Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 21 Şubat 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

CIA’nın haber kaynağı kimdi?

AB dışişleri bakanları, tam üyelik için Türkiye’nin ‘yapması gerekenleri’ içeren 4. gözden geçirilmiş Katılım Ortaklığı Belgesi’ni onayladı. Belgenin içeriği bir anlamda AB standartlarıyla aramızdaki ‘mesafeyi’ netleştiriyor.

Şöyle de söyleyebiliriz: Yeni Katılım Ortaklığı Belgesi’nde, önümüzdeki 3-4 yıl gibi bir kısa vadede Türkiye’nin ‘demokrasi ve hukukun üstünlüğü, insan hakları, yurttaşlık ve siyasi haklar, ekonomik ve sosyal haklar, azınlık hakları, kültürel haklar, azınlıkların korunması, bölgesel ve uluslararası yükümlülükler, ekonomik kriterler ve farklı müzakere fasıllarıyla ilgili topluluk müktesebatına uyum’ konularında reformlar yaparak uygulamaya geçirmesi isteniyor.

Müzakerelerin hedefinin ‘üyelik’ olduğu belirtilen belgede, Türkiye’den şunlar talep ediliyor:

- Sivil-asker ilişkilerini AB standartlarıyla uyumlu hale getirmesi.

- Ordu ve savunma politikası üzerinde TBMM’nin eksiksiz gözetim yapabilmesini sağlaması.

- Askeri mahkemelerin görev alanının sadece askeri personelin görevleriyle ilgili konularla sınırlandırması.

- Din özgürlüğüne ve azınlık haklarına tam saygı göstermesi.

- Türkçe dışındaki dillerde televizyon yayınlarını kolaylaştırması.

- AB üyesi bütün ülkelerle ilişkilerini normalleştirmesi.

***

Bu taleplerin ne kadar önemli ve haklı olduğunu, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın arşivlerinden ‘gizliliği kaldırılan’ 1969 -1972 yıllarını kapsayan bir dizi belgeyi okurken bir daha görüyorsunuz...

12 Mart 1971 öncesinde, 1969 yılında bir askeri darbe tehlikesi daha atlatmışız.

Belgelerin gizliliği kalktı deniyor ama açıklanan bazı belgelerin bazen satır, cümle ve paragraflar halinde ‘sansürlenmesine devam edildiği’ de görülüyor.

Belgelerde, ‘Ordu’nun, Mayıs 1969’da eski Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın siyasi haklarının iadesini öngören bir anayasa değişikliğinin Senato’da kabulü durumunda yönetime el koymayı planladığı’ da ileri sürülüyor.

Arşivlerde yer alan 19 Mayıs 1969 tarihli ‘istihbarat telgrafı’nda, ‘Genelkurmay Başkanlığı’nın 16 Mayıs’ta yaptığı toplantıda, Bayar ve diğer yasaklı politikacıların siyasi haklarının geri verilmesini öngören anayasa değişikliğinin 20 Mayıs için planlanan oturumda Senato tarafından kabulü durumunda, ülke yönetimine el koymayı kararlaştırdığı ve bu durumun, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ve Başbakan Süleyman Demirel’e iletildiği’ kaydedilmekte.

Bu belgede, ‘dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç’ın imzasıyla, bütün ordu, kolordu ve tümen komutanlarıyla Hava ve Deniz Kuvvetleri komutanlıklarına bu konuda talimat gönderildiği’ ileri sürülüyor. Belgede, ‘müdahalenin 20 Mayısı 21 Mayısa bağlayan gece olmasının planlandığı ve bunun muhtemelen bir haber bülteniyle radyodan halka duyurulacağı’ belirtiliyor.

***

Peki darbe nasıl önleniyor?

‘Bazı üst düzey CHP yetkilileri, partinin Senato oturumunda ret oyu kullanacağı ve böylelikle gereken üçte ikilik çoğunluğun sağlanamayacağı yönünde Ordu’ya güvence veriyor’.

‘Ordu, bu tasarının Senato’da fiilen öleceğine ve kendilerinin harekete geçmesine gerek kalmayacağına inanıyor.’

Belgede, ‘her şeye rağmen bu anayasa değişikliği şans eseri kabul edilirse ordu, bütün uyarı ve hazırlıklarının blöf olmadığını göstererek harekete geçecek’ deniliyor.

Belgenin yorum bölümünde ise, ‘müdahale olursa muhtemelen sadece parlamentonun feshedileceği, Sunay’ın Cumhurbaşkanlığı’nda kalacağı ve seçimlere kadar Demirel hükümetinin geçici olarak görevi sürdüreceği’ tahminleri yer alıyor.

Yakın zamanda yaşanan o çok çirkin ‘idam’ korkutması aslında hep varolagelmiş CHP-Ordu özdeşliğinin eski kromozomlarında...

***

Benim ilgimi çeken, zaten bildiğimiz ve değişmesine çalışıp durduğumuz ‘Senato’nun ne yapması gerektiğini askeriyenin belirlediği bir ülke’ olmamızdan ziyade, 12 Mart ile ilgili belgeler.

Daha doğrusu ‘belgelerin kaynakları’...

Örneğin...

Arşivlerdeki en önemli belgelerden biri olan 10 Mart 1971 tarihli mektup...

Aynı gün gerçekleşen Genelkurmay Karargahı’ndaki 8 saatlik toplantıyı ele alıyor.

Komuta kademesi, bu toplantıda Ortadoğu Teknik Üniversitesi’ndeki olayları ve ABD’li askerlerin kaçırılmasını tartıştıktan sonra hükümete muhtıra verme kararı alıyor.

Korgeneral Hayati Savaşçı’nın toplantıda iki öneri gündeme getirdiği belirtilmekte:

‘Savaşçı’ya göre ya genç subayların yönetime el koymasına izin verilecek ya da Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç’ın devreye girmesiyle Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ve Başbakan Süleyman Demirel’e muhtıra verilecekti.

Bu noktadan sonra askerin yönetime müdahale etmemesi mümkün değildi.’

İyi hoş da...

Genelkurmay’daki toplantıyı CIA nasıl bu kadar detaylı biliyor?

Şimdi cevabı almadan önce sıkı durun.

Bütün detaylarıyla yazılan bu toplantının ‘ABD’ye haber mi verildiği’ yoksa ‘içeriden mi dinlendiği’ konusu anlaşılamıyormuş.

Çünkü...

Belgelerde bu noktayı aydınlığa kavuşturacak olan bilgiler üzeri çizilerek sansürlenmiş.

‘ABD’ye haber mi verildi’ yoksa ‘içeriden mi dinlendi?’

Bir ordu düşünün ki kendi hükümetini devirmek için toplantılar yapıyor ama bu toplantıların sırlarını başka ülkelere karşı saklayacak tedbirleri alamıyor.

Genellikle böyle tuhaflıklar da ‘siyasete meraklı’ orduların başına geliyor.

Star, 20.2.2008

Mehmet Altan

21.02.2008


 

Said Nursî ve liberaller

“1907 senesi idi ki, Kürdistan’m yalçın, sarp ve demir görünüşlü dağlarının ardından bir güneş gibi doğmuş olan Said-i Kürdi adında, yaradılışının nadir eserlerinden sayılan, ateş parçası bir zekânın, İstanbul ufuklarında görüldüğü haberi etrafa yayıldı”. İçtihat Yayınevi sahibi Ahmet Ramiz, Said Nursî’nin İstanbul’a gelişini bu şekilde tasvir etmişti.

Said Nursî eğitimsizlikle öldürülmek istenen Kürdistan’a mektepler açtırmak için İstanbul’a gelmiş ve II. Abdülhamit’e yazmış olduğu dilekçesinde bu taleplerini dile getiriyor ve padişahla görüşmek istiyordu. Said Nursî, padişahla görüşme talebinde ısrar edince önce hapishaneye daha sonrada tımarhaneye atılmıştı. Abdülhamit’in istibdadı ona tımarhaneyi, meşrutiyet dönemi de hapishaneyi mektep yapmıştır.

Mutlakıyet-Meşrutiyet-Cumhuriyet dönemlerinde yaşamış insanlardan biri olan Said Nursî engin bir tecrübe birikimine sahiptir. Özgürlük ve İnsan hakları konusunda her üç dönemde de savunduğu düşüncelerden kesinlikle taviz vermeyen Said Nursî bir İnsan Hakları ve Özgürlük kahramanıdır.

II. Abdülhamit döneminin baskıcı, despotik hareketlerine karşı çıkan Said Nursî, özgürlüğün terör estiren, ırkçı ve baskıcı yönetimine karşı da aynı duyarlılığı göstermiştir.

Said Nursî aynı çizgi ve ilkelerini Cumhuriyet dönemindeki tek parti diktasına karşı da sürdürür. Abdülhamit dönemindeki İttihatçıları, İttihatçılar döneminde Ahrar Fırkası’nı, Cumhuriyet döneminde ise CHP’ye karşı DP’yi desteklemesindeki temel espri aynıdır. Baskı, şiddet, terör, hak ihlali üreten, yasaklar dayatan yönetime karşı özgürlüğü, eşitliği, insan haklarını koruyan, hoşgörü ve muhabbetin kapısını açan, katılımcılığı benimseyen yönetimlerin desteklenmesi gerektiğini Said Nursî’nin siyaset anlayışının temel unsurlarını oluşturmaktadır.

Bu yönüyle, Said Nursî’nin siyaset anlayışını belirleyen temel unsurlar ile günümüz liberal demokratların siyaset anlayışlarını belirleyen temel unsurlarda bir benzerlik olduğu açıktır. Mehmet Altan’ın “İlkelerime uyan siyasi hareketi/hareketleri desteklerim” anlayışı ile Said Nursî’nin Mutlakıyet, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerindeki siyasi tercihlerini belirleyen ilke ve prensipleri arasında bir paralellik olduğu görülmektedir. Yine Ahmet Altan’ın 17 Şubat 2008 Pazar günkü Taraf gazetesinde “AKP ve liberaller” konulu tatlı sert üslupla yapmış olduğu analiz ile Said Nursî’nin baskıcı ve despotik yönetimlere ve gelenekselliği savunan ulemaya karşı çıkışındaki esprilerin ana temellerinin aynı olduğunu gördüm.

Özgürlüğü, kimsenin kimseye baskı uygulamamasını, insan haklarının korunması ve garanti altına alınması, herkesin doğal hukuka göre meşru olan hareketinde serbest olması şeklinde tanımlayan Said Nursî, başındaki sarığı ve sırtındaki cüppesiyle tüm baskı, işkence ve zehirlenmelere rağmen insan hak ve özgürlüklerin savunucusu olmaktan geri kalmamıştır.

Ekmeksiz yaşayacağını, ama hürriyetsiz yaşayamayacağını söyleyerek Abdülhamit’in bahşişini ve Mustafa Kemal’in Şark Vilayetleri Umum Vaizliği tekliflerini reddederek insan hak ve özgürlüklerinin araç değil amaç olduğu, aydın ve ulemanın kendi atmosferi için özgür olması gerektiği vurgusunu yapmıştır.

Ahmet Altan’ın tatlı ve sert üslubunu barındıran yazısının sonlarındaki “Başbakan yaptığı bir konuşmada liberal bir aydını azarlamış,” cümlesi de bazı aydınların nasıl işlevsiz hale geldiğini göstermektedir. Eğer aydınlarımız kendine özgü atmosferlerini oluşturmayı başaramazsa bu azarlanmanın sık sık yapılacağına delalet etmektedir.

Aydınlar, özgür bir hareket alanı bulunmadığı takdirde dönemin siyasi gücünün hegemonyası altına gireceği Türkiye’nin aydın ve siyaset tarihi tanıklık yapmaktadır. Teoride ilke ve prensip sahibi olan liberal aydınlarımız, ilke ve prensiplerinin siyasi yönetimlerinin programlarına benzeyerek değil, siyasi yönetim programlarını ilke ve prensiplere uygun hale getirilmesi için çaba ve gayret sarf etmelidirler. Aksi takdirde sürekli azarlanmayı hak edeceklerdir. Bu anlamda kendine özgü özgür bir ortam tesis etmeyi başaran aydınların siyasi iradenin telkinlerinden en az etkilenen kişiler olduğunu söylemek mümkündür.

Mutlakıyet-Meşrutiyet-Cumhuriyet dönemlerindeki siyasi yönetimleri bir aydın olmanın sorumluluğuyla eleştiren, insan hak ve özgürlüklerinin çatısını yükseltmek için gayret sarf eden Said Nursî’nin bu noktadaki devamının liberal aydınlar olduğu düşüncesindeyim. Çünkü bunlar siyaset mekanizmasını ve hak ihlali üreten devlet kurumlarını tabusuz, çekinmeden ve özgürce eleştirebilmekte ve her dönemde kendileri için vazgeçilmez ilkeleri kriter alarak yapmaktadır. 28 Şubat sürecinde en tutarlı ve dik tavrı liberal aydınların koymuş olması onların ilke/ilkeler endeksli bir anlayışa sahip olduğunu göstermektedir. Bunların siyasi yönetimlere karşı duruş ve yerlerini belirleyen, partinin kimliği/kimlikleri değil kendilerinin ilkeleri olmuştur. Tıpkı Nursî’nin her üç dönemde kendi siyasi yerini belirleyen değerleri çerçevesinde belirlemiş olduğu ilke ve prensipleri olduğu gibi...

Taraf, 20.2.2008

Emrullah Beytar

21.02.2008


 

Lütfen 17. maddeye dokunmayın!

Başörtüsüne sadece üniversitelerde serbestiyet getirmek üzere tasarlanan değişikliklerden Anayasa ile ilgili olanları, Sn. Cumhurbaşkanı’nın onayını beklerken, YÖK Kanunu Ek 17. Madde ile alakalı görüşmeler ve tabii ki kamuoyundaki tartışmalar da, sürüyor.

Malum, bu maddede: “Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydıyla, yüksek öğretim kurumlarında kılık kıyafet serbesttir” deniliyor.

Yani aslında, başörtüsünün serbest olabilmesi için 17. maddede yapılması gereken herhangi bir değişikliğe gerek yok.

Peki mesele nedir?.. Yani bu maddede yapılması düşünülen değişikliğin anlamı ne?

Değişiklik, üniversitelerde başörtüsünün (türbanın?) serbest bırakılması sonrası, çarşaf ve hatta peçe ile üniversiteye girmeye kalkışacaklara yönelik bir tedbir olarak düşünülüyor!..

Meselenin karıştığı ve içinden çıkılmaz hale geldiği nokta da burası.

Zaten var olan bir serbestiyetin, yasakçılar nazarında da meşruiyetinin sağlanacağı düşüncesi ve niyetiyle; belki onların sempatilerini de kazanmak için; var olmayan başka bazı yasaklar getirilmesi şeklinde bir garabet sözkonusu...

Daha da açmak gerekirse: Başörtüsünün üniversitelerde serbest bırakılmasını temin için, çarşaf giyen ya da peçe takan hanımlara yönelik yasaklara, hukuki bir zemin oluşturulması tehlikesi ile karşı karşıyayız...

Herhangi bir hukuki metne istinat etmeden sürdürülen başörtüsü yasağı tecrübesini yaşadık ve yaşıyoruz. Dolayısıyla, hukuki bir metne dayanan bir yasağın nasıl uygulanabileceği hususunda, hayal gücümüzü zorlamaya bile gerek yok!..

Anayasada yapılan ve başörtüsünü üniversitede serbest hale getireceği varsayılan değişikliklerin yasalaşması halinde, CHP iptal başvurusunda bulunsa da, Anayasa Mahkemesi’nin, Anayasa değişikliklerini sadece şekil açısından denetleme yetkisi bulunduğu için, herhangi bir iptal kararı çıkmayacağı ümit ediliyor.

Başörtüsü yasağının üniversite dışı kamu alanlarında sürdürülmesi ve çarşaf ve peçe giyilmesinin de, tüm kamusal alanlarda yasaklanmasını sağlamak için YÖK Kanunu Ek 17. Maddesi’nde yapılacak değişikliğin, nasıl yapılırsa yapılsın, CHP marifetiyle Anayasa Mahkemesi’nin yolunu tutacağına, kesin gözüyle bakabiliriz.

Ve güya çarşaf ve peçeyi engellemek ve başörtüsünü de sadece üniversitelerde serbest bırakmak adına yapılacak değişikliğin, bundan sonraki durumu hakkında fikir yürütme imkanına bile sahip değiliz.

Mahkeme’nin, son 367 Kararı daha taze ve Anayasa değişiklikleri hususunda, şekil şartlarını aşan bir denetleme niyetine kapılıp kapılmayacağı hususundan emin değiliz. Bu durumda, YÖK Kanunu Ek 17 Madde’de yapılacak değişiklik ile yasakçıların eline nasıl bir koz verilmiş olacağını, iyice bir düşünmek gerek...

Çünkü siz o maddeye, hangi niyetle ne ilave ederseniz edin, iptal girişimi mukadder gibi. Dolayısıyla, kısmi serbestiyet için yazılacak her kelime, başka bazı şeyleri engelleme adına da olsa, din referanslı olacağı için, iptal kararıyla karşı karşıya kalınacağı da nerdeyse kesindir.

Milletimiz, hukuksuz bir yasağı sürdürebilmek için bin dereden su getiren yasakçıları, ibret nazarlarıyla izlemekte olduğu gibi; yasağı kaldırabilmek adına yürütülen çalışmaları da, dikkatli bir şekilde izlemektedir.

Gelinen aşamada, atılacak yanlış bir adımın da, hiçbir bahanesi olamayacaktır.

İlgili zevat kulak asar mı bilmiyoruz ama şunu söylemekte fayda var: Lütfen 17. Madde ile oynamayın!..

Ve eğer illa bir düzenleme yapacaksanız; bari var olan “Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydıyla yüksek öğretim kurumlarında kılık kıyafet serbesttir” kısmını aynen bırakın ve arzu ettiğiniz değişikliği ayrı bir fıkra olarak ilave edin de; hiç değilse, bir şey yapıyoruz derken, başka bazı şeyleri yıkmış olmayın, lütfen...

Millî Gazete, 20.2.2008

Ekrem Kızıltaş

21.02.2008


 

Kutsal ittifaka ne oldu?

AKP daha dün diyeceğimiz kadar kısa zaman öncesine kadar merkez medyada basın tarihimizde eşi menendi olmayan bir desteğe sahipti; iş/sermaye muhitiyle de arasında benzersiz bir ittifak vardı. Şimdi ise dünün alkışçı taifesi ‘Bizden buraya kadar’ diyor! Sebep ne dediğinizde işaret edilen şey türban!

İnsan ister istemez bir ‘esere’, bir ‘müessire’ bakıp ‘acaba’ diye sormak ihtiyacını duyuyor. Öyle ya; bu konu yeni ortaya çıkmış değil. AKP can ü yürekten desteklenirken onun türban konusundaki tavrı, talebi biliniyordu.

Dilin altındaki baklaların ilkinin üzerinde ‘AKP altı sene zarfında muhafazakârlık iddiasını sadece dilinde gezdirmiş, fiiliyatta hiçbir şey yapmamışken aniden türban meselesini gündeme getirdi...’ yazıyor. Kabul etmek lazım, böyle düşünenler haklı. Gerçekten de AKP’nin altı sene zarfında dini duyarlılık sahibi olduğu iddiasını akla getirecek somut bir icraatı olmadı. Amerika’ya sert çıktı ama uygulamada ABD’yle canciğer kuzu sarması olma arzusu dışında bir yol izlemedi. Lafta İsrail’e demediğini bırakmadı; fakat İsrail’le işbirliği hiçbir zaman AKP dönemindeki kadar yakın olmadı. Para/faiz konularında, Hıristiyan dünyayla ekonomik bütünleşmede, AB’ye üyelik meselesinde bayrak hep AKP’nin elinde oldu. Aynı kadro işlerin biraz sıkışık ve karışık olduğu noktada çıkıp ‘türban’ deyince neye uğradığını şaşırdı ‘Tayyip çok yaşa’cılar!

Dil altındaki baklaların ikincisinin üzerinde ‘CHP’ yazıyor. Nedir bunun manası derseniz, benim lugatımdaki açılım şu: Seçimle iktidara gelme ümidini kaybetmiş muhalefet partisi!

Ne ekonomik kriz, ne ordunun darbe yapma ihtimali, ne şu, ne bu. Kanımca Türkiye demokrasisini tehdit eden birinci mesele bu. Partililer dahil hiç kimse CHP’nin seçimle iktidara gelebileceği inancına sahip değil.

İşte AKP’yi cesaretlendiren -kimilerine göre pervasızlaştıran- buna karşılık Türkiye’nin geleceğini Batı dünyasıyla entegrasyonda gören sermaye gruplarını endişelendiren tablo bu.

Biraz daha açayım. İş muhiti AKP’yi alkışlıyordu alkışlamasına ancak Türkiye’yi hedefe onun taşıyacağına inanmıyor, AKP’nin dini sahada özgürlük alanının genişlemesini sağlamak adına AB projesine ümit ve hevesle yaklaşması sayesinde, Müslüman kitlelerin Batı’yla bütünleşme konusunda gösterdiği psikolojik direncin kırılacağını, ayrıca ‘havuç/sopa’ siyasetiyle AB yolunda ciddi mesafe alınabileceğini hesap ediyordu. Yani bir tür ‘stepne’ydi AKP iş dünyasının ve bir grup aydının gözünde. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Proje ve politika üretemeyen muhalefette erimenin önüne geçilemedi, demokratik süreci zorlayacak çıkışlar yapmanın ordunun itibarını zedelediğini gören Silahlı Kuvvetler müdahale etmekte isteksizleştiğini gösterince, AKP siyaset sahnesinde alternatifsiz ‘tek parti’ haline geldi. Buna Başbakan’ın üslubundaki sertleşme de eklenince tablo sermaye çevrelerine ürküntü vermeye başladı.

Ürküntünün bir sebebinin rejimin geleceğine ilişkin kaygılar olduğu söylense de esas korkuların AKP’nin kaş yapayım derken göz çıkarması olduğunu düşünüyorum. Yani hükümetin Türkiye’yi oturttuğu kritik ekonomik dengenin bozulmasına sebep olacak bir aculluk yapmak suretiyle sebep olabileceği muhtemel kayıplardan rahatsızlığın kutsal ittifakı zedelediğini düşünüyorum.. Bunun göstergesi türban eksenli tartışmada ne basından ne iş muhitinden kimsenin çıkıp ‘Yasak devam etsin’ dememiş olması. Başbakan’ın öfkelenmesine karşın özellikle merkez medyada itirazların bu girişimin ‘isabetsiz’ değil ‘zamansız’ olduğu, ‘uzlaşma sağlanabilecekken dayatma üslubuyla gerçekleştirilmeye çalışılmasından rahatsız olunduğu’nun ifade edilmiş olması anlamlı.

Sular durulur, hasar onarılır mı derseniz, cevabım ‘ateş-kes’ manasında evet. Zira yukarıda ifade etmeye çalıştığım gerçek hâlâ iş dünyasının ve medyanın önünde duruyor. Muhalefetin seçimle iktidara gelme ümidini kaybetmiş olduğunu gördükten sonra geri adım atmayıp da ne yapacaklar?

Radikal, 20.2.2008

Avni Özgürel

21.02.2008


 

Ek 17 tuzağı

Çok açık söylemek gerekirse AK Parti ve MHP’nin ileri tarihe ertelediği YÖK Yasası’ndaki ek 17. madde tam bir tuzak. Metnin farklı biçimde ifade edilmesi tehlikeyi ortadan kaldırmıyor. Yasakçıların en büyük umudu bu maddede yapılacak değişikliği Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla kördüğüme dönüştürmek. Özgürlüğün önüne bir daha açılmamak üzere set çekmek. Değişen şartlara göre Anayasa Mahkemesi’nin görüşü de değişebilir. Ancak bu konudaki tutumunun ne denli katı olduğu malum. 367 kararı da unutulmamalı. Yasakçıların ‘Haydi haydi 17. maddeyi çıkarın’ diye tempo tutmaları boşuna değil. Siyaset dışı odakların bu madde üzerine çirkin hesap yaptıkları da kulaktan kulağa fısıldanıyor Ankara’da...

AK Parti ve MHP’nin çok dikkatli olması gerekiyor. Sorunu bu noktaya getirdikten sonra kesinlikle tuzağa düşmemeli. Atılacak yanlış bir adımın bedeli çok ağır olur. Çözüm ararken çok daha katı çözümsüzlüğe kapı aralanabilir. Maalesef kulislerde bu konuda çok senaryo dile getiriliyor. Yabana atılmamalı.

Zaman, 20.2.2008

Mustafa Ünal

21.02.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri