Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 18 Şubat 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Özür dileyen Başbakanın gözyaşları

Avustralya Parlamentosu bu hafta bir ilki yaşadı. Yıllardır bu ülkede tartışılan ve ümitle beklenen gün sonunda gerçekleşti. Avustralya hükümeti kıt'anın ilk halkı ve sahibi olan Aborjin milletine geçmişte yaptığı katliâm ve asimilasyondan dolayı devlet adına özür diledi. Bu özür Avustralya’da ve dünyada büyük yankı uyandırdı.

Bu tarihî gün önce başşehir Canberra’da parlamentonun açılışında Aborjinlerin geleneksel töreniyle başladı. Ardından yeni başbakan olan İşçi Partisi lideri Kevin Rudd tarihî konuşmasını yaptı. Bu konuşmada Rudd’ın, beyaz göçmenlerin ilk kıtaya geldikleri günden sonra yaptıkları bütün haksızlık ve zulümlerden, işledikleri suçlardan dolayı özür dilemesi herkese çok duygulu anlar yaşattı. Başbakanın gözyaşlarıyla yaptığı bu konuşma bütün halkın görebileceği açık hava dev ekranlarda ve canlı yayınla bütün Avustralyalılar tarafından yoğun bir ilgiyle izlendi. Aborjinlerden kalabalık bir grup Meclis binasının dışında büyük sevinç gösterileri yaptı.

1770 yılında İngiliz kraliyet donanmasına bağlı Kaptan James Cook Avustralya’nın doğu sahillerini Büyük Britanya adına ele geçirmişti. Avustralya’daki İngiliz sömürgeciliği 1788’de Sydney’de başladı. Öncelikle yeni gelen göçmenlerin getirdiği kızamık ve suçiçeği gibi hastalıklara bünyeleri hiç alışık olmayan yerli halk Aborjinler binlerce kayıp verdiler. Daha sonra beyaz adamların onları zorla kıyı kenarlarından çöllere sürgün etmesi ile hayat şartları bozuldu. Ve toplu ölümler bunu takip etti. 1788-1900 yılları arasında yerliler, maruz kaldıkları hastalıklar, topraklarının kaybı ve kendisini kıt'anın efendisi ilân eden beyaz adamdan gördükleri şiddet sonucu nüfuslarının yaklaşık yüzde 90’ını kaybettiler. Avrupalı beyaz adam, kıt'anın yerlileri üzerine uyguladığı soykırımı haklı çıkarmak, ırkî üstünlüğünü ve dolayısıyla kıt'a üzerindeki hakimiyetini gerekçelendirmek adına her türlü yayını ve fikri kullandı.

Tabiî artık bütün gerçekler günümüzde su yüzüne çıkmış durumda. Ve yapılan herşey sadece ve sadece bir utanç tablosu olarak insanlık tarihinde yerini almakta.

Bütün bu yaşananlara rağmen yeni hükümet, devleti temsil konumuna dayanarak, şimdiye kadarki “yapılanları görmezlikten gelme veya bazı gerekçelerle savunma politikası” yerine açık yüreklilikle milletine kucak açıyor ve Başbakan gözyaşları içinde halkına içtenlikle özrünü sunuyor.

Başbakan Kevin Rudd’ın konuşmasının özeti kısaca şöyle: ‘Geçmişteki kötülükleri hatırlıyoruz. Bunlar, geçmişimizde ve tarihimizde en çirkin bir sayfa. Şimdi yeni bir sayfa çevirmenin zamanı geldi. O da geçmişteki yanlışları düzeltmek ve ileri doğru bakmakla mümkün. Geçmişte hükümetlerin ve Avustralyalıların yaptıklarından dolayı özür diliyoruz. Çocuklarınızı elinizden aldığımız için özür diliyoruz. Acı çektirdiklerimizin, ayırdıklarımızın ailelerinden de özür diliyoruz. Onların onur ve şereflerini kırdığımız için özür diliyoruz. Parlamento olarak özrümüzü en içten dileklerimizle kabul etmenizi diliyoruz. Yeni bir tarih yazmak için kalbimizi elimize alıyoruz. Ve bugün geçmişteki olanları hatırlıyoruz, bununla ve bu bilinç içinde ileriye adım atıyoruz.

“Bu parlamentonun geçmişteki haksızlıkları hiçbir zaman kesinlikle tekrarlamayacağı... Aborjin olan ve olmayan her kesimdeki insanların isteklerini bağdaştıran... Aborjinlerle diğer Avustralyalıların arasında eğitim, ekonomi ve sağlık standartları açısından var olan uçurumun ortadan kalktığı bir geleceğe ilerliyoruz.

“Öyle bir gelecek ki, ortada bulunan problemlerin çözümleri ele alınacak ve nerede çözümler bir değişiklik getirmemişse onun yerine yenilerini getirecek. Karşılıklı saygı içerisinde, karşılıklı çözümler için azim ve karşılıklı sorumluluğa bina edilmiş bir gelecek. Hangi öze bağlı olursa olsun, bütün Avustralyalıların eşit hakları paylaştığı ve bu güzel ülkenin geleceğini değiştirmek adına ortak paya sahip kardeşler olduğu bir gelecek.’

Avustralya’da Aborjinler toplam nüfusun yüzde 2’sini oluşturuyor. Devlet onların geçiminin yüzde 70’ini karşılıyor. Ve onlara da vatandaşlık haklarının hepsini eşit olarak tanıyor.

Beşinci kıt'adaki bu gelişmeyi görünce Türkiye’de devlet adına bütün ülke halkına yapılan haksızlıkları hatırlıyor ve geride kalan 80 küsur seneyi bu nazarla tarih süzgecinden geçirdiğimizde böyle bir özür vazifesinin bizi de beklediğini düşünüyoruz.

Yıllarca kendi halkının birçok hakkını elinden almış, hatta bazan yaşama hakkını dahi gasp edebilmiş bir sistem bütün tortuları ve kalıntılarıyla birlikte terk edilmediği ve devletimiz halkını samimiyetle kucaklamayı başaramadığı sürece huzura kavuşmamız mümkün değil. Kendi toprağında herşeye ve devlet kaynaklı onca baskıya rağmen yıllarca barış içinde yaşamış milletini iç tehdit konseptleriyle düşman ilân etmenin, gerginliği tırmandırmaktan başka neticesi olamaz. Bunu ortadan kaldırmanın tek yolu da devlet-millet kaynaşmasını gerçekleştirmekten geçer. Geçmişte yapılan ve bir kısmı hâlâ devam eden yanlışlardan vazgeçip halktan özür dilemek devleti küçültmez, milleti büyütür. Devlet millet için varsa, bu kucaklaşma daha fazla gecikmemeli.

Saadet TOPUZ

18.02.2008


Valentine`s Day dolayısıyla

Maddeye ulfet peyda etmek mânâdan uzaklastırıyor. Günümüz insanını tanımlarken kullanılan kelimeler arasında `tüketim ınsanı` tabiri de geçiyor.

Tüketim üzerine kurulmuş hayatlar, Amerika’nın en bariz gerçegi. En çok yapılan şekliyle tüketim insanından konuya giriş yapıp sistemleri yazmayacağım; tüketen insandan, tükenen insana bir yolculukta, fikirlerini sorduğum genç Amerikalının (bu tabir bilerek kullanıldı, Amerikan genci daha çok altmışlı-yetmişli yılların Amerikan tarzını ifade eder ve bu popüler kültürün öncüsü hükmündedir) maddeye olan `bağımlılığın` verdiği bıkkınlığı nasıl ifade ettiğini ifade etmeye çalışacağım.

Günlerden 14 Şubat, ülkemdeki büyük şehirlerde gördüğüm kadarıyla `olmasa da` Alabama eyaletinin bu küçük şehrinde de, farklı bir gün olduğunu hatırlatan bir hareketlilik göze çarpıyor. Valentine`s Day`in yerleştiğini belli eden işaretler var.

Ne de olsa dini anlamı olan bir gün ve Amerika’daki `yumuşak kalpli tüketim insanı` bu günü, büyük firmaların sunduğu şekliyle hayatına alıvermiş ve öyle de sürdüruyor. Yumuşak kalpli tuketim insanı tabirini kullanmama sebep olan, bu genç Amerikalı oldu: Scott, 22 yaşında ve Grafik Dizayn öğrencisi. Valentine Day hakkında farklı düşünüyor; `dini bir olguyu, pazarlama aracı yapıyorlar, ben bundan nefret ediyorum. Çok yapmacık şeyler ve kendimizi kandırmaktan başka birşey yapmıyoruz. Az düşünen insanları sınırları aşmaya iten güzel bir gün diyor.

Amerika'da Texas eyaleti 'muhafazakâr' ve 'milliyetçi' yönüyle biliniyor. Scott, Texasli ve uzun süredir genç Amerikalılar hakkında gözlemlediğim halleri ondan duyma firsatım oldu. Yumuşak kalpli ve tüketim insanı kavramları birbirini besleyen kavramlar; tüketmeye olan meyil yumuşak ve sevecen olma haliyle özdeşleştirilmiş ve bu noktadan insanlar 'gönül huzuruyla sınırsızca tüketiyor. İsraf hassasiyetinden uzak bir 'tutumluluk' kavramının çok da insanî olmadığına sahit oluyoruz.

Scott, bu konuda 'yumuşak kalplilere' çok kızıyor ve bu kitlenin oluşmasında en onemli yeri alan unsurun medya olduğunu ifade ediyor. Yumuşak kalpli derken umursamazlığı da içerdiğini ifade ediyor.

Kastedilen medya içinde TV’ler -bazılarının ülkemizde de yayın yaptıklarını düşünürsek -insana madde itibariyle bakan, şehevî arzulara hitap etme klâsikliğini de `aşmış yayınlarla dolu; bir taraftan gözleri maddeden başka bir şeyi görmez hale getirirken, diğer taraftan maddeye olan ülfeti arttırır olmuş. Yayınlarını bu tarz yapan TV`lerin başında MTV geliyor ve Scott ve arkadaşları MTV için `Mindless (akılsız) TV diyorlar.

`Bu durumları Amerikalı insanlar yaşıyor deyip de kendimizi kandırmayalım. Bütün dünyanın da malûmu olduğu gibi, burada pişen popüler kültürün (populer esaret) kırıntıları bize düşüyor. Düşmesinden ziyade biz bu kırıntılara `samimiyetle` talip oluyoruz.

Amerikadaki ilk `Valentine`s Day tecrubemiz`de bu mânâları yaşadık. Duâmız odur ki; Âlem-i İslâmın merkezi hükmünde olan diyarlardaki Müslüman kardeşlerimiz gafletin verdiği `yumuşak huylulukla`, dünyalık ve dünyevileşme kavramlarını karıştırmanın getirdiği `tüketim insanı` durumuyla karşılaşmasın.

`İslâma yakışan Müslüman olabilmek duâsıyla.

Muhammed Said ÇAKIR

18.02.2008


Abbas Güçlü ile ‘Abartılı Bakış’

Geçtiğimiz günlerde yapılan “Abbas Güçlü ile Genç Bakış” programı birçok açıdan enteresanlıklarla hatırlanacak bir program oldu. Öncelikle Akdeniz Üniversitesi öğrencileri önceden tembihlenmişçesine özellikle Sabih Kanadoğlu’nun her cümle ve nefes alkışları arasını alkışlarla doldurmak gibi bir yükümlülük yerine getirince..

Sabih Kanadoğlu ise; 367 tartışmalarını aratmayacak yeni tartışma açarak hukuk ve demokrasiye katkıda (!) bulundu ki bunun için özellikle programın bir kez daha izlenmesi faydalı olacaktır. Bu hukuk katkılarından en çarpıcı olanı, demokrasilerde atanmış-seçilmiş ayrımının gereksizliği üzerine söyledikleri oldu. Türkiye gibi seçilmişlerin hep atanmışların bir şekilde vesayetlerinde altında bulunduğu bir ülkede, seçilmişlerin atanmış bürokratlar ile eşit olabilmek seviyesine ulaşabilmesi sevindirici olsa da, bu bir demokrasi örneği değildir. Bu olsa olsa ikinci dünya savaşı öncesi kimi Avrupa ülkelerinin rejimlerini hatırlatan bir yönetim olur. Seçilmişlerin üstün ve darbelerin rastlanmadığı ülkelerde atanmışların seçilmişlere eşit olduğunu söylemek abesle iştigaldir. ABD Millî Savunma Bakanının Basın Toplantılarında ABD Genel Kurmay Başkanı kenarda oturup, Bakan izin verirse konuşma yapması gibi. Bizde ise neredeyse bunun tam tersi bir üslup söz konusu olur. NATO Millî Savunma Bakanları toplantılarına genel olarak Genel Kurmay Başkanları ile birlikte katılırken, bizdeki protokol sırası nedeni ile hep 2. Başkan, Bakanın yanında gidebilmektedir.

Sabih Kanadoğlu’nun dediğinden farklı olarak seçilmiş etkin ve üstün olduğu bir yönetimin diğer şartlarla birlikte demokrasi olduğunu düşünüyorum. Programa diğer bir enteresan katkı bir öğrenciden gelmekle birlikte bunu tasdik eden Sabih Kanadoğlu olması daha da ilginç oldu.

Öğrenci soru sorarken “…öğretmenden çok imamın olduğu ülkede…” sorunların çözülemeyeceği şeklinde bizce tutarsız bir tez ve soru oluşturdu. Fakat öğrenci soru içerisinde Diyanet’in varlığını sorgulayarak bir mantık yürüttü. Sabih Kanadoğlu öğretmenden çok imam eleştirisine katılırken, ek olarak bu kadar yüksek bir bütçe almasını da ayrıca eleştirdi. Fakat Kanadoğlu’nun tutarsızlığı ise bu kadar eleştirilen bir kurumun varlığını savunmak oldu. Neden savunuyorsunuz? Diyanet’e ihtiyacınız mı var? Hem de imamları ve faaliyetlerini bu kadar tehlikeli bulurken. Yoksa bu yol ile bir şeyleri kontrol ettiğinizi mi düşünüyorsunuz diye insan kendi kendine sormadan edemiyor.

Son rakamlarını bilememekle birlikte ülkemizde yaklaşık 80.000 cami olup, bunların 15-20.000 civarında da kadro olmadığından cami derneklerinin maaşını verdiği hocalar tarafından bu hizmetler yürütülmeye çalışılıyor. Kaldı ki camiler çoğu zaman cemaati tarafından inşa ettirilerek ibadete açılıyor. Birtakım mecburiyetler, formalite ve vergiler sebebi ile Diyanet Vakfına bağışlanıyor. Yani bu anlamda her halükârda devlet gözetiminde ve milletin kesesinden yapılan işlemler yürüyor. Okul olmayan veya taşımalı eğitim nedeni ile kapatılan okullara rağmen, aynı köyde cami de bir şekilde hizmet verilmektedir. Millî Eğitim Bakanlığının ise 600.000 civarında öğretmeni olduğuna göre, bu hesabı yapanlar da, tasdik edenler de sayı saymayı bilmiyorlar. Abbas Güçlü’den beklerdim ki, bir program yöneticisi ve eğitimci olarak, öğretmen ve imamı neden birbirinin karşıtı meslekler şeklinde sunulsun. Bu milletin her ikisinde ihtiyacı var. Ayrıca hangi meslekten olursa olsun, mesleğini iyi yapan demokrasi kültüre sahip gençlere ihtiyacımız var.

Bu örnekleri, tartışma zeminin ne kadar kaydırıldığını göstermek için verdim. Genç Bakış’a konuk olanlar AÜ Rektörü Nusret Aras, UÜ Rektörü Mustafa Yurtkuran, eski YÖK Başkanı Kemal Gürüz ve Yargıtay Onursal Başsavcısı Sabih Kanadoğlu; farklı fikirlerin çarpışarak gerçeğin ortaya çıktığı bir zemin olmaktan çok, aynı konuya yine aynı cepheden bakanlara sunulmuş bir fırsat ve ekran gibiydi. Abbas Güçlü ise, hiç olmadığı kadar konuklarına müsamahakâr, konuşmalarını tasdik ve tamamlamak konusunda (aynen katıldığı fikirler olsa bile) istekli olması program etiği açısından uygun değildi.

İşte burada yukarıdaki sözümü tekrar teyit etmek istiyorum. Siyasetçileri çok çabuk ve kolay eleştirerek, bürokratları zihnimizde eleştirilmesi zor bir yere koyuyoruz. Abbas Güçlü’nün konukları seçilmişler ve özellikle muhafazakâr sağ kimlikli siyasiler olsaydı, bu kadar nezaketi abartır mıydı? Sanmıyorum…

Emin Talha Karamusa

18.02.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri