorsa, o kadar vakıf olma çabasıdır. Cürcani; Ebedî mutluluğun kazanılması amacıyla beşerin gücü oranında kendini İlâhî (vasıflara) benzeştirme çabasıdır.

Genel kabul gören ortak yaklaşım; felsefenin, merak etme, hayret etme, soru sorma ve sorgulama anlamlarını içerdiğidir.

İnsanın içinde yaşadığı evreni anlama çabası, yaratılan âlemin sırlarını ve prensiplerini çözmeye çalışma çabası felsefede ana temadır.

Antik Yunan Filozofu Epiktetos'a göre felsefe, insanın kendi yetersizliğini ve güçsüzlüğünü bilmesidir.

İnsanın kendisini ve kendisi dışındaki dünyayı bilme çabası felsefenin temel amacıdır.

Filozof Jaspers, felsefenin; "Bu nedir?" sorusu ile başladığını söyler. Jaspers, bununla ilgili şu olayı aktarır: "Eski Yunan bilgelerinden Thales, merak ve hayretinden ötürü yıldızlı gökyüzünü gözlemlerken kuyuya düşer. Bunu gören bir kadın ise, kendisini alaya alır."

Felsefe merak edilen ve çözülmemiş problemlerin ilmî olarak da tanımlanabilir. Merak edilen bu konu, eğer çözülürse, felsefe olmaktan çıkar ve bilimlerin alanına girer.

Bu yönü ile felsefenin doğuşunda üç âmilden bahsetmek mümkün; hayret, şüphe ve sarsılmak.

Eflatun ve Aristo felsefesinin doğuş sebebi 'hayret' duygusudur. İnsanın kâinatı tetkik ederken yabancı gördüğü şeyler karşısında hayret etmesi felsefenin çıkış kaynağıdır.

Duyu organlarının aldanabilmesi gerçeği ise, şüpheyi kamçılamıştır. İnsanda kesin bilgi elde etme çabası onu faaliyete doğru yönlendirir.

Bu faaliyetlerin içinde olan insan, dış dünyayla ilgilenirken kendini unutur. Dikkatini kâinattan kendine doğru çekince sarsıntı geçirmeye başlar. İşte bu sarsıntı felsefenin bir başka çıkış kaynağı olmuştur.

Hayret, şüphe ve sarsıntı beraberinde bilgi birikimini getirir.

Karl Jaspers felsefeyi şöyle tanımlar: "Felsefe, sorusu cevaplarından daha kıymetli olan ve her cevabı tekrar soruya dönüştüren bir yoldur. Felsefe bu yolda olmaktır. Felsefe Yaratıcıyı bilme, insana özgü nesneleri bilme, var olmakta olanın; "var olmakta olan" olarak bilinmesi. Ölüm ve mutluluğu bilmek. Varlık ile ilgili bilginin bilgisi, san'atların san'atı. Sınırlı bir alan değil, bütün varlığa birden yönelme ve onları bilme çabası."

Demek ki felsefe, varlığın ilk sebeplerini, insanın mahiyetini ve varoluş hikmetini soru sorarak anlamaya çalışma faaliyetidir.

Bu faaliyeti gerçekleştirirken "aklı kullanmak" ise felsefenin temel prensibidir.

Eğer aklın geri planında besleyici güç, "vahiy" ise, sahibini tevhide taşır ki, bunun adı artık felsefeden çok "hikmet" olur. Eğer aklın geri planında hevâ ve hevese tâbi nefis ile şeytan besleyici konumda ise sahibini küfre taşır.

İşarat-ül-İ'caz'da vurgulandığı şekli ile kuvve-i akliye, "ucu açık" bir alan olduğu için, tevhid/tevhid dışılık (iman/küfür) ihtimalleri biri birine çok yakındır.

Bu, "Ene" Risâlesi ile çözüm bulan "hem iman, hem de küfre müsait potansiyel mahiyet"in akıl için de geçerli olmasıdır.

Bu konuya ileride değineceğimiz için şimdilik geçiyoruz.

Biraz da felsefenin etimolojisine bakarsak; Felsefe, Yunanca "Philosophia" sözcüğünün Arapça'ya çevirisidir. Kelime Arapça'dan Türkçe'ye geçmiştir.

Philosophia, birleşik bir sözcük olup Philia ve Sophia'dan müteşekkildir. Philia sevgi, Sophia ise "Hikmet" anlamındadır. Yani; "Hikmet sevgisi"dir.

Türkçe kaynakların bir kısmı "hikmet" yerine 'bilgi' kavramını tercih eder ki, o zaman felsefe "bilginin sevgisi" anlamına gelir.

Hikmet, bilginin çok ötesinde derin mânâları mündemiçtir. Hikmet çoğu zaman felsefe ile de eş anlamlı kullanılır ki, bu da doğru değildir. Konuları benzer olmakla beraber mânâları biri birine çok uzaktır.

Bu derin farkı ve Nursî'nin tercihini ilerleyen satırlarda nazarlara vermeye çalışacağız.

Dünya felsefe tarihinin otorite şahsiyetlerinden Platon'un öğrencisi Herakleides Pontikus'un verdiği habere göre, "philosophia" deyimini ilk defa kullanan İsa (as)'dan önce Yunanistan bölgesinde yaşamış olan Pythagoras'(Pisagor)dur.

Felsefe terimini evrensel literatüre kazandıran Antik Yunan Bilgesi Pisagor, aynı zamanda matematik ve geometrinin de kurucusu kabul edilir. Pisagor'a göre felsefe; "Hikmetin sevgisidir." Hikmet, hiçbir zaman dinden ayrılamaz.

Mehmet Ali Aynî Tasavvuf Tarihi adlı eserinde Müslüman hükemânın Pisagor'u özü itibarı ile Tevhid olan bir dinin izleyicisi ve yenileyicisi (müceddit) olarak kabul ettiklerini yazar. Pisagor'un "Orfizm" denen Şark menşeli bir dinin izleyicisi olduğu bilinmektedir.

Pisagor, "kâinat" kelimesini de ilk defa kullanan kişidir. Eserlerinde kâinatın ezelî ve ebedî olmadığını ve onu yaratan zâtın Allah olduğunu söyleyen Pisagor, bilgelik sevgisinin Allah sevgisi ile eş anlamlı olduğunu söyler. İbn-i Nedim'den Sühreverdi'ye Calinos'dan Sicistani'ye kadar Pythagoros'dan övgü ile bahsetmeyen kimse yoktur.

HİKMET VE FELSEFE

Hikmet, Allah katından gelen vahyin öğrettiği bilgi anlamındadır.

Seyyid Şerif Cürcânî hikmeti şöyle tanımlar: Varlık dünyası hakkında insanın kendi gücü oranında eşyanın hakikatlerinden söz eden ilim. Hikmet sözlü ve sözlü olmayan olarak ikiye ayrılır. Birincisi şeriat ve tarikat ilimlerini kapsarken, ikincisi hakikat'in sırlarını içerir.

İbn-i Abbas'a göre de Kur'ân da geçen hikmet: "Helâl ve haramın öğrenilmesidir."

Kur'ân da hikmet; ilim, kitap, vahiy ve bu vahiyle öğretilen bilgi anlamındadır.

Bediüzzaman'ın talebesi Zübeyir Gündüz-alp notlarında, "İlmin (hikmet) peygamberlerin mirası olduğunu" söyler.

Ali İmran Sûresi 16. âyette; "Allah'ın peygambere nübüvvetle beraber bilgi, kitap ve hikmet verdiği" ifade edilir.

Hadislerde hikmet, hayır olarak vasıflandırılarak ona Mü'minin yitik malı nazarıyla bakılır.

Hikmetin başka anlamları da vardır; sünnet, ince kavrayış, nübüvvet, adalet, akıl, ince söz, marifet, v.b.

Said Nursî'nin; "Cenâb-ı Hakk'ı tanımanın yollarından biri" diye tavsif ettiği İşrakiye ekolünün sahibi Şihabüddin Sühreverdi'ye göre, hikmetin kurucusu, İdris (as)'dır. Felsefe kaynaklarında İdris Peygamberin ismi, "Hermes" olarak zikredilir. Felsefe ve hikmetin tarihini anlatan pek çok eser bu bilgileri doğrular.

Bediüzzaman'ın talebesi Muallim Ahmet Galib, Barla Lâhikasında yer alan ve Peygamberlerin vasıflarını anlatan bir şiirinde, İdris'i (as) "hikmet" vasfı ile tanıtır.

Sühreverdi'nin verdiği bilgiye göre kaynağı İdris peygamber olan hikmet, sonraları iki kola ayrılmış, bir kolu İran'a doğru uzanırken, diğer bir kolu Mısır'a uzanmıştır. Mısır'dan Yunanistan'a varan hikmet, niyahet bu iki kaynaktan tekrar İslâm'a gelmiştir. Farabi ve İbn-i Haldun Sühreverdi'nin bu bilgilerini doğrularlar.

Hikmetin nübüvvete dayalı semavî yapısının ötesinde bir de beşerî karakteri vardır. Bir insanî düşüncenin hikmet olması, onun vahiy ile mutabakat içinde olmasına bağlıdır

Yazar Ali Bulaç bu hususta şunları söyler: İnsanî bir düşüncenin hikmet tanımına girebilmesi doğrudan vahiy ile bağlantılı, ona dayalı olması gerekir. Salt vahiyde beşerin hiçbir katkısı olmazken, hikmet insanî ile İlâhî bilgi kategorilerinde ortak bir sınır teşkil eder. Yani vahiy ile öğretilen bazı bilgiler, hikmet olabileceği gibi, insanın bu bilgilere dayalı geliştireceği bilgilerin toplamı da hikmet olabilir.

Şu halde hikmet, derece farkıyla peygamberden bilgeye ve hatta sıradan insana kadar yayılma gösterebilen geniş bir kavramdır. Bu kavramın sınır tanımaz dünyasında peygamber hikmeti (nebevî hikmet) bütün hikmetleri belirler. Onlara kıstas olur, aynı zamanda ilham kaynağı ve hareket noktası teşkil eder. Nebevî hikmeti hemen salih amel, üstün takva, kesintisiz ceht, ilimde rüsuh alanında gösterdikleri başarılarla mukarreplerin hikmeti izler. Nübüvvet nurundan en çok istifade eden bunlardır. Akıl nuru, kalp basireti onları hakikatin bilgisine öylesine yakınlaştırır ki, peygamberin kalbine ilim ve hikmeti ilka eden kaynak, onların kalbine de bir takım esintileri (ilham) göndermeyi ihmal etmez.

Hikmetin ifade edilen mahiyeti çerçevesinde felsefeye baktığımızda, iki kavram arasında çok önemli bir mahiyet farkının olduğunu görürüz.

Çünkü felsefe, İlâhî hikmetin etkisinden çıkmış salt insânî düşünce tarzının adıdır. Bu tanım Batı felsefesi için özellikle doğrudur. İslâm dünyasında da felsefenin bu anlamda kötü bir tanımı var.

Yalnızca insanın beşerî akıl, tecrübe ve sezgi gücüne dayanan felsefenin ne hikmetle, ne de vahiyle hiçbir bağı kalmamıştır. Bu felsefede tamamen karamsarlık, vesvese, bunalım ve şaşkınlık vardır. Bu şekli ile felsefe, ilk defa Yunan'da teşekkül etmiş, gerçek etki ve belirtilerini rönesans ve aydınlanma çağından sonra, geçen yüzyıl ve bugün göstermiştir.

Batı merkezli düşünce tarihi ve tarih felsefelerinde hikmete hiç yer verilmez.

Aristo öncesi Yunan'da Platon ve hocası olan Sokrates felsefelerinde tevhid izlerine rastlamak mümkündür. Bunu Said Nursî Lemaat adlı eserinde zikreder. Yine Pre-sokratik dönemde Xenophanes, Parmenides ve yukarıda bahsi geçen Pythagoros felsefelerinde de nebevî ve tevhidî izlere rastlamak mümkün.

Bazı kaynaklar Lokman Hekim'in Davud (as)'ın çağdaşı olduğunu yazar. Pre-sokratik dönemin filozoflarından Empedokles'in Şam bölgesinde yaşayan Lokman (as)'dan hikmet dersi aldığı ve Yunanistan'a döndüğünde kâinatın yaratılışından bahsettiği ifade edilir.

Yine Yunanlılar'ın ikinci hekimi olan Pisagor'un Süleyman (as)'ın müteakibi olan bazı mutemed kişilerden hikmet dersi aldığı ifade edilir. Sicistani, Pisagor'un tabiat, sayı ve ilahiyat konusunda nübüvvetin nurundan iz taşıdığını söyler.

Dolayısıyla bunların fikrî ürünlerine felsefeden çok hikmet demek daha doğru olur.

Fakat Aristo ile beraber çarkın tersine döndüğü müşahede edilir. Aristo, düşünceyi laikleştiren ve vahiy ile bağını keserek profanlaştıran bir filozoftur.

Dolayısıyla Aristo öncesi düşünce sistemine felsefe denilse de hikmetin etkisinde bir felsefedir. Ama Aristo'dan sonra felsefe, İslâm dünyasında büründüğü form hariç "salt felsefe" olup vahyin çok uzağındadır.

İbrahim KAYGUSUZ

25.01.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri