Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 03 Mart 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Yoksa onlar Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: Hiçbir şeye güçleri yetmediği ve akıl ve idrak sahibi de olmadıkları halde mi onlardan şefaat bekliyorsunuz?

Zümer Sûresi: 43

03.03.2008


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Kabirlere tefekkürle bak ve öldükten sonra dirilmekten ibret al.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 643

03.03.2008


Açık saçıklık, aile hayatını zehirliyor

Sanemperestliği şiddetle, Kur’ân, men ettiği gibi; sanemperestliğin bir nevî taklidi olan sûretperestliği de men eder. Medeniyet ise, sûretleri kendi mehâsininden sayıp, Kur’ân’a muâraza etmek istemiş. Halbuki gölgeli, gölgesiz sûretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riyâ-i mütecessid veya bir heves-i mütecessimdir ki; beşeri zulme ve riyâya ve hevâya, hevesi kamçılayıp teşvik eder. Hem Kur’ân, merhameten, kadınların hürmetini muhâfaza için, hayâ perdesini takmasını emreder; tâ hevesât-ı rezîlenin ayağı altında o şefkat mâdenleri zillet çekmesinler, âlet-i hevesât, ehemmiyetsiz bir metâ hükmüne geçmesinler. Medeniyet ise, kadınları yuvalarından çıkarıp, perdelerini yırtıp, beşeri de baştan çıkarmıştır. Halbuki, âile hayatı, kadın-erkek mâbeyninde mütekabil hürmet ve muhabbetle devam eder. Halbuki, açık saçıklık samimî hürmet ve muhabbeti izâle edip, âilevî hayatı zehirlemiştir. Hususan, sûretperestlik, ahlâkı fena halde sarstığı ve sukût-u ruha sebebiyet verdiği, şununla anlaşılır: Nasıl ki, merhûme ve rahmete muhtaç bir güzel kadın cenazesine nazar-ı şehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlâkı tahrip eder; öyle de, ölmüş kadınların sûretlerine veyahut sağ kadınların küçük cenazeleri hükmünde olan sûretlerine hevesperverâne bakmak, derinden derine, hissiyât-ı ulviye-i insaniyeyi sarsar, tahrip eder.

Sözler, s. 374

***

Bir ailenin saadet-i hayatiyesi, koca ve karı mâbeyninde bir emniyet-i mütekabile ve samimî bir hürmet ve muhabbetle devam eder. Tesettürsüzlük ve açık saçıklık, o emniyeti bozar, o mütekabil hürmet ve muhabbeti de kırar. Çünkü, açık saçıklık kılığına giren on kadından ancak bir tanesi bulunur ki, kocasından daha güzeli görmediğinden, kendini ecnebîye sevdirmeye çalışmaz. Dokuzu, kocasından daha iyisini görür. Ve yirmi adamdan ancak bir tanesi, karısından daha güzelini görmüyor. O vakit o samimî muhabbet ve hürmet-i mütekabile gitmekle beraber, gayet çirkin ve gayet alçakça bir his uyandırmaya sebebiyet verebilir.

Lem’alar, 24. Lem’a, 3. Hikmet

Lügatçe:

sanemperestlik: Puta tapıcılık.

sûretperestlik: Görünüşe çok ehemmiyet vermek, sûretlere, resimlere çok düşkün olmak.

zulm-ü mütehaccir: Taşlaşmış zulüm.

riyâ-i mütecessid: Cesed haline girmiş gösterişlilik.

heves-i mütecessim: Cisimleşmiş heves.

03.03.2008


Sabri Okur: Üstada akraba olmanın bana en büyük faydası Risâleleri tanımak

Dünden devam

*İlim adamlarının, Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’la ilgili düşüncelerine devam edelim isterseniz...

Muhammed Musa Şerif diye bir zât vardı. Arap âleminde çokça tanınıyor. İkra TV’de devamlı vaaz veriyor. Risâle-i Nurları çok güzel tahlil etmiş. O da, Üstadımızın sabrına, mücahedesine, izzet-i İslâmiyesine ve takvasına dikkat çekti. “Risâle-i Nur, bilhassa Hutbe-i Şâmiye, sadece Müslümanlar için değil, bütün insanlık için tam bir program ve derstir. Çünkü Bediüzzaman, hutbesine, el-emel, yani ümit ile başlamıştır” dedi.

Öyle anlaşılıyor ki, bu “el-emel” hususu, Arap âleminde mühim bir etki yapmış.

Ondan sonra şöyle bir tesbitte bulundu: “Tarihte Bedüzzaman gibi, talebelerini kitap yoluyla yetiştiren ikinci bir şahsiyet yoktur. Çünkü bütün mürşidler talebelerini karşılarına almışlar, onlara muhatap olmuşlar ve öylece yetiştirmişler. Ama Bediüzzaman, talebelerini kitap yoluyla yetiştirmiştir.”

En sonunda da “Cenâb-ı Hak, bizi Bediüzzaman’ın ahlâkıyla ahlâklandırsın ve yolundan götürsün” duâsıyla programa hatime verdi.

Tabiî bu programdan aldığımız şevk ve zevk, bizde çok büyük bir etki meydana getirdi. Ben daha önce de Arap dünyasında bir çok sempozyuma iştirak etmiştim. Fakat, bu derece düzenli, bu kadar ilim ve devlet adamının iştirak ettiği ikinci bir sempozyum görmedim. Suriye devleti, resmen Risâle-i Nur’a sahip çıktı. Onun için konuşmamın başında “Suriye’de tam bir Risâle-i Nur bayramı yaşandı” ifadesini kullandım. Elhamdülillah...

*Allah razı olsun. Gerçekten de, Sungur Ağabeyin de çokça ifade ettiği gibi “Nurun bayramı, Risâle-i Nur’un bayramı” bu manzaralar...

Siz böyle deyince, aklıma şu geldi. Üstadımız, biliyorsunuz, bir hatırasında “Nurun bayramı, Nurun şaşaalı devri gelecektir. Ben o zamanları görmeyeceğim. İnşaallah sizler göreceksiniz” diyor. Bunu, Sungur Ağabey şöyle anlatıyor:

“Ben de, Üstadın bu sözü üzerine, şevkimden şöyle dedim: ‘Hayır Üstadım, siz de göreceksiniz.’ O ise ‘Hayır, ben görmeyeceğim, siz göreceksiniz’ dedi. Ben ‘Hayır Üstadım, siz de göreceksiniz’ diye tekrar edince, Üstad dedi ki: ‘Ben kabrimden temâşâ edeceğim. Sen, o bayramlarda gelir, kabrimde kulağıma söylersin’” diye bir hatırası var...

*Siz, Üstadın akrabasısınız. Soyadınız ise, Okur. Üstad, bu soyadı nasıl aldı?

Bunu pek çok insan, merak edip soruyor. Biliyorsunuz, Nursî lakabı, Nurs köyüne nisbetle kullanılan bir lâkap. Yani Nurslu olduğu için Said Nursî. Dolayısıyla biz de Nursî olmuş oluyoruz. Abdülkadir Geylanî’nin Geylanlı olması gibi. Üstadımızın soyadı Okur’du. Kendisi mi almış, nasıl verilmiş, biz de bunu tam bilmiyoruz. Soyadı Kanunu çıkınca, Üstadımızın köydeki akrabalarına Okur soyadını vermişler. Bu nereden gelmiş bilmiyorum. Allahu a’lem, şundan olabilir: Üstadımızın sülâlesi âlim bir sülâledir. Meselâ annesi ve babası ümmî, okur-yazar değiller, fakat Üstadımızın yedi kardeşinin hepsi, on iki ilmi bilirlermiş. Hani Üstadımız diyor ya “Ben size on iki tarikatten ders verebilirim.” Dolayısıyla çok âlim bir aile oldukları için Allahu a’lem, bu soyadı almışlar.

Bir şey daha merak ediyorlar, “Üstadın kardeşi Abdülmecid’in soyadı Ünlükul, bu nasıl oluyor?” diye. Abdülmecid Efendi, o zamanlar müftü. Resmî bir vazifesi olduğu için Üstad’a nisbeti olursa kendisini görevden alabilecekleri ve çeşitli sıkıntılar doğabileceği düşüncesiyle soyadını mecburiyetle Ünlükul diye değiştirmiş. Sadece Abdülmecid Efendi değiştirmiş. Üstadımızın diğer kardeşleri değiştirmemiş.

Bizim akrabalığımız da şöyle: Üstadımızın dedesinde, yani babasının babasında birleşiyoruz. Üstadın dedesi bizim de dedemiz oluyor. Amca çocuklarından olmuş oluyoruz. Biz, Üstadın öz amcası Mehmed’den, yani Muhyiddin’den geliyoruz. Bizim tâbirimizle orada Muhi diyorlar.

Benim büyük dedem Kasım, Üstadımızın öz amcasının oğludur. Üstadımızın dedesinin ismi Ali’dir. Ali Efendinin babasının ismi de yine Mirza’dır, onun babası Mirza Reşat, onun babası yine Ali. Böyle beş altı babaya kadar biliyorum, daha ötesini bilemiyorum.

*Peki Üstadın akrabası olmak, size nasıl bir duygu yaşatıyor?

Bu zor bir soru. Belki de ilk defa böyle bir soruya muhatap oluyorum. Üstadın akrabası olmak, bana çok büyük şeyler kazandırdı. En başta, Risâle-i Nur’u tanımama vesile oldu. Akrabalığın, ahirette bize çok fazla faydası olur mu, olmaz mı bilemiyorum. Orada en büyük fayda takvadır biliyorsunuz.

Akrabalık, bizim Nurlara girmemize vesile oldu. Belki Bediüzzaman’ın akrabası olmasam, böyle bir dâvâdan haberim olmamış olacaktı veyahut lâkayt kalabilirdik. Ama bu akrabalık sayesinde, bakıyoruz ki bütün dünya bu Nura sahip çıkıyor, “Biz akrabaları herkesten fazla sahip çıkmamız, Nurları okumamız lâzım” şeklinde bize güzel bir düşünce kazandırdı. Bir de, Allah razı olsun, Allah hayırlı, uzun ve sıhhatli ömürler nasib etsin Mustafa Sungur Ağabeyimiz vesile oldu. 15 sene önce İstanbul’a geldik, Sungur Ağabeyle beraber hizmete devam ettik, ediyoruz. Sungur Ağabeyin bizi getirmesine vesilelerden biri de, Üstada akraba olmamız. Bu faal-i hizmete girmemizin bir vesilesi olmuş oldu.

*Teşekkürler...

Ben teşekkür ederim. Allah, radyo ve gazete vasıtasıyla yaptığınız hizmetlerin ecrini versin inşallah.

(SON)

İsmail Tezer

03.03.2008


ESMA-İ HÜSNA

Kefîl

Allah (c.c.), Kâfil’dir, Kefîl’dir. Yani Allah-u Azîmüşşân kullarının her işini üzerine alan, mahlûkatın her işine, her konuda, her zaman kefil olan, yaratıklarının işlerini bizâtihî yürütendir. Cenâb-ı Hak, kullarını tehlikelere karşı koruyup gözetir, yaratıklarının himâyesini bizzat yapar, kullarının gücünü ve kuvvetini aşan işlerde onlara yardımcı olur.

Hak Teâlânın, kullarının işlerine bizzat baktığını anlatan Kâfil1 ve bu ismin mübalâğa şekli olan Kefîl isimleri,2 Peygamber Efendimiz (a.s.m.) tarafından Cevşenü’l-Kebîr’de zikredilmiştir. Kefîl ismi Kur’ân’da da gelmiştir.

İlgili âyet şöyledir:

“Ahitleştiğiniz zaman Allah’ın ahdini yerine getirin. Allah’ı kendinize Kefîl kılarak yaptığınız yeminlerinizi bozmayın. Allah yaptıklarınızı şüphesiz bilir.”3

İnsanın, mutlak zenginlik sahibi Allah’ın kulu olma gibi bir şerefi taşıdığını vurgulayan Bedîüzzaman, bu şuurda yaşayan insan için dayanılmaz fakirliğin lezzetli bir iştihaya döneceğini kaydeder. Her bahar ve yazda kuru bir toprak perdesinden “kaldırır-indirir” tarzda yüzlerce defa yeryüzüne muhtelif sofralar açan ve kaldıran Cenâb-ı Hakkın, zamanın senelerini ve senenin günlerini bir biri arkası sıra gelen ihsân meyvelerine ve rahmet yemeklerine birer kap, büyük-küçük ihsân mertebelerine birer sergi mâhiyetinde düzenlediğini ifade eder.4

Bedîüzzaman’a göre, şerîat insanlığın bütün saadetine kefîldir.5 Kur’ân, inananların istikbâline ve âhiretine kefîldir.6 Cenab-ı Hak mahlûkatının bütün ihtiyaçlarına kefîldir; maddî-mânevî her ihtiyacını karşılamaktadır. Hadsiz kuşların, kuşçukların, sineklerin, hesapsız hayvanların, haddi hesabı bilinmeyen bitkilerin ve sayısız ağaçların bütün hayat şartlarına Allah Teâlâ kefildir.7 Denizin dibindeki böceklerin hiçten; bütün yavruların umulmadık yerlerden; bütün hayvanların her baharda, âdetâ sırf gayptan beslenmelerine her zaman Cenâb-ı Hak kefildir. Her şeyi sebeplere bağlayan insanların da her zaman her ihtiyacına, yine bizzat Cenâb-ı Hak kefildir.8

Kâinat Hâlıkının, kâinatta cilveleri görünen ekser isimleriyle bütün canlılar üzerinde tasarrufu bulunduğunu beyan eden Bedîüzzaman, bu tasarruf ve tecellîler ile her hayat sahibinin kâinatın bir küçük örneği ve meyvesi hükmüne geçtiğini beyan eder.9

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, mahlûkatın, kâinat kadar büyük ve geniş olan istek ve ihtiyaçlarının tamamına birden küçücük hayat dâiresinde kolaylıkla cevap verilmesi samediyet mührünü gösterir. Allah (c.c.), her yürek taşıyanın, her canlının her işine öylesine kefildir ki, her can sahibi Cenâb-ı Hakkın yalnızca kendisine baktığını zanneder. Çünkü Cenâb-ı Hakkın ona her şeye bedel bir teveccühü ve bütün eşyanın yerini tutar bir nazarı bulunmakta; bütün eşya Onun bir kabûlünün ve yönelişinin yerini aslâ tutmamaktadır.10

(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsnâ)

Dipnotlar:

1- Mecmuatü’l-Ahzab, 2: 254; 2- A.g.e., 2: 234; 3- Nahl Sûresi: 91; 4- Şuâlar, s. 62; 5- Muhakemât, s. 153; 6- Divan-ı Harb-i Örfî, s. 56; 7- Şuâlar, s. 63; 8- Şuâlar, s. 157; 9- Sözler, s. 268; 10- A.g.e., s. 269

03.03.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri