Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 01 Mart 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

De ki: Ey kavmim, elinizden geleni yapın. Ben de vazifemi yapmaya devam edeceğim. Âkıbetinizi yakında bileceksiniz.

Zümer Sûresi: 39

01.03.2008


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Çin'de de olsa ilmi arayınız. Çünkü ilim öğrenmek her Müslümana farzdır. Melekler yaptıkları işten hoşlandıkları ilim talebeleri için kanatlarını yere sererler.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 639

01.03.2008


İslâmın teferruâtı dahi değişmeye kabil değildir

Şeâir-i İslâmiyeyi tağyir eden ehl-i bid’a, evvelâ ulemâü’s-sû’dan fetvâ istediler. Sabıkan beş vecihle hususî olduğunu gösterdiğimiz fetvâyı gösterdiler.

Saniyen, ehl-i bid’a, ecnebî inkılâpçılarından böyle meş’um bir fikir aldılar ki: Avrupa, Katolik mezhebini beğenmeyerek, başta ihtilâlciler, inkılâpçılar ve filozoflar olarak, Katolik mezhebine göre ehl-i bid’a ve Mutezile telâkki edilen Protestanlık mezhebini iltizam edip, Fransızların İhtilâl-i Kebîrinden istifade ederek, Katolik mezhebini kısmen tahrip edip Protestanlığı ilân ettiler. İşte, körü körüne taklitçiliğe alışan buradaki hamiyetfüruşlar diyorlar ki: “Madem Hıristiyan dininde böyle bir inkılâp oldu; bidâyette inkılâpçılara mürted denildi, sonra Hıristiyan olarak yine kabul edildi. Öyleyse, İslâmiyette de böyle dinî bir inkılâp olabilir.”

Elcevap: Bu kıyasın, Birinci İşaretteki kıyastan daha ziyade farkı zâhirdir. Çünkü, din-i İsevîde, yalnız esâsât-ı diniye Hazret-i İsâ Aleyhisselâmdan alındı. Hayat-ı içtimaiyeye ve füruat-ı şer’iyeye dair ekser ahkâmlar, Havariyyun ve sair rüesa-yı ruhaniye tarafından teşkil edildi. Kısm-ı âzamı kütüb-ü sabıka-i mukaddeseden alındı. Hazret-i İsâ Aleyhisselâm dünyaca hâkim ve sultan olmadığından ve kavânin-i umumiye-i içtimaiyeye merci olmadığından, esâsât-ı diniyesi, hariçten bir libas giydirilmiş gibi şeriat-ı Hıristiyaniye namına örfî kanunlar, medenî düsturlar alınmış, başka bir suret verilmiş. Bu suret tebdil edilse, o libas değiştirilse, yine Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın esas dini bâki kalabilir, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmı inkâr ve tekzip çıkmaz.

Halbuki, din ve şeriat-ı İslâmiyenin sahibi olan Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm iki cihanın sultanı, şark ve garp ve Endülüs ve Hind birer taht-ı saltanatı olduğundan, din-i İslâmın esâsâtını bizzat kendisi gösterdiği gibi, o dinin teferruatını ve sair ahkâmını, hattâ en cüz’î âdâbını dahi bizzat o getiriyor, o haber veriyor, o emir veriyor. Demek, füruat-ı İslâmiye, değişmeye kabil bir libas hükmünde değil ki, onlar tebdil edilse esas din bâki kalabilsin. Belki, esas-ı dine bir cesettir, lâakal bir cilttir. Onunla imtizaç ve iltiham etmiş; kabil-i tefrik değildir. Onları tebdil etmek, doğrudan doğruya Sahib-i Şeriati inkâr ve tekzip etmek çıkar.

Mezâhibin ihtilâfı ise, Sahib-i Şeriatin gösterdiği nazarî düsturların tarz-ı tefehhümünden ileri gelmiştir. “Zaruriyât-ı diniye” denilen ve kabil-i tevil olmayan ve “muhkemat” denilen düsturları ise, hiçbir cihette kabil-i tebdil değildir ve medar-ı içtihad olamaz. Onları tebdil eden, başını dinden çıkarıyor, “Okun yaydan fırlaması gibi dinden çıkarlar” (Buharî, Enbiyâ: 6) kaidesine dahil oluyor.

Mektûbât, 29. Mektub, 7. Kısım, 2. İşâret

01.03.2008


Bediüzzaman’ın akrabası Sabri Okur: Şam’da Risâle-i Nur bayramı yaşandı

Bizim Radyo’da Tefekkür Zamanı’nda, Bediüzzaman Said Nursî’nin akrabası Sabri Okur’la, Şam’da düzenlenen “Ümmetin Ölümü İçinde Hayat Çağrısı: Hutbe-i Şâmiye” konulu sempozyumu konuştuk.

Sempozyumda bizzat bulunan Sabri Okur, ilim adamlarının Üstad ve Risâle-i Nur’la ilgili dikkat çekici tesbitlerini aktardı.

Kendisine ayrıca, Üstad Hazretlerine akraba olmanın nasıl bir duygu olduğunu da sorduk.

Tatlı şivesiyle aktardıklarını belki radyodan dinlemişsinizdir. İstedik ki, bir de bu satırlardan okuyun...

*Siz, Şam’da düzenlenen “Ümmetin Ölümü İçinde Hayat Çağrısı: Hutbe-i Şâmiye” konulu sempozyumda bulundunuz. Öncelikle böyle bir sempozyum fikri nasıl doğdu, anlatır mısınız?

Esâsen şöyle desek tam yeridir: Suriye’de, Şam’da tam bir Risâle-i Nur bayramı yaşandı. Sempozyumun gelişme seyri çok enteresan ve inayetlerle dolu:

Câmiü’l-İhsan’da hoca olan Dr. Mahirü’l-Hindi başta olmak üzere sempozyumu tertip eden Suriyeli kardeşler, önceleri böyle bir sempozyum olacağını hayâl bile etmemişler. 2007 Temmuz’unda İstanbul’da düzenlenen “Adalet Sempozyumu”na katılmaktan gelen bir şevkle “Biz de Suriye’de böyle bir sempozyum tertip etsek nasıl olur?” diye düşünmüşler. Sonra, sempozyum düşüncesi yerine, “Bizim böyle bir gücümüz yok. Suriye’de çok az bir insan tabakası Risâle-i Nur’u tanıyor. Küçük çapta bir panel yapsak, yüz kişilik bir salon tutsak, bir iki ilim adamı dâvet etsek, bu vesileyle Nurlar tanınmış olur” diye yola çıkmışlar. Fakat daha sonra kendileri “Cenâb-ı Hak, ümidimizin ve tasavvurumuzun çok fevkinde inayetler ihsan etti. Biz adım attıkça, bir adım ilerisini Cenâb-ı Hak açtı” diye itiraf ettiler.

Meselâ, Dr. Mahirü’l-Hindi, böyle bir toplantı için harekete geçiyor. İlk olarak, Şam mebusu Galib Üneys’e hem Mektubât’ı veriyor, hem de “Bundan yüz sene evvel Bediüzzaman Hazretleri, Câmiü’l-Emevî’de şöyle bir hutbe irad etmiş. Biz de burada bu Hutbe-i Şâmiye etrafında bir toplantı yapmak istiyoruz. Nasıl olur? Bize yardımcı olabilir misiniz?” diye teklifte bulunuyor. Daha evvel bu zâtla tanışıyormuş. Bu zât da, tabiî sonradan “Ben Mektubât’ı aldım. Daha üçte birini okumadan içime çok büyük bir heyecan ve şevk girdi. Ve anladım ki, Bediüzzaman Hazretleri, kelimelerini sadece lisanla değil, kalpten ve ruhtan söylüyor. Kalbinin ve ruhunun derinliklerinden geldiği için beni çok etkiledi” diye itirafta bulunuyor. “Ben ne gerekirse, elimden ne gelirse yaparım” demiş.

Ondan sonra, Nurları babası vesilesiyle tanıyan, Fethü’l-İslâm Üniversitesi rektörü Hüsameddin Farfur’a gidiyorlar. O da “Biz böyle bir sempozyum için sadece destek olmak değil, elimizden ne gelirse yaparız” mânâsında konuşunca, Mahirü’l-Hindi “Allah Allah, biz bunlardan azıcık bir teveccüh beklerken, bunlar sempozyumu tamamen sahipleniyorlar” diyerek hayret etmekten kendini alamıyor.

Tabiî bütün bunlardan sonra Mahirü’l-Hindi’nin şevki iyice artıyor. Duyurmaya başlıyor. Etrafta duyulunca, “Acaba bu sempozyuma bir engel çıkar mı?” diye endişelenmeye de başlıyor. Bunun üzerine, rektör Hüsameddin Farfur “Hiçbir şey çıkmaz. Eğer bir mani çıkacak olursa, gerekirse devlet başkanı Beşşar Esad’a çıkarım, durumu arz ederim” diyor. Hakikaten, bir vesileyle Beşşar Esad’la görüşünce, o da “Hiçbir manisi yoktur. Siz devam edin, ne gerekiyorsa yapın. Biz böyle şeylerden çok memnun oluruz” diyor. Tabiî bunun üzerine rektörün de şevki artıyor.

Şam milletvekili Galib Üneys, “Biz sonradan anladık ki, Cenâb-ı Hak bizi Bediüzzaman dâvâsını ilâna ve neşre musahhar kıldı. Ve biz bundan da büyük şeref duyuyoruz” diye itirafta bulunuyor.

Daha sonra Suriye Diyanet İşleri Başkanı Ahmed Bedreddin Hassun ve Suriye’nin meşhur âlimlerinden, yani bugün Suriye’de yaşayanlar içinde belki de en büyük âlim olarak görülen Prof. Dr. Said Ramazan El-Buti de bir vesileyle sempozyuma geleceğini söyleyince, hem bizim arkadaşlar bir kat daha şevkleniyor, hem de organizede bir adım daha ileri gidilmesine sebep oluyor. Artık organizasyon, küçük bir panelden büyük bir sempozyuma dönüyor.

Tabiî sempozyum için büyük bir salon arıyorlar. Şam’ın şartlarında en güzel salon, Şam Üniversitesinin Mühendislik Fakültesi salonu. Bu salon bin kadar cemaate göre hazırlanmış. Dış ülkelerden devlet başkanları bir takım toplantılar için geldiğinde, burada toplanıyorlar. Sempozyum için de burayı tahsis etmişler.

Güzel de bir reklâm yapmışlar. İlânda “Serhatü hayati fî memati ümmetihi: El-Hutbe-i Şamiye” (Ümmetin Ölümü İçinde Hayat Çağrısı: Hutbe-i Şamiye) yazıyor. Bu ilânı, bilâistisna bütün camilerin kapısına asmışlar. Hatta Emeviye Camii’nde büyük bir bez afiş şeklinde bulunuyordu. Sempozyumdan bir kaç gün sonra bir vesileyle çarşıya çıktım, baktım ki Şam’ın büyük bir meydanında da direkten direğe büyük bir afiş asılmış. Çok hayret ettim. Şam’ın her tarafına böyle bir sempozyumun olacağından bahsedilmiş.

* “Ümmetin Ölümü İçinde Hayat Çağrısı: Hutbe-i Şamiye” başlığı çok dikkat çekici, değil mi?

Tabiî... Zaten Üstadımız “Bu ümitsizliktir ki” diyor, “Âlem-i İslâmı bu hale getirmiş” “Ye’s, milletlerin seretan denilen hastalığıdır”; “O ümitsizliktir ki, garpta bir iki milyonluk bir devlet, şarkta yirmi milyonu esaret altına almış” diyor. Zaten Üstad Hazretlerinin ifade ettiği bu “el-emel” hususu, sempozyumdaki âlimleri de çarpmış. Hatta bir âlim “Bediüzzaman’ın hayatında asla ye’s yoktur” diye itiraf etti. Yine meselâ Prof. Sariye Rufai isminde bir zat, Üstadımızın hayatını anlatırken en çok etkilendiği noktanın bu olduğunu söyledi. Asr-ı Saadet’ten bazı hadiseler naklettikten sonra, “İşte Bediüzzaman Hazretleri, Peygamber Efendimizden (asm) aldığı bu derslerle hayatında hiçbir zaman ye’se düşmemiştir. Yani en dar anda, meselâ Rusya’da, Divan-ı Harb’de hiçbir zaman taviz vermemiş, ümitsiz olmamıştır. O biliyordu ki, bir gün dâvâ ettiği bu hakikat bütün âleme yayılacak” dedi.

*Peki Suriye halkının sempozyuma ilgisi nasıldı?

klım tıklım dolmuştu. Yer bulmakta zorlandık. İnsanların bir kısmı ayakta kaldı. Hatta, ilginçtir, öğle namazı ve yemek arası verildiğinde—ki yemek mekânı iki üç kilometre ötede—ben, içimden “Tamam artık, millet dağıldı, bir daha gelmez. Artık ilim adamları kendi aralarında toplanırlar” dedim. Fakat döndüğümde, bir baktım ki, ilk oturumdan daha kalabalık bir oturum var. O heyecanı görünce, biz de heyecanlandık. Sempozyum, akşam geç saatlere kadar devam etmesine rağmen salon tıklım tıklım doluydu hep. Yani ilk heyecan nasılsa, son heyecan da aynı şekilde oldu.

(Devam edecek)

İsmail Tezer

01.03.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri